01 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Osmanlı’nın Avrupa’da büyüyüp Avrupa’da çöküşüne işaret eden Paul Wittek, bu çöküşün tayin edici halkası olarak da Balkan Savaşı’na işaret eder. Wittek, Osmanlı’nın İslam İmparatorluğu yanından çok, ‘Rum sultanlığı’ yanına vurgu yapar. Osmanlı’nın Bizans’ın yerini almasıyla, gerçekte İslami bir renk altında devamlılık sağladığını öne sürer... Erdoğan AYDIN Kritik Bir imparatorluğun doğuşu toplanma odağı kılacak, Bizans’a karşı genişleme temelinde kısa zamanda büyük bir güç ve prestij elde etmesini sağlayacaktır. Fetihçi soluğunu kısa zamanda yitirip dağılan Selçuklu İmparatorluğu’nun ardından, Bizanslıların da Anadolu’yu denetleme gücünü yitirmesinin yarattığı boşlukta, yoğun göçlerle gelen Türkmenlerin, ekonomik gereksinimleri ve uygun kültürleriyle gazi topluluklarının tayin edici rol oynadığı bir süreç ile karşı karşıyayız ve Osmanlılar da işte bu gaziler dinamiği üzerinden yükseleceklerdi. Osman’ın başını çektiği çekirdek, bu dinamiğe kılavuz olacak, onun üzerinden, diğer beyliklerin düşleyemeyeceği bir egemenlik geliştirecekti. “Osmanlı Beyliği’nin, geriye kalan biricik gazi devleti; gazi hareketinin, ünü sınırlarının çok ötesine yayılmış etkin ve başarılı temsilcisi olması, Anadolu’nun dört bir yanından savaşçı gençleri ve kutsal savaş, serüven, ün ve ganimet peşinde koşan bütün unsurları kendine çekiyordu. Bu devletin askeri potansiyeli daima kendi çapının bu çap sürekli genişliyor olsa bileçok ötesinde olmuştu” diye yazacaktır Wittek. Bu bağlamda yeni fetihlere çıkmak zorunda olan, kendisine akan on binlerce savaşçıyla sürekli yeni fetihlere zorlanan bir oluşumla karşı karşıyayız. Büyük maddi getiri ve egemenlik sağlayan gazanın Osmanlı’ya daha büyük bir gazi akınını, gazilerin ise daha çok maddi kazanç ve manevi tatmin getiren daha çok gazayı kışkırttığı bir realiteyle karşı karşıyayız. Wittek’in, bu teziyle resmi tarihçileri rahatsız etmesi bir yana, hak ettiğince doğru anlaşıldığı konusunda da kuşkuluyum. Örneğin değerli araştırmacı S. Divitçioğlu, Onu “fazla genelleştirici, bu yüzden yanlış” bulduğunu yazar ki, bu görüşü de ayrıca sorgulamak gerek (Bu konuda bkz. Osmanlı Gerçeği, E. Aydın, 3. bölüm). KAYI KÖKENİ “Cihangirane devlet” bir aşiretten mi doğdu, yoksa “uçlarda” gelişen “gaziler” hareketinden mi? Wittek’in bu soruya getirdiği yanıt ikincisidir ve Osmanlı kuruluşuna yaptığı anlamlı bir katkı da bu tezinden kaynaklanıyor. O, Osmanlı kuruluşunda temel motivasyon etkeni olarak gazanın altını çizerken aynı zamanda Osmanlıların Kayı kökeni efsanesini de çürüten ciddi açılımlar geliştiryor. Haklı olarak belirttiği gibi, Osmanoğulları hanedan devleti bir Kayılar devleti, bir Kayıoğulları devleti değildir. Daha ilk kuruluş döneminden, yani ilk devletleşme sürecinden başlayarak, Osman’ın aşiretiyle en küçük bir ilgisi olmayan Batı Anadolu’nun şehir ve ticaret görgüsü üzerine kurulu Ahi Teşkilatı’nı, kendilerini Danişmendlilere bağlayan Karesi Beyliği’nin birikimlerini, Köse Mihail ve Samsa Çavuş başta olmak üzere bir kısım Hıristiyan asilleri ve topluluklarını, hattâ 1305’te kendilerine iltihak eden Katalan Birliği’ni ve tabii başarılı ilk fetihlere bağlı olarak bölgenin heterodoks dervişlerini ve onlara tâbi değişik kökenli halkı ve yine değişik kökenlerden çok geniş bir gaziler topluluğunu içermiş bir devletleşme süreci ile karşı karşıyayız. İşte bu bileşim ve kuruluşa öncülük eden bir gazi beyinin adını alan Osmanlılar asla saf bir toplum, bir aşiret türevi olmamıştır. Aksine katılımlar, çapraz yerleştirmeler, din değiştirmeler, savaşlar ve göçlerle sürekli yeniden karışacak bir toplum ile karşı karşıyayız. HOŞGÖRÜ TEMELİ NEREDE? M. Sencer ve A. Mumcu’nun da işaret edecekleri gibi, Balkan halkının çocuklarını devşirme üzerinden geliştirilen yeniçeri ve kapıkulu sisteminin Şer’i temelinin Şafii fıkhında bulunduğu yargısında da Wittek’in yaptığı açılımın önemi büyük. Ancak “Hıristiyanlara ve Yahudilere karşı hoşgörü ilkesinin” ulemanın erken dönemde işe karışmasına bağlamasının yanlışlığına özellikle işaret etmeliyim. Tam tersine Osmanlının gayrimüslimlere yönelik hoşgörüsü, öncülerin heterodoks karakterinin daha belirgin olduğu ilk günlerden ve Batı P aul Wittek’in, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu”(*) adlı eseri, topu topu 68 sayfalık hacmiyle göz doldurmaktan uzak, ama bu hacmiyle ters orantılı içeriğiyle oldukça nitelikli bir eser. Öyle ki Osmanlı’nın kuruluşu sorununa dair, kendisinden sonra yapılan çalışmalar da dahil en dikkate değer açılımı geliştirmek gibi haklı bir iddianın sahibi. 1937 Mayısında Londra Üniversitesinde verilen 3 günlük konferansın dipnotlarla zenginleştirilmiş metni olan söz konusu kitapçık, esas olarak, niçin diğer daha güçlü beylikler değil de Osmanlılar imparatorlaştı sorusuna yanıt geliştiriyor. “1300’lerde son derece mütevazı bir kökenden doğduktan sadece 100 yıl sonra evrensel bir egemenliğe ulaşarak yüzyıllar boyunca bütün siyasal olayları belirleyen rakipsiz bir güç haline gelebilmesinin” nedenlerini aydınlattığı bu çalışma, aynı zamanda Fuat Köprülü’nün 1935 yılında Sorbonne’da verdiği, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu adlı konferansındaki tezinin eleştirisini içeriyor olmasıdır. GAZA DEVLETİ Osmanlı’yı diğer Türkmen beyliklerinden farklı ve giderek imparatorluk çekirdeği kılan şey, Bizans sınırında, tâbi olduğu Konya Selçukluları’nın otoritesinden en uzak, dolayısıyla hareket serbestiyeti en yüksek koşullarda gazacılığın gereklerine en uygun beylik olmasıdır. Bu durum Wittek’in de belirttiği gibi Osmanlı’yı, sadece Türkmen gaziler nezdinde değil, Rumlar için de Anadolu’yu saran ortodoksluktan uzak gazi geleneğinden kaynaklanıyor. Ulemanın, Bursa (1326) ve İznik’in (1331) ele geçirilmesi sonrasında gerçekleşen bu medrese inşasında gördüğümüz güç elde edişi ise, Osmanlı’da genel olarak hoşgörünün değil, tersine hoşgörüsüzlüğün, devlet aygıtından başlayarak gelişmesi anlamına gelecektir. Wittek söz konusu bu yanlışını, hoşgörülü ulemafanatik derviş şeklindeki yanlış ikilemle sürdürür, ki ‘derviş’ ve ‘ulemaya’ dair de bilgi yanlışıyla karşı karşıyayız. Şöyle ki Wittek, heterodoks inançları gereği başta temel ibadet kuralları olmak üzere dinin dogmalarıyla ilişkileri alabildiğine lâkayd olan dervişleri kuralcı ve dogmatik ulema ile karıştırmaktadır. Tam tersine söz konusu bu dervişler, namaz kılmamak, hacca gitmemek, eski inançlarından gelen kimi özellikleri sürdürmek ve içkiyi haram görmemek de dahil dogmatizmden, dolayısıyla fanatizm ve kışkırtıcılıktan bütünüyle uzaktırlar. Bu da onların diğer inançtan halkla daha sıcak ilişkiler kurabilmesini sağlar. RUM SULTANLIĞI Osmanlı’nın Avrupa’da büyüyüp Avrupa’da çöküşüne işaret eden Wittek, bu çöküşün tayin edici halkası olarak da Balkan Savaşı’na işaret eder. Çarpıcı bir saptaması da, Osmanlı’nın “en temel geleneğiyle bağlarını koparmak” olarak nitelediği “ezeli düşmanı Habsburg monarşisi ile yaptığı ittifak”ın, her ikisinin de çöküşlerini engelleyememiş olmasıdır. Wittek kitabında Osmanlı’nın İslam imparatorluğu yanından çok, “Rum sultanlığı” yanına vurgu yapar. Osmanlı’nın Bizans’ın yerini almasıyla, gerçekte İslami bir renk altında devamlılık sağladığını öne sürer: “Gerçekte ortadan kalkan, yalnızca, yerini daha sonra İslam cilasına bırakan Bizans cilası oldu, yerel altyapı ise olduğu gibi kaldı” der. Osmanlı kuruluş süreci Wittek’in bu kitapçığı dikkate alınmadan anlaşılamaz diye düşünüyorum. Bununla birlikte bu değerli çalışmanın, belki de çeviri kaynaklı sıkıntılı bir dili, tashih ve basım kalitesi açısından da sorunlu olduğunu belirtmeliyim. Bu biçimsel sorunlarına karşın Wittek’in eseri, Osmanlı üzerine yapılacak bilimsel okumaların ilk sıralarında yer alması gereken bir eser olarak karşımızda duruyor. (*) Pencere Yayınları KİTAP SAYI 853 SAYFA 26 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle