Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Bitmeyecek bir konu: Çeviri Çeviri ve çevirmenlik üzerine tezler Yazar bir mimara, çevirmense o mimarın sanatsal eseri olan mimari projeyi uygulayan inşaat mühendisine benzetilebilir. Zaten çevirmenlik, yabancı dildeki bir yaratıya en uygun ‘yapıyı kurmaya’ dayalı bir dil mühendisliğidir ve bu benzetme, "Çevirmen sanatçı mıdır?" sorusunu da yanıtlamaya yarayabilecek bir örnektir. Çevirmenler için en doğru niteleme "sanatçı" değil, mühendis kavramını da kapsayan, daha genel bir "teknisyen" nitelemesidir. ? Süha SERTABİBOĞLU eviri bize dünyayı gösteren bir pencereye, çevirmense bu pencerenin camına benzetilebilir. Çevirmen kötü bir kitabı iyi hale getiremez, fakat iyi bir kitabı berbat edebilir. Ben kötü çevirilerden illallah demiş bir okurum ve satın aldığım her üç yabancı kökenli kitaptan ikisinin kötü çeviri çıktığını söylesem hiç abartmış olmam. Bu yüzden, çeviri kitap satın almaktan korkar oldum diyebilirim. Kitabı kimin çevirdiğine mutlaka bakıyorum ve güvenebileceğim bir çevirmen değilse kaçınıyorum. Ve bence Türk halkının az kitap okumasının sorumluluğu büyük ölçüde, kötü çevirmenlerindir. Biraz abartılı bir iddia gibi gelen bu fikri şu şekilde savunmaya çalışayım dilerseniz: Dünyanın çok okuyan halkları kitap okuma zevkini dünyanın dört bir yanından gelen, birbirinden güzel edebiyat başyapıtlarını okuyarak edindi. Bunları okuyarak edebiyata vuruldular; ellerinden bırakamadan, gece gündüz okudukları romanlar sayesinde birer edebiyat hastası ve giderek birer kitap kurdu oldular. Fakat bizde, iyi çevrilmiş bir kitaba rastlamak piyango tutturmaktan farksız olduğundan, birkaç kez bu yüzden ağzı yanan ortalama Türk okuru Türk yazarlarıyla sınırlı kaldı ve edebiyat merakı da Türk edebiyatından öteye gidemedi. Örneğin, ülkemizde radyo, televizyon bulunmadığını ve klasik Batı müziğinin Mozart, Çaykovski gibi büyük ustaların yapıtlarını çalacak hiçbir orkestranın olmadığını, Türk orkestralarının ancak, örneğin Ahmet Adnan Saygun, İlhan Usmanbaş falan gibi, sadece Türk klasik Batı müziği bestecilerinin yapıtlarını çalabildiğini bir düşünün. Bu durumda, klasik Batı müziğine vurulmak mümkün olabilir mi? Çevirmenlik genelde, yabancı dili çok iyi bilmekle özdeşleştirilir. Oysa, çevirmenlik beSAYFA 22 Ç cerisinin tümünü on basamaklı bir merdiven olarak düşünürsek bunun ilk üç basamağı yabancı dil, kalan yedi basamağıysa Türkçe yetisidir. Yani, yabancı dil bilmeden bu merdivene çıkılamayacağı kesindir elbette; fakat yolun asıl geri kalanı Türkçe yetisinden oluşur ki, bu durumda, çevirmenlik uğraşının ‘yabancı dili çok iyi bilmek’le özdeşleştirilemeyeceği kesindir. Gayet iyi yabancı dil bilen binlerce kişi var ama bunların çoğunun, bir metni çevirmeye kalktıklarında, içeriği gayet iyi anlıyor olmalarına karşın bunu herkesin anlayabileceği bir dille ifade edemedikleri ve deyim yerindeyse "iki lafı bir araya getiremedikleri" görülür. "Türkçe yetisi" kavramını da biraz irdelemekte yarar var. Bu, Türkçe dilbilgisi falan değil, Türkçeyi ortalama bir Türk aydınından daha iyi bilme ve kullanabilme becerisidir. Aynı şey, örneğin İngilizceden Türkçeye çeviri yapabilen bir kişinin Türkçeden İngilizceye de çeviri yapabileceği varsayımının yanlışlığını gösterir; çünkü Türkçe’den İngilizce’ye çeviri yapacak bir insanın İngilizce’yi ortalama bir İngiliz aydınından daha iyi bilmesi ve kullanabilmesi gerekir ki, Türkçede çok yetkin olabilmesi için her şeyden önce bu ülkede uzun süre yaşamış birinin, yani bir Türk’ün bu düzeyde bir beceriye sahip olması çok zordur. Yurtdışında bu beceriyi kazanacak kadar uzun süre kalmış, çok iyi yabancı dil bilen Türklerinse Türkçesinin genelde yetersiz olduğu bilinen bir gerçektir. Cümle çevrilmez; anlam ve söylem çevrilir. Yani yazar ne demek istemiş ve bunu nasıl söylemiş; çeviride yansıtılması gereken budur. ‘Nasıl söylemiş’ten kasıt, söylenen şey mesafeli bir dille ya da resmi bir söylemle yahut hukuk dili dediğimiz tarzda mı, günlük konuşma diliyle mi, yahut argoyla ya da düşük bir kültür düzeyini gösteren, "mahalle ağzı" dediğimiz bozuk bir dille mi, yoksa çocuk diliyle mi; neşeli mi, kızgın mı, samimi mi yoksa düşmanca yahut alaycı bir şekilde mi söylenmiş? Bunun yansıtılması gerekir. dan sonuna dek okuyup bitirmek için bile Eyüp Sultan sabrı gerekir. Çevirmen, kullandığı dil konusunda keyfi davranamaz. Çeviri metni, çevirmenin öz Türkçe sevgisini hayata geçireceği, yahut öz Türkçe kullanarak entelektüelliğini kanıtlayacağı yer değildir. Öz Türkçenin yaygınlaşması için çaba harcamak siyasi bir tavırdır ve dille ilgilenen kurumların işidir. Çevirmen, kendisine emanet edilen metni çevirirken, en çok kişinin bildiği ve çoğunluğun en çabuk anladığı sözcüğü kullanmakla yükümlüdür. İçeriği zaten çok yüklü ve karmaşık, yani kendi dilinde bile zaten anlaşılması zor bir metnin çevirisinde aşırı bir öz Türkçe kullanmak, insanları gereksiz yere zorlamaktan ya da bu metnin hiç okunmamasına yol açmaktan başka bir işe yaramaz. Okumayan ve okumamak için bahaneler arayan bir halkın aydınları olarak hiç de sorumlu bir davranış değildir bu. Dördüncü aşama: Okuyucu, okuduğu metinden zevk almalıdır. Bundan, metnin içeriğinin okuyucuya zevk vermesini kastetmiyorum elbette. Bu konuda çevirmen olarak bizim yapabileceğimiz pek fazla bir şey yok. Bundan kasıt, okuyucunun metinden dil yönünden zevk almasıdır. Bunun için gereken, her şeyden önce, kullanılan dilin okuyucuyu rahatsız etmemesini yahut okuyucunun kulağına ters gelmemesini sağlamak, yani dilsel estetik bozukluklarını önlemektir. İnsanlar bir metni okurken kafalarında bunu sesli olarak okuyan bir iç sesi dinlerler ve sesli olarak okunan bir metinde dinleyicilerin kulağını rahatsız eden her şey okuyucunun da kulağını rahatsız eder. (Bence bu hiç keyfe keder diye geçiştirilecek bir şey olmadığı gibi, bunu dert edinmek de lüks değildir. Okur sayısının utanılacak kadar az olduğu bir ülkede bir şeyler okumaya yeltenen insanları rahatsız edecek her şeyin karşısında durmak gerekir.) DİLSEL ESTETİK Bu tür rahatsız edici durumların en başta geleni, sesli bir harfle biten bir sözcüğün ardından yine sesli harfle başlayan bir sözcüğün gelmesidir ve bundan mümkün olduğunca kaçınmak gerekir. Türkçeden daha gelişmiş dillerde böyle bir arızaya hemen hiç rastlanmadığına, hatta İngilizcede bu kuralın gereğini yerine getirmek için ("A apple" yerine "An apple" denmesi gibi) dilin bile değiştirildiğine tanık oluyoruz. Aynı şekilde, kendi dilimizin kullanıla kullanıla köşeleri denizdeki çakıl taşları gibi yuvarlanmış atasözlerine bakarsak orada da bu kural yürürlüktedir: "Sakla samanı, gelir zamanı", "Ak akçe kara gün içindir" gibi örneklerde bu kuralın hiç çiğnenmediğini görürüz; insanların kulağına ters gelen bir atasözü yaşayamaz, tekrarlanmaz ve kaybolur gider çünkü. Bu dilsel estetiği sağlamak için elimizden geleni yapmak, bu kurala ters düşmeyen sözcükler seçmek (örneğin "olanaklı olan"ı değil "mümkün olan"ı, "ama o"yu değil "fakat o"yu kullanmak, hele tavuk gıdaklamasına benzeyen "ama o adam"ı kesinlikle kullanmamak) gerekir. Dilimizi hiç bilmeyen kişilerden, Türkçenin onların kulağına kaba ya da çirkin geldiğini duydum; öte yandan da yine yabancıların Nâzım Hikmet’in şiirlerini çok müzikal bulduğuna ve tek kelimesini anlamadıkları halde, dinlemekten hoşlandıklarına tanık oldum. Nâzım Hikmet’in şiirlerindeki müzikal etkiyi yaratan birincil neden, Nâzım’ın bu kurala çok dikkat etmesidir. "İşte dağlar, hem de mavi, hem de serin / İşte sabah seyranı tilkilerin" dizelerine bu kurala ters gelen tek bir hece koysanız müzikallik yok olur. (Ama günümüzün şairleri ne yazık ki buna hiç dikkat etmiyor; üstelik, "suyla" denmesi gereken yerde "su ile" gibi bir garabetin kullanıldığına, yani hem dilsel estetiğin hem de ‘ulama’ kuralının çiğnendiğine bile tanık oluyoruz.) Sessiz harfle biten bir sözcüğün ardından yine sessiz harfle başlayan bir sözcüğün gelKİTAP SAYI ÇEVİRİDE DÖRT AŞAMA Çeviride, en kötüden iyiye doğru giden dört aşama sayabiliriz. İlk aşama: Çeviri doğru olmalıdır. Çevrilen metinde bir anlamsızlık varsa büyük olasılıkla yanlış çeviriden kaynaklanan bir durumdur bu. Çeviri yanlışları konusunda yazmaya kalkan biri bunlarla ciltler doldurabilir. Gerçek anlamı "boşver" olan "let it be"nin "bırak, olsun" diye çevrilmesine dek varan, üstelik İngiliz filolojisi mezunları tarafından yapılmış ne gülünç çeviri yanlışlarıyla karşılaştık bugüne dek. Aslında başka çevirmenlerin yaptığı hataları sergilemek hiç hoşuma giden bir tavır değil; ama bunlardan birini, konuya bir örnek olarak vermek istiyorum: Cumhuriyet Kitap ekinde bir "Şiir Atlası" bölümü var. Bir gün orada Beat kuşağının önemli şairlerinden Allen Ginsberg’in şiirlerini gördüm. Kimin tarafından çevrilmiş olduğunu şimdi hatırlamıyorum. Ama şiirlerden birinin sonunda "Kıçımı sürükleyip gideceğim bu dünyadan" diye bir dize vardı. Bu laflar o şiirde hiçbir anlama gelmiyordu; fakat biraz düşününce bunun, şiir çevirmeye yeltenen birinin yapmaması gereken bir çeviri hatası olduğunu fark ettim. Amerikan argosunda "drag your ass", "siktir git" anlamına gelir. Çevirmen sözlüğe bakıp, ‘drag’ kelimesinin karşılığı olan sürüklemek ve "ass" kelimesinin karşılığı olan kıç sözcüklerini yazınca böyle bir anlamsızlık ortaya çıkmış. (Oysa Ginsberg "Siktir olup gideceğim bu dünyadan" demek istiyor.) Yukarıda değindiğim prensip uyarınca, çevirmen bu çok özel deyimi bilmiyorsa bile, ortaya çıkan ifadenin anlamsızlığını ya da bağlamla bir ilgisinin olmadığını görünce yanlış çeviri yaptığını fark etmeli ve doğrusunu araştırıp bulmalıydı. İkinci aşama: Çevrilen metin anlaşılır olmalıdır. Eğer bir cümle anlaşılmıyorsa (çevirinin doğru yapıldığını düşünür ve yanlış çeviri diye bir olasılığı yok sayarsak) ya cümlenin kuruluşunda ya da sözcüklerin seçiminde yahut noktalama işaretleri konusunda bir hata yapılmıştır ve bu, kötü bir çeviridir. Çevirmen, orijinal cümleyi anladığı için, kurduğu Türkçe cümleyi de tabii ki anlamış ve bunu herkesin anlayabileceği yanılgısına kapılmış, tekrar okuyup üzerinde düşünmemiş, yani gereken özeni göstermemiştir. ANLAŞILIR OLMA... Üçüncü aşama: Çevrilen metin hemen anlaşılır olmalıdır. Bazı, gerek içeriğin karmaşıklığı gerekse cümlenin uzunluğu, yan cümlelerin çokluğu nedeniyle bir okuyuşta hemen anlaşılması mümkün olmayan cümleler olabilir elbette. Fakat ortalama bir okuyucu bunları da, bilemedin ikinci okuyuşta anlayabilmelidir. Eğer anlayamıyorsa, cümle kuruluşunda, sözcüklerin seçiminde hata yapılmamış olsa bile, okuyucunun metni çabucak anlayabilmesini sağlamak için gereken ustalık gösterilmemiştir ve bu, iyi bir çeviri değildir. Yahut bazen de anlatım kasten zorlaştırılmıştır ki bunu daha ziyade, öz Türkçe kullanmaya meraklı çevirmenlerin yapıtlarında görüyoruz. Zaten içeriği zor, uzun cümle ve yan cümlelerden oluşan, karmaşık kavramlarla dolu bir metnin bir de gereksiz öz Türkçe kullanılarak çevrildiğini bir düşünün; böyle bir metni değil anlamak, başın ? CUMHURİYET 841