Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? kendi anlayışını, Fransa’ya, dünyaya bakışını anlatıyor, Türkiye ile ilgili duygu ve düşüncelerini dile getiriyor: "Türkiye’yi çok seviyorum. Konukseverliği çarpıyor beni. Renklerine, evlerine, yörelerine vurgunum. İlham perim bu topraklarda gibi geliyor bana. Çizmek, resim yapmak isteği ile doluyor içim..."(S.109) Yağcılık yapmıyor Plantu, yazarına yaranmak için değil, içinden gelerek söylüyor bunları. Araştırmış, gezmiş görmüş, Türkiye’yi kendi ülkesi Fransa ile kıyaslıyor: "Sanırım Fransa’nın Türkiye’den öğreneceği çok şey var. Avrupalıların unuttukları birtakım değerleri gördüm ben burada. Avrupa’da bir sorun var... Din konusu bir yana, konukseverlik ve yaşlılara gösterilen saygı yeter Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na alınması için... Fransa, gerçekten de bir zamanlar Fransa’yı Fransa yapan değerlerinden koptu." (S.112) Enis BATUR Pervasız Pertavsız PLANTU’NÜN GAZETECİ KİMLİĞİ Yeri geldikçe sözü Fransız meslektaşlarına da getiriyor Plantu. Faisant, Konk, Reiser, Effel, Tim, Dilem, adı geçenler arasında... "Konk çok ilginç biridir. Hakkında kitap kim bilir ne kadar ilginç olurdu. Düşüncelerinin hiçbirine katılmamakla birlikte karikatürlerine, sanatına saygı duyarım, çok yeteneklidir çünkü... Bana acı gelen de bu ya!..." (S.127) Konuşma ilerledikçe Plantu’nün gazeteci kimliğinin karikatürcü kimliğinin önüne geçtiğini görüyoruz. Mesleğinden büyük saygıyla söz ediyor, yaptığı işi seviyor! Mesleğinin saygı görmesini istiyor. "Gerçekler acıtıcı oluyor. Zarar veriyoruz bazen, görevimiz gereği Charlie Hebdo gazetesi şöyle der: Her şeye gülünür! Oysa ben; Her şeye, herkese gülünür, gülmenin sınırı yoktur, diyenlerin tam karşıtı bir şey söylüyorum; Hayır bu özel yaşam, insanların özel yaşamına giremem, diyebiliyorum ben."(129) Sonuncu söyleşiyle birlikte kitap, karikatürle ilgilenen herkesin okuması gereken bir şölene dönüşüyor. Bu bölümde basın karikatürünün anlamı ve önemine vurgu yapılıyor. Dünyanın en önemli gazetelerinden birinde evrensel boyutta karikatürcü olmanın güçlüklerini duyumsuyoruz. "Meslek gereği gazeteciler geciken trenle ilgilenirler, zamanında gelen trenle değil. Gazetecilerin sürekli olarak eleştirmeleri eleştirilir, olumsuzluk yüklenir bu yaptıklarına oysa ben olumlu bulurum, olumlu bir eylemdir,"(S.132) diyen Plantu’nün sevdiklerini eleştirmeyi daha çok sevdiğini fark ediyoruz. Örneğin, Plantu’nün gerek karikatürleriyle, gerek heykelleriyle en çok eleştirdiği kurum olan yargı organına ne denli saygı duyduğunu öğreniyoruz çizerin ağzından... Ve Plantu ile yaptığı bu şahane son valsi, benim daha en başında sorduğum soruyu yanıtlayarak noktalıyor Sevgi Türker Terlemez: "Plantu’yü neden mi yazdım? Pek çok nedenim vardı; çünkü, bu masum bakışlı, yalın adam, kalemi eline aldığı küçücük yaşının çocuk coşkusuna sıkı sıkıya bağlı kalıp çizdi hep. Çünkü yeteneği Fransa’da sıkışıp kalmadı, dünya ile ilgilendi ülkesi ile ilgilendiği gibi; dünyasını geniş tuttu, evrensel bir duyarlılığa sahip olarak. Çünkü Plantu; haksızlık, açlık, saldırı, savaş, ırkçılık, ayırımcılık, egemen gücün küçük hesapları gibi, insanların yaşama hakkını elinden alan, insanlara acı çektiren sevimsiz, bir o kadar da uğursuz olaylara kulak veriyor, umudunu yitirmeden çiziyor belki bir işe yarar diye..." Sevgi Hanım haklı galiba; kolay kolay Plantu olunmuyor... ? *Reiser / JeanMarc Parisis / Editions Grasset & Fasquelle / 1995 PLANTU Kanatlar ve Eller / Sevgi Türker Terlemez / Papirüs Yayınevi / Ekim 2005/208 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI Satırarası okumaya dair "BAŞKA ŞEY YAZ!" abil Kulesinin İnşası"nı, her sahnede sahneyi bir üst kata kurulacak biçimde düşünüyormuş Dürrenmatt: Sona doğru, oyuncular, yükseklik nedeniyle oksijen maskeleri takacakmış, ama doruğa, gökyüzüne ulaştığında Nabukadonozor, düelloya çağırmayı düşündüğü, bu saçma dünyayı yarattığı için kavga etmeye hazırlandığı Tanrı’nın yerine önce ıssız bir sessizlikle, ardından da kendisini "ben senden öncekiyim" diyen süpürgeli bir yaşlı adamla karşılaşacakmışyüzlerce sayfa yazdıktan sonra çökmüş oyun, bir öfke krizi geçirmiş Dürrenmatt, kütüphanesini yere devirmiş, karısı küçük çocuklarını alarak dışarı çıkmış, onlar dönesiye kâğıtları ocağa sürmüş, döndüklerinde eşi ona bakmış ve "başka şey yaz" demiş. Stoffe, biri 1981’de, ötekisi 1999’da yayımlanan, ilk kıvılcımı 1969’da çakan iki kitaplık bir toplamın başlığı. Görebildiğim kadarıyla çetinceviz sözcüklerden bu: Madde, hammadde, materyal, mühimmat arası bir dizi karşılığın ortasında bocalatıyor insanı. "B belki, Dürrenmatt çünkü çizgisinden sapmamış biri; buna karşılık, gövdenin arkasındaki gölgenin ne kadar koyu ve vazgeçilmez olduğunu gördüm: Bazı kitaplar, Yapıt’ın gücünü katlama gücüne sahiptirler. Dürrenmatt’ınki, büyük yalnızlık. Neuchâtel’deki evine çekilmiş, uzlaşamadığı Dünya’ya oradan hep yan bakmış aslında. Eşinin sözünü çok sevdim: "Başka şey yaz". Çok yerinde bir öneri, ilk ağızda. Doğru değil tabii: Dürrenmatt gibi biri "başka şey" yazamazdı. almaya, acısını çıkarmaya yönelmişlerdir. Bizimki gibi ülkelerde hâlâ, arasıra hortlayan bir psikoloji. Bereket ne şiir, ne eleştiri okunuyor artık! İyinin de iyisi: Eleştirmenler şiir okumuyor şimdi. Şair, şu ya da bu nedenle öne çıkmış, çıkarılmışsa daha da çekici görünüyor onu tırmalamak. Bir iktidar gösterisi, şiirin kestanesini çizmeye soyunmak. Sorun bir adım geride oysa: Buna gereksinme duyan eleştirmen zaten hadım. Öne çıkmış, çıkarılmış kişinin epey sevmeyeni birikmiştir kenarda, en azından alkış garanti bu girişimin ardından: Hadımın "ikincil"lerin desteğini toplayacağı kesin. Yarım yüzyıl geçmiş aradan. Malanos’u anan da, adam yerine koyan da kalmamış. Ne gam: Seferis’in, yaşarken, canını yakabilmiş ya! Bu mesafeli bakışa önceden erişemez, ulaşamaz mı şair? Zorun zoru. Şimdiki zaman, gelecekte değilse bile şimdiki zamanda etkilidir. Kaldı ki, her şair uğraşında oldukça yalnızdır. Üstüne üstlük, şiir, yazılırken gücü çeker alır insandan, yerine bir acz ve şüphe alaşımı bırakır. Yaralanmaya açıktır şair. Bir dokunulmazlık perdesi mi dikmeye çalışıyorum orası için? Yalnızca altını çiziyorum. KAR 2005 yılının Şubat ayında İstanbul’a çöken kar, kırk yılı aşkın süredir bu şehirde yaşadığım bütün karlı dönemlerin bir şerit kurarak gözümün önünden geçmesine yol açtı. Ortaokul yıllarındaki kar tatillerinden, 1983 kışında idamla yargılandığı için bir odada gizlenen Ercan Eyüboğlu’nu ziyaretime ne çok anı yığılmış karların yanına. Rastlantı bu ya, aynı günlerde, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Geçmiş Zaman Edipleri’ni okuyordum, sıra Cenap Şahabeddin’le ilgili bölümlere geldi: "14 Kasım 1974’de Cenap’ın Bakırköy’deki evinden cenazesi kaldırılacaktı. Bir gün evvel, Yahya Kemal ile buluşup cenazesine beraber gitmeyi kararlaştırdık. Fakat bu 14 Şubat İstanbul için harikulâde bir gün oldu. Kırk yıldan beri bu kadar şiddetli bir kar fırtınası görülmemiş! İlk önce, Moda’da oturan Yahya Kemal, İstanbul’a geçmesine fırtınanın mâni olduğunu telefon etti. Ben hazırlandım fakat ancak yirmi dakikada bir otomobil buldurabildim. Bununla Sirkeci’ye kadar geldim. Fakat tren kaçmıştı. Oto mütemadiyen kayıyor, kardan göz gözü görmüyordu. Şoför Bakırköyü’ne gitmenin imkânı olmadığını söyleyerek bunu tecrübe etmeğe bile razı olmadı. Ve ben dönmeğe mecbur kalarak Tokatlıyan’ın büyük camlarının önünde oturup düşen karları seyretmeğe koyuldum." Hisar, oturduğu yerden olağanüstü bir metafora uzanır, yağan karın "büyük bir kefen" gibi şairin üstünü örttüğünü düşünür. Bir avuç insan katılabilmiştir cenazeye. Dahası, ertesi günkü gazetelerde, Cenap’la ilgili kısa, sıradan, kof haberler yayımlanır. O gün bugün hâlâ kar kaplı şairin üstü. "BAŞKA ŞEY YAZ"ILABİLİR Mİ? "Başka şey yaz"mağa takılıp kaldı zihnim, günlerdir. İlk soru: Burada tam ne’den söz ediliyor: Başka şey yazmaktan mı, başka "bir" şey yazmaktan mı? İkisi arasında fark yokmuş gibi görünebilir, bana kalırsa yabana atılamayacak bir fark var ortada: Dürrenmatt’ın "dünya"sı başka şey yazmasına elvermezdi; buna karşılık, bir girişim başarısızlıkla sonuçlandığında, çıkar yol başka bir girişim başlatmaktan geçiyordu: Yazarın yapıtı, utkularıyla bozgunlarının ortalamasıdır. "Mallarmé’nin Bozgunu"ndan (1976) beri, demek ki tam otuz yıldır, bu sorunu eşelemeyi sürdürüyorum. Takipçi okur bilir, benim gözümde bir yazarın "Bütün Eserleri" yalnızca yazabildiği kitaplardan oluşmaz ; bir o kadar da tasarılarına, düşlerine, inşası tamamlanamamış yapıtlarına, çöken kalkışımlarına önem verdiğimi sık sık yineledim. Tersini savunmak kolayın kolayı: Ancak "yapıt" düzeyine ulaşabilmiş kalkışımları ölçüm açısından geçerli saymak alışılmış eğilim. Gelgelelim, ‘her inşa girişimi üzerinde titizlikle durmayı gerektirir’ düşüncemden vazgeçmeyi aklımdan geçirmiyorum açıkçası. Stoffe yazıldığı için Dürrenmatt’ın yaşamında önemli damarlar oluşturmuş tasarıları öğrenebildiğim şüphesiz doğru. Oysa, elimin altında, içinden çıkılması güç planlar, taslaklar, elyazması parçalar olsaydı da, onları Dürrenmatt’ın "dünya"sını bütünlemek için kullanmaya çalışacaktım. Benim yaratma sürecine bakış açım bu. Dahası: Çok şey düşünmüş, düşlemiş, tasarlamış, hiçbir şey gerçekleştirememiş insanları da önemserim. Bütün Eserler, bir gün, Bütün Düşler gibi toz olup gidecektir. Dürrenmatt LENİN’İN KAHVE ARKADAŞI Geçmiş Zaman Edipleri’ndeki en büyük sürpriz Hâlit Râşit. Tam anlamıyla bir roman kahramanının portresini çiziyor Hisar. 1900’den biraz sonra İstanbul’dan Paris’e gelmiş, Rue des Carmes’da Rus metresiyle bir odada yaşayan, arada Lenin’le Closerie des Lilas’da buluşarak kahve içip sohbet eden dörtdörtlük bir bohem. Fransızca şiirler yazmış, anlaşılan bir kitap da yayımlamış. Yahya Kemal’i burjuva bulur, enikonu küçümsermiş. I. Dünya Savaşı öncesi yurda dönmüş, İzmir’de karışık ticari işlerle uğraşmış, bir yalıya yerleşmiş ve İspanyol gribinden ölmüş. Gözümün önünde delifişek bir adam canlanıyor. Doğumölüm tarihi bile belli değil, hayatının her aşaması koyu sis içinde kalmış, ne biliyorsak işte Hisar’ın bu birkaç sayfasından sızanlar. Elimin altındaki kaynakları eşeledim, internet’ten uzanabileceğim noktalara uzanmaya çalıştım, boşyere. Her yerde silinen, unutulan renkli insanlar olur, burada daha da acımasız hareket eder silecekler: Hâlit Râşit, besbelli özel biriymiş. Kazıcıların ilgisine sunulur. (Gürsel Aytaç, ilk kitabı Konularım [Gündoğan, 1995] başlığıyla çevirmiş Türkçeye. Bana kalırsa iyi oturmuyor bu çözüm denemesi. Kaldı ki, doğru ama kişiliksiz bir dil kullanıyor çevirmen, bir yazarın dilini veremez böyle bir Türkçe. Gene de, bunca gözden kaçmamalıydı bu kitap, üzerinde durulmalıydı.) Sonuçta, yazı inşasında, inşaatında kullanılması öngörülen malzemenin bütününe gönderme yapıyor Dürrenmatt. İmgeleminde doğmuş, çoğu zaman inşası gerçekleşmemiş, gerçekleşememiş hammadde toplamını esas alarak yazmış Stoffe’yi önemli yaşamöyküsel kesitler de içeren iki canalıcı kitap: Yazarın "dünya"sı diye adlandırılan kişisel bir corpus’e doğru içyolculuk metinleri. İki yıl mı oldu, DürrenmattFrisch ikilisi üzerinden ‘ülküsel okur’ konusuna gireli? İşin açığı, Dürrenmatt’a geri dönmek gündemimde değildi. Stoffe’nin önce bir cildini gördüm, böyle bir kitabı olduğunu bilmiyordum, daha kitabevi tezgâhında ilgimi çekti ve aldım, ikinci cilde sonra ulaştım. Son yıllarda okuduğum en güçlü kitaplar arasına gözümü kırpmadan katarım Stoffe’yi. Yazara bakışımı değiştirdi diyemem YARALAYAN ELEŞTİRİ Timos Malanos, Seferis’in Şiiri başlıklı kitabını 1951’de yayımlamış. 50’sindeki şairin, her dizesini başta Eliot ve Valéry olmak üzere başka şairlerden çaldığını kanıtlayan bir ‘eleştirel çalışma’. "Burnumun ucunu kaşısam", diyor Seferis, "bunu birinden aldığımı söyleyecek". Günlüğünde, öfke içinde "ahmak"lıkla damgalıyor, daha önce de Kavafis’in şiirinin her noktasını eşcinsellikle ilişkilendiren Malaros’u, ama kırılıyor, küsüyor yazın çevrelerine Atina’da ne denli sevilmediğine eski bir denememde değinmiştim. Malanos’un çıkışı, eleştiri başka bir yol tutturana dek, pek çok yargıcın seçtiği tavrın bir örneği. Neredeyse intikam duygusuyla hareket etmiş, temel bir eksikliğin önünü 841 SAYFA 15