29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? eşcinsel olduğuna dair hakkında dedikodular yapılan, aynı zamanda kasabanın en seçkin kuaförü olan dayı Alfredo... Her şeye rağmen Tambini ailesi ve aileyi çevreleyen tüm kasabalı Maria’nın ünlü bir popstar olabilmesi için yoğun bir çalışma içindeler. Hem ailesinin hem de tüm ada sakinlerinin medarı iftarı olan Maria, “Şans Kapıyı Çalınca” TV programına kabul edilmek için sıkı bir çalışmaya tabi tutulur. Tüm ada sakinleri de Maria için seferber olur. Sonra aracılar bulunur, malum torpil gerek ve şans Maria’nın da kapısını çalar ve Maria sonunda Londra’nın yolunu tutar... Savaş sonrası Avrupa’nın dört bir yanından gitarını alan Amerika ya da Londra ve Paris’in yolunu tutuyordu ünlü birer popstar olmak için... İskoçya’nın Bute Adası’nda ise Maria Tambini popstar olmaya hak kazanmıştı. Maria, televizyon aracılığıyla atılım yapan bir dizi İskoç sanatçının en son örneğiydi. “GÖSTERİ DÜNYASI”... İkinci Dünya Savaşı’nın büyük bir enkaz olarak geride bıraktığı Kıta Avrupası tüten enkazda sağ çıkanları oyalamak derdindeydi. Avrupalı, vahşi kapitalizmin gülümseyen şevkatli yüzüne muhtaçtı. Savaşın acılarını unutmaları gerekiyordu, bu nedenle de sistem bir eğlence kültürü arayışına girdi. Ve gerekli araç bulundu: “Gösteri dünyası”... TV aracılığıyla vahşi kapitalizm artık herkese gülümseyecekti, her eve girecekti, herkese mutluluk vaadedecekti, herkese popstar ya da ünlü bir aktör olabilmesi için şans tanıyacaktı. Bu nedenle her an herkesin kapısını şans çalabilirdi. Ve bu işe “Şans “Şans Kapıyı Çalınca” yetenek gösterisine katılmak için seçilen harika küçük İskoç şarkıcı Maria Tambini yıldız olma yolunda, Andrew O’Hagan’ın (sağda) kalemiyle hızla ilerledi. O artık ünlü bir stardı 16 yaşına geldiğinde. İşte o zaman aşırı yorgunluktan yataklara düşünce kapitalizmin insanı öğüten bir sistem olduğunu anlayacaktı. Maria’nın dramından yaklaşık 50 yıl sonra ülkemizde de birden fazla TV kanalı tarafından büyük şamatalarla hazırlanan ve milyonları ekranlara kilitleyen bu tarz programları daha iyi anlayabilmek için bu kitap mutlaka okunmalı. Kapıyı Çalınca” dendi, savaşın yıkımıyla umutsuzluğa boğulan kitleler büyük umutlarla sistemin kendilerini unutmadı ğını ve sahip çıktığını gördüler(!) Yakın zamanda bizim de TV’lerimizde yayımlanan bu programlar da seçimi (görünürde) halka bırakıyorlardı. Cümle Avrupalı “gösteri dünyasına” odaklandı. “Bizim yerimize halkın karar vermesini istiyoruz. Halk her zaman haklıdır. Onlar yeteneği uzaktan fark ederler. Halk her zaman doğrusunu bilir, halk her zaman bilir. Onu asla aldatamazsınız. Ve biz halkın bizim için karar vermesini istiyoruz” deniyordu ve bu kararlar sanat için Tanrısal buyruk olarak lanse ediliyordu. Sürücüler, alışveriş yapanlar, Avrupa’nın gelişmiş şehirlerinde ya da Amerika’da yaşamayı hayal edenler, dilenciler, bir çocuğunu diğerinden daha çok seven anneler, meclis üyeleri, aylaklar, muhasebeciler, turistler, terziler, pilotlar, şiiri küçük bir dergide yayımlanmış bir şair, barmenler, avukatlar, pilotlar, bir sanat tarihçisi... Onlar yaptıkları işlerle günün 24 saati “gösteri dünyasının” birer ferdiydiler artık... Kimi seyirci, kimi yetenek veya fırsat avcısı, kimi yarışmacı olarak... İnsanların gülümsediği ve bu tür yapay gülümsemelerle gerçek düşüncelerin gizlendiği gösteri dünyasında... Popüler kültür yeşeriyordu, sistem yeni bir ruhla canlanıyordu. Ve gerçekten ne düşündüklerini kestirmek pek mümkün olamıyordu, gerçek duygu ve düşüncelerini gizlemek için hep gülümsüyorlardı, bugün de gülümsüyorlar. Yeni Zelanda’dan İngiltere’ye Amerika’dan Türkiye’ye... Makyajsız bir kadının tuzsuz bir yemeğe benzediği daha çocuk yaşlarda öğretiliyordu. Sürekli gülümsemeleri, yürürken çenelerini hep yukarıda tutmaları da öğretilmişti, herkes gerçek benliğini yitirmiş ve herkes popstar ya da ünlü bir aktör olabilmek için potansiyel adaydı. “Şans Kapıyı Çalınca” yetenek gösterisine katılmak için seçilen harika küçük İskoç şarkıcı Maria Tambini yıldız olma yolunda, Andrew O’Hagan’ın kalemiyle hızla ilerledi. O artık ünlü bir stardı 16 yaşına geldiğinde. İşte o zaman aşırı yorgunluktan yataklara düşünce kapitalizmin insanı öğüten bir sistem olduğunu anlayacaktı. Maria’nın dramından yaklaşık 50 yıl sonra ülkemizde de birden fazla TV kanalı tarafından büyük şamatalarla hazırlanan ve milyonları ekranlara kilitleyen bu tarz programları daha iyi anlayabilmek için bu kitap mutlaka okunmalı. ? Şarkıcı Kızın Dramı/ Andrew O’Hagan/ Çeviri: Mefkure Bayatlı/ Agora Kitaplığı/ 373 s. Taşların Dilinde Ankara’nın Öyküsü ? Ali BALKIZ MMOB İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi’nin fotoğraf sanatçısı Mehmet Özer’e hazırlattığı albümün adı: “Taşların Dilinde Ankara’nın Öyküsü”. Birbirinden güzel fotoğraflarla süslenen albüm, MÖ 2000 yıllarından günümüze dek uzanan 4000 yıllık bir tarihin taşlarda kalmış izlerini kapsıyor. Nice kavimler, nice hükümdarlar gelip geçmiş Ankara topraklarından. Her biri bir taş koymuş tarih duvarına. Kimi yontmuş taşı, kimi kabartmış; Hititler saz yapmış, Frigler flüt, Romalılar lir, Osmanlılar ney... Hâlâ sesleniyorlar. Kimi kez ana tanrıça olmuş taşlar, kimi kez kral asası, sakal olmuş, göz olmuş, çiçekli taç olmuş, elde kadeh, göğüste salkım, alında başak olmuş taşlar. Def çalıp dans etmiş, yay gerip ok atmış, yiğit olup güreş tutmuş, ava çıkmış kuş olmuş. Aslan olmuş, koç olmuş, boğa olmuş, maymun olmuş kanatlı, keçi olmuş sakallı, ördek olmuş yaralı. Taşlardan saraylar yapmışlar, hamamlar, mabetler, kaleler surlar, sütunlar yapmışlar. Yollar, tüneller, köprüler yapmışlar. Gele gele Anıtkabir’e gelmişler. Meclis binaları, müzeler, heykeller yapmışlar. Ulus’u, Yenişehir’i kurmuşlar... Ahi olup sof ipliğinden kumaşlar dokumuşlar, seğmen olup kalenin bedenlerinden, Dikmen sırtlarına dizilmişler. Cumhuriyeti burada kurmuş, burada savunmuşlar. Albüm Hititlerden günümüze kalan taşlardaki izlerle açılıyor, Friglerle devam ediyor. Onları sırasıyla; Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar izliyor. Cumhuriyet döneminde Anadolu bozkırında yeniden doğuyor kent. Ara başlıklarla Augustus Tapınağı, Roma Hamamı, Roma Tiyatrosu, Aziz Clemens Ki T lisesi, Ahilik, Hüseyin Gazi Türbesi, Akköprü, Hacı Bayram Camii, Stanoz – İstanoz – Zir Vadisi, Ankara Kalesi ve Anıtkabir tanıtılıyor. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ndeki Ankara’ya dair anlatımlara yer veriliyor. Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Çankaya Atatürk Köşkü, ilk TBMM binası, Atatürk’ün Ankara’daki ilk ikametgâhı, Ankara Kedisi. Jülyanus Sütunu, Anıtkabir, Etnografya Müzesi, Ankara Kalesi ve Gazi Eğitim Enstitüsü siluetlerinin yer aldığı Türkiye Cumhuriyeti postalarının ilk pulları ile 1927 yılında basılan Ankara manzaralı ilk Türk Lirası da unutulmamış. Nâzım Hikmet, Gülten Akın, Ahmed Arif, Şükrü Erbaş, Sabahattin Yalkın, Adnan Yücel, Özgen Seçkin, Hüseyin Atabaş, Sebahattin Kudret Aksal, Zerrin Taşpınar ve Metin Altıok’un Ankara temalı şiirleri ayrı bir zenginlik katmış albüme. TAŞLAR ANLATIYOR ANKARA’NIN ÖYKÜSÜNÜ Önsözde; “Zamanın acımasız yıpratıcılığına karşı direnen taşlar anlatıyor Ankara’nın öyküsünü. Taşlara yazılan sözün ölümsüzlüğü, sabırla bekliyor Ankara’nın öyküsünü dinlemek isteyenleri. Taşlar, bugün dünümüzü anlatıyor, yarın bugünümüzü anlatacak. İnsanın serüvenini öğreniyoruz taşların dilinden” dese de Mehmet Özer, albümün son bölümünde ötekilerin Ankara’sı var: Ulucanlar, Hıdırlık Tepesi, Etimesgut, Demetevler, Bentderesi, Bit Pazarı, İtfaiye Meydanı, Altındağ, İncesu, İskitler, Mamak, Tuzluçayır, Erzurum Mahallesi görüntüleri. Bu görüntülerde kaç bin yıllık kale duvarlarının üstüne oturmuş bir gecekondu, yarım somunu kavramış yaşlı bir ka841 dın, ipe asılmış rengârenk çamaşırların eteğinde oynayan çocuklar, gecekonduları dozerin bıçağı ile sıyırır atar gibi yükselen apartmanlar, Ostim’in çocuk işçileri ve Kızılay’da protestocular. On binlercesi bağırıyor Ankara’nın kalbinde: “Ankara Ankara duy sesimizi...” Ama Ankara, bırakın emekçileri kendi sesini bile duyamamış olmalı ki: böylesine kapsamlı, bir kent tarihi için neredeyse yaşamsal diyebileceğimiz, belki belli bir süre sonra izlerini arasak da bulamayacağımız onca eseri bir albümde toplamak inşaat mühendislerine kalmış... Kültür Bakanlığı dururken. Her gelen bir ad vermiş Ankara’ya: Angora, Ancora, Ankariya, Angur, Ankyra, Ankas, Ankuro, Ankerium, Ancyre, Engura, Enguriye. Hayali’nin, “Şu mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler.” (Şu balıklar ki denizdedirler, denizi bilmezler.) sözünde olduğu gibi, bir kentte yaşarız da farkında değilizdir çoğu kez. Tanımayız o kenti. Kızılay’daki Engürü Pasajı’nın, “Engura”, “Enguriye”den geldiğini, Angora’nın (dokumakumaş türü) Angora’dan (Ankara’nın eski adlarından biri.) geldiğini. “Kızılbey Vergi Dairesi” adının Selçuklu valilerinden (ki o dönemde adına Ahilerce bir de cami yaptırılan) Kızıl Bey’den geldiğini, “Yeğenbey Vergi Dairesi” adının, Aziz Clemens Kilisesinin Sultan 2. Murat döneminde camiye dönüştüren Ahmet bin Hızır Yeğen Bey’den geldiğini kaç Ankaralı bilir?... Yenişehir’e (Kızılay), Anafartalar’a, Sıhhiye’ye, Batıkent’e, Ümitköy’e bu adların neden verildiği bili nir de, “Ulus” adı nereden gelir?... Sahi oraya neden “Ulus” denilmiştir?... Kaç Ankaralı bilir bu sorunun yanıtını?... İÇ İÇE, CAN CANA... KARDEŞÇE... Doğrusu kırk yıldır Ankara’da yaşayan biri olarak, hemen burnumun dibinde (30 km. batıda) Zir Vadisi (Yenikent) diye bir yerleşim yerinin 15. yüzyıldan bu yana varolageldiğini, bu vadide Osmanlı Ermenilerinin izleri olduğunu bu albümle öğrenebildim. Mezar taşları ne çok şey anlatıyor. TürkErmeni, MüslümanHıristiyan mezarları... Yan yana, altüst değil, iç içe, can cana... Öyle kardeşçe “yatıyorlar” değil, “yaşıyorlar” hâlâ... Böyle bir albüm, Ankara (dünübugünü ve yarını) için bir kazanım. Keşke öbür kentlerimizin inşaat mühendisleri, mimarları da kendi kentleri için benzer çalışmalar yapsalar... (Kültür Bakanlığı’nın böyle bir çalışmaya kuruş harcayacağı yok anlaşılan) Bu albümde olduğu üzere, fotoğraf sanatının bütün inceliklerini, renk, ışık, gölge, açı, ton, hareket, imge, simge, söz özelliklerini kullansalar. “Bakan” değil de “gören” olsalar... Hatta “duyumsayan”.... Ama iş yazıya gelende; bu albümde olduğu üzere Türkçeyi bu denli yaralamasalar. Güzel Türkçemizi, hiç olmazsa fotoğrafa yakın düzeyde bilseler... Bilmiyorlarsa da, bunun ayırdında olacak denli alçak gönüllü, duyarlı ve dikkatli olsalar. Bir sözlüğe bakacak kadar zaman harcasalar.... Ahmed Arif’i “Ahmet”, Cemal Süreya’yı “Süreyya”, Hıristiyan’ı Hiristiyan” ya da “Hristiyan”, mabet’i “maabet”, Frigler’i “Frig’ler”, sonra da’yı “sonrada”, mozaik’i “mozayik”, ya da’yı “yada” biçiminde yazmasalar. Daha nice hatalar... “Her güzelin bir kusuru vardır.” Sözünü Ankaralılar da bilirler elbette, ama onlar bu albümün 2. baskısında (olacaksa eğer) bu gibi Türkçe hatalarını istemezler. Her sözcük, her tümce, her fotoğraf denli güzel olsun isterler. Ankara’ya ve Ankaralılara bu yakışır. İyi ki onların inşaat mühendisleri var, iyi ki Mehmet Özer’leri var... ? Ahmet Özer ? CUMHURİYET KİTAP SAYI SAYFA 25
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle