Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
64 kültürsanat 28Ekim2011Cuma382 'Ankara Işıklarından uygarlık projesine MUZAFFERILHANERDOST 'Ahi Cumhuriyeti' Kemal Atatürk'ün vurguladığı "Ankara Cumhuriyeti", kimi tarihçilerin belirttiği gibi, bir "Ahi Cumhuriyeti"dir. Moğol istilası altında, Selçuklu egemenliğinin sönmeye başladığı dönemde, zanaat ve ticaret loncalannı oluşturan ahi örgütleri, ticaret ve zanaatı korumak için silahlı birlikler oluşturmuştu. Askerî Osmanlı yönetimi içinde yer alana değin, yani kent içinde ve kent ile köyler arasmda zanaat ve ticaretin güvenliği Osmanlı devleti tarafından sağlanana değin, Ankara'da, zanaat, ticaret ve tanma egemen olanlar, kentin askersel ve yönetsel egemenliğini ellerinde tutuyorlardı. Öteki beyliklerden farklı olarak, esnaf ve zanaat loncalarının yöneticileri ahiler, aynı zamanda kentin yönetimini de üstlenmişlerdi. Ankara'da "sanatın içine tükürüldüğü" zaman yazdığım gibi, "sultanın, şahın, padişahın kenti olmadığı gibi, mollaların, şeyhlerin, dervişlerin yönettiği kent de değildi Ankara. Zanaatçüarın, emekçi esnafın, ekipbiçen halkın yönettiği bir kentti." Yunus Nadi'ye anlatımında, Mustafa Kemal, o zaman Ankara istasyonunun "ecnebi bir zabit ve askerlerinin tahtı işgalinde bulunduğu"nu belirtir. O güne kadar da bu yabancılar (zabit ve askerler), Ankara'yı bir harabe ve Ankaralıları ölü sanıyorlardı. Mustafa Kemal, bunlan belirttiği yerde, Dikmen tepesinde (Keklik Pmarı'nda) karşılanışını şöyle anlatıyor: "Ankara'ya ilk kabul olunduğum gün sadece bir vatandaş, bir ferdi millet idim. Hiçbir sıfatım, selahiyetim ve unvanım yoktu. Böyle olmakla beraber Ankara ve havalisi kâmilen çocuklarıyla, kadınlarıyla, ihtiyarlarıyla beraber Ankara şehrinden Dikmen tepesine bütün sahrayı doldurmuş ve beni istikbal etmiştir. İstasyondan hükümet dairesine kadar uzayan caddenin iki tarafı eski Türk kıyafetine girmiş, bıçakları ve tabancaları ellerinde Ankara gençleriyle dolmuştu." (s. 98) Bilimin ve uygarlığm niteliğine de değinmek gerekir. Geçtiğimiz günlerde, Avrupalı Hıristiyan Demokratlar, "Avrupa Birliği Projesi"nin bir "uygarhk projesi" olduğunu ileri sürdüler. Soruna, Avrupa Birliği'ne katılma ya da katılmama açısmdan değil, uygarlığm niteliği açısmdan bakmak gerekirse, şu belirtilmeli: "Avrupa uygarhğı" ile, Avrupa'nın ortaçağ uygarlığı geleneği amaçlanıyorsa, bu, kuşkusuz, hanedanlarla, krallıklarla, dinlerle, mezheplerle ve bunlan temsil edenkiliselerle, şatolarla, saraylarla özdeşleşmiş bir uygarlıktır. Maddi gücünü de antik çağm köle emeğinden, feodal çağın emekçisi serfın ürettiği ve karşılığı ödenmemiş değerinden almıştır. Temelinde kast sisteminin egemen olduğu bir uygarlıktır. Ama bugün insanın siyasal özgürleşmesini, ayrımsız eşitlenmesini amacma koyan evrensel emektir, yani bilimdir, teknik bilimdir; onlarla kucaklaşan yazm ve sanattır. İlkel insanın sanatında da, ortaçağ sanatında da var olan insanın insanlaşmasını soluyan özü, bu sanatlann üretildiği çağm ilkelliğinde ya da ortaçağm karanlık zihniyetinde değil, ilkelliği aş x Ankara Işıklan" adlı ser\§ gimdeki fotoğraflar, Keklik Pmarı'ndan Ankara'ya bakan bir yamaçtan çekilmişti. Önü, ışığmkaranlığı boğduğu; arkası, karanlığm ışıkla boğuştuğu iki farklı dünya. Biri kent, öteki kenti kuşatan gecekondu. Fotoğraflan çektiğim Keklik Pınarı, Mustafa Kemal'in Ankara'ya ilk geldiği (27 Aralık 1919) yer. Her yıl 27 Aralık'ta burada tören yapılır. Daha doğrusu, Atatürk'ün Ankara'ya gelişini kutlama törenleri burada başlar. Benim algılayışımda birbirini tamamlayan iki anlamı var: Biri, Ankara'run bir "Ahi Cumhuriyeti" dönemi yaşamış olması; ikincisi, Mustafa Kemal'in Ankara'da coşkuyla karşılamşımn ardmdaki "Cumhuriyet" geleneği. C Kemal Atatürk, 7 Mayıs 1924 günlü Cumhuriyet'te yayınlanan konuşmasmda, Yunus Nadi'ye, "işe memleketin şarkında, şark hududunda başladığını" söyledikten sonraekliyor: "Sonra daha garba gelmek zaruretini hissettim. Nihayet Ankara'da durdum ve (...) başka bir yere gitmeye lüzum hissetmedim." Ankara nitelemesi ise ayrı bir önem taşır: "Ben Ankara'yı coğrafya kitabından ziyade tarihte öğrendim ve Cumhuriyetin merkezi olarak öğrendim. Hakikaten Selçuki idaresinin inkısanıı (parçalanması) üzerine Anadolu'da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken birtakım beylikler meyamnda bir de Ankara Cumhuriyeti'ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir Cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara'ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki arada geçen asırlara rağmen Ankara'da hâlâ o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, I III, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1989, s. 98) mak, karanlıktan çıkmak isteyen sanatm evrenselliğinde aramak gerekir. Yoksa sanat olmazdı. Bugün sanatın sanatsal yani insansal işlevselliği, insanları ve toplumları, etnik, dinsel ve mezhepsel konumlarına göre ayırmak değil, insanın insanlaşan özünü de soğurması, yani evrensel niteliğini bilince çıkarması, yığınsallaştırmasıdır. Bilimin ise, doğası gereği sanat gibi, yerel, bölgesel, sınıfsal, ulusal sınırlan olamaz, yoktur da. Kemal Atatürk'ün "çağdaş uygarhk" (muasır medeniyet) dediği, Marx'm evrensel emeğin ürünü olarak nitelediği bilim ve teknikbilim yerel ya da ulusal değil evrenseldir ve aynı biçimde sanat ve yazm evrensel olduğu ölçüde modern ve çağdaştır. Uygarlaşmanın gizemli umudu Bu, tek başma, ne Alman uygarlığıdır, ne Fransız, ne İngiliz ve ne de Amerikan uygarlığı. "Muasır medeniyet seviyesi", yani çağdaş uygarlık düzeyidir. Söylendiği günün düzeyi ile de sınırlı değildir. Ankara Işıkarı, bu anlamda, o günden bugüne uygarlığm aydmlattığı ışığı kucaklıyor. Tüm baskılara, ortaçağ karanlığının ve modern gericiliğin tüm baskılarma, çekilen acılarakarşm, uygarlaşmanın simgesel açılımı elektiriği, a,be,ce'sine oturtuyor. Elektiriklenmeyi sosyalizmle, yani çağdaş uygarlıkla özdeşleştiren Lenin gibi. Özetlemek gerekirse: Ankara Işıklan, uygarlaşmanın gizemli umudunu vurguluyor. Başkentin maddi ve manevi karalanışmı dışlıyor. Yoksulluğunu, bağnnda çığlıklanan acıyı, boğulan sesi, ışığm sessizliğinde umuda dönüştürüyor. Çünkü güzelüğin, estetiğin duyumsandığı yerde, geleceğin sevinci panldar. Harabe kentten ışık seline Şu sözlerin altı çizilebilir: Yabancı subay ve askerler, Ankara'yı harabe ve Ankaralıları ölü sanıyorlardı. Kent ile Dikmen tepesi arası "sahra"ydı, yani kır ya da ovaydı. Yani boşta Kent harabe ve kentli ölü görünümünde, kent ile Mustafa Kemal'in karşılandığı yer arası büyük kırlık bir alan. Burada, birkaç ölgün ışıktan başka bir şey bulmak olanaklı mı? Ki, bugün olduğu gibi, büyük bir ırmak gibi akan ışık selinden bir fotoğrafçekilebilsin! Cumhuriyet, yöntem ve araç olarak bilimi ve uygarlaşmayı seçtiği içindir ki, "harabe", ancak bayındır olduğu zaman ışığa boğulacak, kırsal alan kentselleştiği ölçüde ışık denizine katılacak.