29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Levent Mete ile ‘Aşk Hastalığı’ üzerine ‘Aşk eline geçirdiği kişileri altüst eder’ Tözünde gayrimeşru bir aşk! Esra ve Engin; ikisi de evli ve ikisi de yaşamlarından memnunlar (sözde). Birandalığın esiri oluyorlar belki de ve ilk göz göze gelmede birbirlerinden etkileniyorlar. Etkilenmek? Aşk denebilir mi, yahut bir hastalığın başlangıcı? Yeni romanı, “Aşk Hatalığı”nda Levent Mete, farkındalıklardan uzak, ama, an be an farkındalığa doğru giden bir aşkın hikayesini kaleme alıyor. Kendisiyle kitabı üzerine söyleştik. Söyleşinin bir yerinde Mehmet Eroğlu'nun romanlarının birinde geçen cümleyi kullandım ve “bütün büyük aşklar gayrimeşrudur” dedim; burada bir kere daha vurgulamalı diye düşündüm; fütursuzca da yaşansa, tammeşruluğun hâkimi de olsa aşk, yaşanmalı her vakit, tüm olağanlığıyla. ? Erdem ÖZTOP S ayın Levent Mete, yeni romanınız yayımlandı; ismiyle ilk anda okurun dikkatini çekti! Başlığın hikâyesini dinlemek isterim ilk anda… Bu romanı yazma fikri, bir aşk intiharıyla başladı. Kızı tanıyordum. Daha doğrusu bir nedenle karşılaşmış, hayat ve ilişkiler üzerine konuşarak sabahlamıştık. Alışılmadık, tuhaf bir canlılığı vardı. Gözlerindeki ışıltıyı dün gibi anımsıyorum. Binlerce kilometre yüzüp bir ırmağın kaynağında çiftleşen, orada yumurtladıktan sonra ölen somon balıklarını anlatmış, âşıkların ölümden korkmayacaklarını söylemişti. O gece neden söz etmekte olduğunu fotoğrafını gazetede görünce anladım. Sevdiği adamla birlikte şişme bir bota binip denize açılmışlar, bellerine taşlar bağlayarak kendilerini sulara bırakmışlardı. Adam evliydi, bilindiği kadarıyla mutlu bir evliliği, sevdiği bir karısı ve çocukları vardı. Yakınları şaşkınlık içindeydi. Böyle bir davranışa kalkışmalarını açıklayacak hiçbir neden yoktu. Gözümün önünde boğulmakta olan birini, yeterince hızlı davranamadığım için kurtaramamışım gibi bir duyguya kapıldım. Nedensiz bir suçluluk duyuyor, olan biteni bir türlü kavrayamıyordum. Birbirini seven iki insan, yaşamak ve birlikte mutlu olmak yerine, neden ölümü seçer? Çok önceden oluşmuş bir kararı mı uyguladılar, yoksa olaylar birdenbire mi gelişip onları girdabına aldı? Son anda pişman olup yüzmeye, kendilerini kurtarmaya çalıştılar mı? Ya da tam tersine, kendinden geçmeyi andıran yoğun duygularla mı gittiler ölüme? Günlerce buna benzer soru larla yatıp kalktım. Sonunda, bir çeşit hastalığa yakalanmış olduklarını düşünmek beni rahatlattı. “Aşk Hastalığı” kavramı ilk kez o zaman aklıma takıldı. Ansızın başlayan bir humma gibi, ikisini de sarıp sarmalayan, karşı konulması olanaksız, yoğun bir duygu seli canlanıyordu gözümde. KABINA SIĞMAZ MUTLULUK Bir tür hastalığa yakalanmış olduklarını düşünmek beni rahatlattı, dediniz. Peki, aşk bir hastalık mıdır hakikaten? Aşk, eline geçirdiği kişileri altüst eder, kendilerini ve çevrelerini kollayamaz hale getirir. Ansızın ortaya çıkan, yüksek voltajlı yeni ilişkiye yer açmak için her şey darmadağın edilir. Yalnızca sevdiğinizi düşünür, onun hayaliyle yatıp kalkar, aklınızı başka bir işe veremez, kendinizden beklemeyeceğiniz çılgınca davranışlarda bulunursunuz. Abartılı kıskançlık krizleri, kuşkular, kırılganlıklar, başka zaman yaşamayacağınız duygusal iniş çıkışlar yaşamın bir parçası haline gelir. Bu açıdan bakıldığında bir tür hastalık gibidir aşk. Ama aynı zamanda bu dünyada yaşanabilecek en coşkulu, en kabına sığmaz mutluluktur. Dolayısıyla, 'hastalık' kavramı aşkı hem olumlu hem de olumsuz anlamda niteler. 'Hastayım sana' derken, sözcüğün taşıdığı ikili anlam buradan geliyor olsa gerek. Ama bakınız Aşkın Metafiziği'yle uğraşan Schopenhauer konuya ilişkin ne diyor: “Gerçekte de, en incelmiş ve yücelmiş bir aşk bile, kaynağını yalnız ve yalnız cinsel içtepide bulur. Daha doğrusu, her aşk, daha belirlenmiş, daha özelleştirilmiş ve en dar anlamıyla daha bireysel leştirilmiş bir cinsel içtepidir.” Nasıl bir açılımlama getirirsiniz, tartışma ortamı açılsın istemektir gayem? Schopenhauer'a göre aşk, türün devamını sağlamak ve bir sonraki kuşağı en uygun biçimde oluşturmak için doğanın insana oynadığı bir oyundur. Âşık olan kişi, kendi arzusunun peşinden gittiğini sanır. Oysa aslında, kapıldığı ateşli duygular, içinden geçtiği altüst oluşlar, peşinden sürüklendiği tutku, yaşanan bütün bu karmaşa, türe karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülüğün hizmetindedir. Şimdilerde, insanın tüm etkinliklerini genlerle, hormonlarla, içgüdüyle açıklayan biyolojik indirgemecilikle yeniden canlanan bir yaklaşım bu. Her tür indirgemecilikte olduğu gibi, olayları tek boyutlu ele alıyor. Dolayısıyla, diğer boyutların sağlayacağı kavrayışı dışlamanın yol açtığı eksiklikleri taşıyor. Sormalıyım peşi sıra, bu romanın yazılış aşamasında ve öncesinde ne gibi kaynaklardan beslendiniz? Romanı oldukça uzun bir hazırlık döneminden sonra yazdım. Beslendiğim kaynaklar arasında, Freud, Kernberg, Fenickel, Erikson, Arieti, Lacan gibi, mesleki formasyonumun da parçası olan isimler önemli yer tutuyor. Bataille ve Sade'ın katkıları oldu. Marguerite Duras'nın 'Moderato Cantabile' ve 'Ölüm Hastalığı' isimli kitaplarında işlediği fikirlerden ve kullandığı kurgudan yararlandım. 'Romeo ve Juliet', 'Lady Chatterley'in Sevgilisi,' 'Love Story' gibi aşkı konu alan metinler üzerinde çalıştım. Aşkı anlatan birçok filmi, özelikle de, Oshima'nın 'Duygu İmparatorluğu', Bertolucci'nin 'Paris'te Son Tango', Lelouch'un 'Bir Kadın Bir Erkek' isimli filmlerini defalarca izledim. D. M. Thomas'ın 'Beyaz Otel' isimli romanının da erotizmi ve eşlik eden şiddeti kavrama konusunda önemli bir metin olduğunu söyleyebilirim. Peki, aşkın bir hastalık boyutuna kadar sizi sonuca vardırtan unsurlar neler oldu? Aşık zihin, bir yönüyle, bir çocuklaşma sürecinden geçer. Bunun nedeni, kişinin, âşığında erken çocukluk döneminin ilk aşkını görmesi, onu aramasıdır. Psikanalitik yaklaşıma göre, erkek âşık olduğu kadında annesini, kadınsa erkekte babasını bulur. Söz konusu arama ve bulma eylemi, erişkin aklın temel kurallarını çiğneyen farklı bir mantığa göre cereyan eder. Düşlerde ve gerçekle bağların kopmasına yol açan ruhsal durumlarda ön plana çıkan bir mantıktır bu. Büyük genellemelerle çalışır. Bir kadını anneniz gibi hissetmeniz için, bir duruş, bir bakış, belirli bir tavır ya da konuşma biçimi yeterli olabilir. Yerine göre, tek bir ortak özellik iki ayrı kişinin aynı yakınlık duygusunu uyandırmasını sağlar. Söz konusu mantığa, ayrımlaşmamış, şiddetli duygular eşlik eder. Bir başka deyişle, egemen hale gelen ruhsal yapı, erişkin akla yabancı bir kavrayış ve olağanüstü şiddetli duygular tarafından oluşturulur. Derken aşk biter, giderek yatışırsınız. Tıpkı bir fotoğraf makinesi merceğinin ayarının bozulup düzelmesinde olduğu gibi, kişiler ve olaylar yeniden, aşka düşmeden önce oldukları gibi görünürler. Âşık olduğunuz kişiyi, her zamanki aklınızla değerlendirmeye başlarsınız. Gözünüzde, giderek daha az anneniz ya da babanız, daha çok kendisi olmaya başlar. Onu bu haliyle de sever ve uygun hissederseniz, yaşanmış aşkın KİTAP SAYI ? SAYFA 4 CUMHURİYET 897
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle