Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? duymuyorlar. Ne iyi ki geçmişteki romancılarımız bunu soruyorlardı. Halit Ziya Uşaklıgil romanımızın kurucularındandır. 1908 yılında yazdığı Nesli hir romanında Sultan Hamid’in bir paşasının köşkünü anlatırken, onun duvarındaki taşların, kapısındaki süslerin nice yetimin hakkı ve elkonmuş insan emeğinin sonucu olduğunu göstermeyi ihmal etmiyordu. Yüz yıl sonra bugün ise, yeni orta sınıftan kahramanların övüldüğü, reklamcıların baştacı edildiği, eşitsizliğin meşrulaştırıldığı romanlardan geçilmiyor. Geçtiğimiz yıl üç yüz roman piyasaya sürülmüş, bunların arasında toplumsal eşitsizliğe tepki duyanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. POLİTİKA VE SANAT Son yirmi beş yıldan bugüne sanat ile politikayı, eleştiri ile estetiği şizofrenik bir tarzda ayırma çabası var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Estetik ve eleştiri ya da sanatla politika Aristo’dan beri sorgulanagelmiştir. Bunların hiçbiri birbirinden ayrılamaz, birbirine içkin olgulardır. Bilinir, Aristo insanı politik bir hayvan olarak nitelendirir. Politik insanın her ediminde; etik, estetik, sanat bağlamında da bu böyledir. Politika ile sanatın ayrılması meselesi 1980 darbesiyle yeniden gündeme gelmiştir. Ön planda cuntanın görünen şiddeti vardı, ama arka planında yaşamın her alanına nüfuz eden kültürsanat anlayışı sermayenin politikasına dayandırıldı. Dolayısıyla işçi sınıfından yana politikaya karşı, 12 Eylül’le aynı yönde cephe alan sanatçılar sermaye paralelinde bir paradigmayla hareket ediyorlardı. Sonuçta politik bularak eleştirdikleri sanatçılara baktığınız zaman, örneğin Nâzım Hikmet’in, sosyalizme bağlı bir sanatçı olduğu görülür. Edebiyatı tarihten, politikadan, ideolojiden koparamazsınız. Bugün şairin özgürlüğü var mıdır? Şair kalabilme özgürlüğü günümüzde reklam metni yazma özgürlüğüne indirgenmiştir. Şairlerimizin yüzde yetmişi cuntadan sonra reklam yazarı olmuşlardır. Reklam metni yazarlığı ise yalanları doğru söyleme sanatından başka nedir, reklamı yapılan metaların bir poetikası olabilir mi? Bir dönemin şiirine slogancı şiir diyorlardı ama belli bir dönem sonrasında o metaların satışı için en iyi slogan bulma yarışına girmeleri bir hayli trajikomiktir. Kir, kokuşma ve çürümüşlük sözcükleri çok fazla kullanıldı; bu aynı zamanda edebiyat ve sanatta belirli bir kuşatılmışlığa tekabül ediyor. Sizce bu kuşatma nasıl ve hangi araçlarla yarılabilir? Böyle bir umut ve ihtimal olmasaydı biz zaten yazmaz ve eleştirmezdik. Çünkü eleştiri, zaten belli bir perspektiften, belli bir dünya görüşünden yola çıkıyor. Özgürleşmiş bir toplumun ufkundan, kapitalist sömürüden kurtulmuş bir toplumun ufkundan meseleye bakmaya çalışıyorum. Dolayısıyla bunu geçmişte yapan yazarlar bizim temel dayanaklarımızdır. Noterler ve Edebiyat kitabında onlarla ilgili incelemeler de var, sadece negatif eleştiri yok. Tarihimizde mücadeleci, hiçbir koşulda diz çökmeyen edebiyatçılarımız var. Bunların emeğinin yok sayılmaması için de eleştiri yapmaya çalışıyorum. Sonuç olarak şunu özellikle belirtmek istiyorum, nitelikli edebiyat her zaman halkına ve insanlığa, onun kurtuluş çabalarına yürekten bağlı yazarların eseridir. ? CUMHURİYET KİTAP SAYI ? Coşkun ONGUN adık Albayrak ismine ilk kez, Türkiye Yazarlar Sendikası yayınları arasında çıkan "Savaşımcı Şair Tasarımı Tevfik Fikret" kitabında hazırlayıcılardan biri olarak rastlamıştım. Fikret ile ilgili kaleme aldığım ve Cumhuriyet’te yayımlanan makalenin büyük kısmını bu kitapta yer alan görüşlerden alıntılar yaparak hazırlamıştım. Gerçekten bu eserin, Fikret’i tanıma ve anlama yolunda bana kattıklarını yadsıyamam. Noterler ve Edebiyat kitabıyla karşılaştım bu kez, aynı yazarla… Türk edebiyat dünyasına katkılarına yenilerini eklerken görmek doğrusu heyecanlandırdı beni. Bu yeni kitabında, dört ana başlık altında topladığı eleştirel yazılarında sözü dolandırmadan, edebiyata dair söyleyeceklerini sıralıyor. Bu doğrudan söyleme huyu, zaman zaman kimi çevreleri rahatsız edebilir. O da bunun farkında olmalı ki; "bilincinin 5 metrekarelik betondaki kumsalda bronzlaşmasından hoşnut olanlar bu kitaptan uzak durmalılar… ya bu kitaptan uzak durun ya da bırakın tüm doğru bildiklerinizin üzerine bir kuşku tozu serpilsin" diyor. Kitabın ismi, ilk kez gören ya da duyan biri tümüyle noterlerin edebiyatla ilişkilerinin anlatıldığını sanabilir. Ancak gerçek öyle değil. Bu isim, eleştiri yazılarından sadece birinin başlığının adı. İsim için yöneltilecek "Ne alaka?" türünden soruları yazar, "Hayat ve onun türevlerinden biri yazarlık, ‘alakasızlar’ arasındaki görünmeyen alakaları gösterme sanatı değil midir? Hayat için zorlayıcı tehlikeli alakalar bazen romanlaşır, bazen bir şiirde veya eleştiride dile gelir" diyerek yanıtlıyor. GÖRÜNMEZ İLİŞKİLER... Kitabın önsözünde, "Edebiyat hayatın görünmez ilişkilerini görünür kılan, bizi öteki insanla buluşturan, geçmişi gösterdiği ölçüde gelecek kurma gücümüze katkıda bulunan bir etkinliktir. Bu ‘sorular soran edebiyattır’; ‘tarihi soluyan edebiyat’ bize tarih bilinci kazandırır" diyerek edebiyatı nasıl algıladığını daha baştan ortaya koyuyor. İlk bölümün başlığı, Bata Çıka Edebiyat. Bu başlık altında yer alan eleştiri yazılarında edebiyatın tarihsel boyutları irdelenirken geçirdiği merhaleler ve edebiyatı gerçek anlamda bir yerlere getiren eser ve yazarlara değiniliyor. Balzac’tan Dostoyevski’ye dek her bir yazarın dönemlerinde edebiyatta çığır açmakla kalmadıkları, aynı zamanda yapıtlarıyla gelecek dönemlerin habercisi oldukları da belirtiliyor. Bu durumun günümüzle karşılaştırmasından pek de parlak sonuç çıkmıyor ne yazık ki güncel edebiyat adına. "Şiirin yerini malların reklam sloganları almıştır. Romanın eğildiği bireysel ve toplumsal çatışmalar, TV dizileriyle tersyüz edilmiştir. Mizahın sorgulayıcı eleştirisini bastırmak için televizyonunun gülen görünmez kuklaları icat olmuştur." Görünenin umutsuzluğu yazarı karamsarlığa itmek yerine umuda götürüyor. Çünkü ona göre er geç bambaşka bir yükselişle edebiyat yeniden sahneye çıkacaktır. Çünkü in S Edebiyatın halleri sanın insanlığa ihtiyacı vardır; insana insanlığı öğreten araçlardan biri de edebiyattır. Bir Millet Okuyor başlıklı metnin girişinde Köy Enstitüleriyle ilgili ilginç ve çarpıcı bir olaya yer veriliyor. Köy Enstitülerine teftişe giden dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü; enstitünün kırda koyun otlatan kız öğrencilerinden birine, azığında ne olduğunu soruyor. Kız azığındakileri çıkarıyor. Bunların arasında Sofokles’in Antigone tragedyası kitabı da var. O zamanki Milli Eğitim Bakanlığı’nın tercüme seferberliği içinde çıkmış bir Yunan klasiği bu. İnönü yanındakilere dönerek "Türk milletinin bütün gençlerinin azık torbalarında bunun gibi kitaplar çıktığı gün amacımıza ulaşmışız demektir." Köy Enstitülerinin kapatılmasının, ne derece vahim sonuçlara yol açtığını bu olaydan daha iyi bize ne öğretebilir ki? Yazar, kapatılma olayını irdelerken, "bu okullardan bugün geriye kalan harabeler, sermaye sınıfının okumaya ve bilinçlenmeye düşmanlığının canlı birer anıtına" benzetiyor. Gerçekten de bu bilinçlenmeye düştamanın bir gerçeğin değil, tüketimi pompalayıcı nitelikte bir dayatmanın ürünü olduğunu belirterek, tezini reklam, bir mamulün satışının propagandasından daha geniş kapsamlı ideolojik etkinlikte bulunarak, insanların anlam ve değer sistemlerini etkilediğini göstererek kanıtlıyor. POPÜLER KÜLTÜRE YANIT Yazardan Yazıcıya Edebiyat isimli denemesinde Engels’den, Brecht’e dek uzanan yazarlardan alıntılar, eleştiriye dinamizm katarken, okuyucuyu da bu yazarları okuma ve daha çok tanıma ihtiyacı duyumsatıyor. W. Shakespeare’in Hamlet’inde geçen şu alıntı, yazarın da sürekli eleştirdiği popüler kültüre yanıt niteliğindedir adeta: "Şimdi; bu işte ifrata yahut tefrite kaçmak cahili güldürür belki, ama erbabına fena gelir. Sizce, bu gibilerden tek bir kişinin kanaati, berikilerin bir tiyatro dolusunun kanaatinden daha ağır basmalıdır." Rus Gerçekçiliği Üzerine Notlar da Rus edebiyatı üzerine geniş bir incelemeye yer veriliyor kitapta. Bu satırları okurken, İnsancıklar’dan Babalar ve Oğullar’a dek Rus klasikleri arasında bir geziye çıkmış gibi hissediyorsunuz kendinizi… Tarihi Soluyan Edebiyat bölümünde çeşitli yazarlar ve onların eserleri inceleniyor. Yusuf Ziya Bahadınlı’nın öyküleri arasında gezinirken rastlanan âşıkların öyküsü, Şükran Kurdakul’un öykülerinde hissedilen tarihin soluğu, Mehmet Güler’in öykülerindeki trenlerin yiten geçmiş gibi yiten Anadolu’yu anlatışı, Ümit Kaftancıoğlu’nun Köroğlu’su, Sadık Albayrak’ın günümüz şiiri üzerine aldığı notları bu bölümün altbaşlıklarını oluşturuyor. Kitaba adını veren Noterler ve Edebiyat bölümünün ilk kısmında yazar, “Edebiyat bize tarih bilinci kazandırır”, derken kimi şairlerin şiirlerine yer veriyor. Yazarlarla Denizli’ye yapılan gezi, Sivas katliamı yaşanırken orada bulunuşunu, "yangın yerinde" gözü dönmüş şeriatçı güruh karşısında yaşadıklarını, Pir Sultan Abdal’ın "Kalsın benim davam divana kalsın" şiirinde yer alan divanın emekçi ve aydınlık güçler tarafından bir an önce kurulması gereğine işaret ediyor. Noterler ve Edebiyat altbaşlığında ise Albayrak, noterlerle edebiyat ilişkisini somut birkaç acı olayla gün yüzüne çıkarıyor. Bu yazıdan dolayı hakkında Noterler Birliği’nce açılan dava dilekçesini, savunmasını ve mahkemece verilen beraat kararlarını da kitabın son bölümüne almayı ihmal etmiyor. Hukukçu ve edebiyatçıların içeriğinde çok şey bulacakları bu savunma ile kitabın bütünü, edebiyatı çıkarları doğrultusunda bir yerlere çekmeye çalışan kesimlere de bir karşı duruş niteliğinde!.. Bildiklerini gözden geçirmek adına “Edebiyatla ilgiliyim,” diyen herkesin mutlak okuması gereken bir kitap. ? econgun@gmail.com Noterler ve Edebiyat,/ Sadık Albayrak, Yazılar,/Papirüs,/ 268 s. manlık olmasaydı, bugün "haydi kızlar okula" kampanyası başlatmak zorunda kalır mıydık? Nerede kırklı yıllarda Sofokles okuyan enstitülü kız çocuğu, nerede günümüzün töre, din ve yoksulluk kıskacına sıkışmış kızlarımız!.. O günleri despotizmle suçlayanların kulaklarını çınlatıyorsunuz, yazarın bu satırlarını okurken… Eleştiri oklarını 80 sonrası Türk romanına yönelttiği yazısının girişinde şair İsmet Alıcı’nın şu gözlemine yer veriyor: "Büyüklerimiz, biraz da bize örnek olmak için sokakta gördükleri bir ekmek parçasını saygıyla yerden alır, öpüp yüksekçe bir duvar kovuğuna sokarlardı. Buna eşlik eden anlamadığımız dilden bir duanın yerini bizim dünyamızda ekmekemek özdeşliği almış olsa da, bu dersi hiç unutmadık. Eski roman geçmişimizin hafife alınmasına dayanamayan yazar, bu eleştiri yazısında da karşıt fikirli bir makaleyi kıyasıya eleştirdikten sonra, yazısını, emeğimizin ve ekmeğimizin değerini bilmek zorundayız, diyerek sonlandırıyor. Reklamın Sanatı’nda "insan ihtiyaçlarının sonsuz olduğu" yönündeki üniversitelerde okutulan öğretiye meydan okuyor. Reddediyor. Bu sap 853 SAYFA 19