22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? Haldun Taner laşımın uzantısı olduğu açık. cinin gelişmemiş olması, farklı toplumsal katmanlar arasındaki çatışmalar tüm yapıtlarının ana izleğini oluşturuyor. Bütün bu sorunları büyük bir açıkyüreklilikle işlerken gerçekleri hiçbir süslemeye ya da güzelleştirmeye gitmeden tüm çıplaklığıyla gündeme getiriyor. ÇAĞDAŞ DÜŞÜNCEYİ ÖZÜMSEMEK... Seksenli yıllarda çağdaş Haldun Taner tiyatrosu üzerine Almanya’da yayımlayacağım bir araştırma yazısı bağlamında kendisiyle görüştüğümde, onun bu polemiğin anlamsızlığına değindiğini çok iyi anımsıyorum. Haldun Taner’e göre ne Batı’ya öykünme, ne de geleneksellik bir çözüm olabilir. Bir yazar, sanatçı ya da araştırmacı olarak üretici olabilmenin tek yolu elbetteki çağdaş Batı düşüncesine, kültürüne ve tiyatrosuna açık olmaktır. Çağdaş düşünceyi özümseyebildiğimiz oranda da, kendi kültürümüze ve geleneklerimize de açılabiliriz. Bu Batı’yı, Batı düşüncesini körü körüne taklit etmek değil, çağdaşlaşma anlamına geliyor. Çağdaşlaşmada bireysellik bilincinin oluşması, kolektif koşullandırılmalardan, dinsel bağnazlıktan kurtulma, gerçekleri tüm boyutlarıyla görüp değerlendirme, eleştirel ve özeleştirel bakabilme ve çözüm üretebilme anlamına gelir. Ancak çağdaşlaşabildiğimiz, çağdaş düşünmenin temelini oluşturan ve kökenini Batı kültüründe bulan insan hakları, demokrasi, laiklik gibi temel değerleri özümseyebildiğimiz oranda Avrupa merkezci bakışın sınırlarını da görebilir ve başka kültürlere de açılabiliriz. Sanırım Cumhuriyet devrimlerine saldırıldığı, laikliğin din tanımazlıkla karıştırıldığı ve Türkiye AB’ye girsin mi, girmesin mi tartışmasının özden yoksun bir kutuplaşmaya dönüştürülerek sürdürüldüğü günümüzde Taner’in düşünceleri daha da anlam kazanıyor. Haldun Taner Batı düşüncesiyle yoğurulmuş, bu düşünceyi sonuna değin özümsemiş çağdaş bir yazar. Çağdaş olduğu için de eleştirel bir bakışı var. Yaşadığımız toplumla, insanlarıyla, sorunlarıyla yoğun bir hesaplaşma içinde. Yanlış anlaşılmış bir Batılılaşmanın getirdiği yozlaşma, otoriteye bağımlılık, feodal ve otoriter düşünmenin uzantısı olan baskıcı ve sansürcü tavır, yorumlardan kaçma Taner’in deyimiyle devekuşluk, çağdaşlaşmanın toplumun tüm katmanlarına ulaşamamasının getirdiği sorunlar, bireysellik bilin DÜŞÜNSEL BOYUT Haldun Taner dramatik tiyatro anlayışının kök salmaya başladığı bir dönemde epik tiyatroyla karşılaştıktan sonra benzetmeci tiyatro anlayışından uzaklaşarak, düşünce ağırlıklı bir tiyatroyu benimsiyor. Böylece düşünmeyle eğlenmeyi bütünleştirerek epik oyunlardan tarihsel oyunlara, uyarlamalardan kabare türü oyunlara değin farklı türde oyunlar yazıyor. Oyunlarının çoğunda da geleneksel halk tiyatrosunun özelliklerinden geniş çapta yararlanıyor. Haldun Taner’in oyunları tıpkı Brecht’in oyunları gibi düşünsel bir model oluşturuyor. Brecht’ten ayrıldığı nokta oyunlarının birçoğunda yöreselliğe ağırlık vermesi. Brecht’in oyunları bütünle evrenseldir, yöresel olana, tipik olana hiç yer vermez. Oysa Taner’in canlandırdığı tipler, davranış ve düşünce biçimleri bizim insanımıza özgü olan tipik özellikler taşıyor. Haldun Taner’in oyunların düşünsel boyutu ve açık biçimi bu oyunları kendi düşünce süzgecinden geçirerek yeni bir gözle okumaya bizleri neredeyse zorluyor. Öte yandan oyunlarının yöresel özellikleri, canlandırdığı tiplerin belli bir zamanda, öneme ve ortama bağlı olarak biçimlendirilmiş olması günümüz okuyucusunu geçmişle bugün arasındaki bağlantıları irdelemeye yönlendiriyor. Sözgelimi “Ayışığında Çalışkur” adlı oyununda gerçeklerle yüzleşmekten kaçınan, bağnaz ve sansürcü bir bakışı alaya alıyor. Oyunda canlandırılan tipler, anlatılan olaylar, birbirleriyle ilişkileri belli bir tarihsel ortamın ve dönemin ürünü. Ama gerçekleri görmezden gelme, devekuşluğu, dahası gerçekleri dile getirerenlere saldırı bugünde de etkisini katlayarak sürdüren olgular. Bu açıdan ancak Taner’in oyunlarının güncelliğini ortaya çıkaran, bugün bize ne söylediğini bulgulayan bir okuma biçimiyle onun bize bıraktığı değerli mirasa sahip çıkabiliriz. Oyunların hem tarihsel, hem de güncel özelliklerini bulgulamaya çalışan, hem düşünsel, hem de eğlendirici boyutunu irdeleyen bir yaklaşım sanırım yalnız günümüzde değil gelecekte de yepyeni dramaturgi çalışmalarına ve sahneleme anlayışlarına yol açacaktır. ? Barış Derneği Günlüğü 1982 yılının başından sonuna uzanan şubattan aralık ayına dek sürmüş bir dönemi oluşturmuş belirli koşulların çıplak fotoğrafı! Özel ve seçilmiş bir zaman dilimini birebir ölçekte yansıtan kesitler! * Anılar, bir açıdan, geçen zamana kalemin meydan okuyuşu sayılabilir. Bununla birlikte, söz konusu eşitsiz savaşın kısa vadede yeniği, kuşkusuz, gene de doğrudan anı sahibinden başkası değil. Çünkü anılar okunur, unutulur; bir kez daha ölür. Ya da, zaten unutuluyor; dolayısıyla hiç okunmuyor. Aslına bakılırsa, kaleme alınmış bu tür anılar belirli bir sürecin ya da kişilerin saydamlaştırılması girişiminden başka ne anlama gelebilir ki?.. Derece derece saydamlaşmış yaşamlar, olgular, gerçekler! Belki de insanın kendisiyle hesaplaşması, kendi kendini sorgulaması! Gerçi, anıların kaynağında yatan ana gerçek pek değişmiyor. Behçet Necatigil’in sözü nasıl unutulabilir: ‘‘Ölümler varsa, demişti Büyük Usta, anılar da olacaktır elbet!’’ Evet, bereket ki, anılar var! Yoksa, her şey uçup unutulup gidecek; yokluğun derinliklerine karışacak. ? Zehra İPŞİROĞLU Y ıllardır Türk tiyatrosu üzerine süregelen tartışmaların temelinde hiç bitmeyen yapay bir kutuplaşma yatıyor: Biz Batı’ya mı yöneleceğiz, yoksa kendimize özgü yerel bir tiyatro anlayışını mı savunacağız? Bu kutuplaşmada modern tiyatronun kurucusu Muhsin Ertuğrul katıksız bir Batı tiyatrosunun savunusu olarak tanımlanırken, geleneksel tiyatroya sahip çıkan araştırmacı Metin And karşıt görüşü savunur. Metin And’a göre Muhsin Ertuğrul Batı anlamında bir tiyatronun yerleşmesini sağlayarak yanlış bir yol seçmiş, tiyatromuzun kendi kimliğini bulmasını engellemiştir. Nedense bu tartışma Türkiye’nin seksen yıllık geçmişi göz ardı edilerek hiç değişmeden bugün de sürüp gitmektedir. Batı tiyatrosundan yana olanlar Batı’dan gelen postmodern rüzgârla savrularak çeşitli deneysel çalışmalara yönelirlerken kulaklarını her tür yeniliğe tıkayan, dahası yabancı dil bilmeyi bile küçümseyen gelenekçiler tersini savunurlar. Ama her iki eğilimin de ortak yanı, soruna tiyatromuzun neredeyse bir yüzyıllık gelişmesi ve bugünkü konumu göz ardı edilerek bütünüyle biçimsel yaklaşımları. Oysa Batı’da olup bitenlere körü körüne öykünmenin ya da müzelik bir gelenekselliği savunmanın, özden yoksun biçimsel bir yak ? Uğur KÖKDEN 25 Şubat 1982. Yirmi beşinci yıla giriş! Bir ‘tutukluğun’ ya da bir ‘tarih’in yirmi beşinci yıldönümü! 12 Eylül’ü tanımlayan iki önemli ve iz bırakan davadan biri, Barış Derneği Davası’ydı kuşkusuz öbürü de, DİSK Davası! Böylece, Barış Derneği tutuklamaları çeyrek yüzyıllık bir geçmişi geride bırakmaya başlıyor, akıp giden her günle... Elbet, ölüleri ve anılarıyla. Şu anda ne Dernek Başkanı eski Büyükelçi Mahmut Dikerdem yaşamakta, ne İstanbul Baro Başkanı Orhan Apaydın, ne İktisat Fakültesi Dekanı Melih Tümer ve ne de sisler arkasından el sallayan iki genç milletvekili, Nedim Tarhan ile İsmail Hakkı Öztorun!.. Yüzyıl değişirken, Barış Derneği Davası tutuklularının Kartal Maltepe Askeri Cezaevi (İkinci Zırhlı Tugay sınırları içinde yer almakta) ile Bayrampaşa Sivil Cezaevi’nde geçirdiği yaklaşık bir yıllık sürenin öyküsü Uzun Gecenin Tutsakları (Yapı Kredi Yayınları 2001) adıyla yayımlandı. İçeride, günü gününe tutulmuş notlarla hazırlanan bir Cezaevi Günlüğü! Özellikle, belleğe dayanılarak yazılan ve bütününe şu ya da bu yönde allık / düzgün sürülmemiş bir ürün! ‘İÇ KONUŞMA’... Barış Derneği Günlüğü, bir bakıma, kime seslendiği açık seçik belli olmayan bir ‘iç konuşma’ dahi sayılabilir. Ya da bir çeşit kendi kendine mırıldanış! Belki de, su yüzüne çıkmaması uygun olacak iç dökmeler! * Evet, böyle bir soru her zaman sorulabilir: Bu metinlerin gün ışığına çıkması ne ölçüde doğruydu? Geçen her günle kâğıda aktarılmış bu kopuk yaşam kırıntıları boş yere yayımlanmış sayılabilir mi?.. Sözgelimi Montaigne örnek alınabilir mi, bu konuda? O Denemeler kitabını XVI. yüzyılda, kuşkusuz birkaç dostu için yazdığını söylemişti. Ama, 12 Eylül’ü belgeleyen Cezaevi Günlüğü bir ‘denemeler dergisi’ değil ki? Yirmi yıl sonra da yayınlansa, Uzun Gecenin Tutsakları arasında susmayı bilmeyen bellekler ve kalemler var sonuçta. Öte yandan, günlüklerde en açık ve dolaysız ele alınan kişi yazarın kendisi. Sanki yazar, kendisini anlatmak için bu günceyi KİTAP SAYI NE ABARTMA, NE OYNATMA... İlk Türk kabare tiyatrosu “Devekuşu”nu kuranlar bir arada... Soldan sağa: Zeki Alasya, Ahmet Gülhan, Haldun Taner, Metin Akpınar, Hüseyin Şentürk. Bir çeşit tanıklık, izlenimler ve gözlemler güncesi! Ne abartma, ne oynama, ne yorum, ne de gerçeğin değiştirilmesi! ? SAYFA 26 CUMHURİYET 841
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle