05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K erit Edgü, tam elli yıl önce yayımladığı Kaçkınlar’a (1959, Sel, 2009), 1950 Kuşağı yazarlarının ilk kitaplarının yayımlanışının otuzuncu yılına özgü 1987’de kaleme aldığı, Ada Yayınları baskısındaki “Bir İlk Kitap İçin Sonsöz” başlıklı yazısında şunları söylüyor: “… 1950’lerin sonunda yayımlanan, kuşağımın birçok yazarının ilk yapıtlarındaki, boğuntunun, bunaltının, bunalımın, başkaldırının, birey olma çabasının, toplumun değerlerine karşı direnmenin, yalnız özgür düşünce ve aydınlar üzerindeki baskıyı gün geçtikçe artıran siyasal iktidar tarafından değil, sözümona ilerici bağnaz çevrelerce de ‘mahkum’ edildiğini gördüm, yaşadım. Bu açıdan bakıldığında, diyebilirim ki, bizler, tam anlamıyla bir yalnızlıkta yazdık. Bireyselliğe yer olmayan bir toplumda, birer aykırı olarak, birer horlanmış olarak yazdık. Kendi benzerlerimizi bulmak için yazdık. Hiçbir zaman hiçbir iktidarın yanında olmadık. Birçoklarına soyut da gelse, mutlak bir özgürlükten yanaydık.” itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Bir öykü atölyesi: F Sel Yayınlarınca “Elli Kuşağının İlk Kitapları 50 Yaşında” dizisinde (2009) yayımlanan öteki ikisi Orhan Duru’nun Bırakılmış Biri (1959) ile Demir Özlü’nün Bunaltı (1958) adlı öykü kitapları… Orhan Duru da “Bırakılmış Biri için otuz yıl sonra önsöz” başlığı altında şu düşüncelerini aktarıyor 1986’da bize: “Niye yazmışım? Niçin yazmışım? Unutmak daha iyi değil miydi? Yeni baştan okuyunca bu sorular da birlikte geliyor. (…) Dönüp dolaşıp başka bir düzeyde başka bir mekânda aynı noktaya geliyoruz. Bu kitaptaki öykülere baktığımda bu duygulara kapılıyorum. Yıllarca önce kapıldığım spiralin gittikçe hızlanarak dönen akıntının başlangıcındayım burada. (…) Toplumumuzun… geçirmekte olduğu sancıların ürünleri de sayılabilir bu öykülerin bir bölümü. Onlara geriden başa doğru bakmak gerekiyor. (…) O yıllardaki düşüncelerimden caymış değilim. Öykünün kendi gerçekleri, güncel gerçeklerden, toplumsal ve bireysel gerçeklerden farklı şeyler. Yüce gerçeği, ancak başka yollardan, kimi zaman güncel gerçeklerden yola çıkarak ama ondan uzaklaşarak, onu ayrıntılarından temizleyerek yakalayabiliriz ancak. (…)… Ben ilk kitabımın öykülerini okurken kendimi bir kez daha tanıyorum.” Ya Demir Özlü? O da yine aynı tarihte, 1986’da “Sonsöz” başlığı altında şunları kaleme almış: “Kısa parçalarda imgeler, insanın üzerine bastırmak istiyor, uzun parçalarda da düşünceler boğmak istiyor yazını. Kuşkusuz gençlik, dahası ilk gençlik metinleridir bunlar. Ama şunu söylemeden kendimi alamayacağım: ‘Bunaltı’ adını taşıyan son uzunca metni, bugün de yazabilirdim yeniden. (…) Kitabı yeniden okuyunca, beni kendi bireyliğim açısından sevindiren bir şey oldu: geleneksel Türk toplumsal yapısına, bütün yaşamım boyunca süren karşıtlıklarımın, bütün ipuçlarını koymuştum ona. (…) Doğrusu yazarken ciddi, yaşarken de alaycıydık. (…) Belki şunu da, kendi kendime mırıldanabilirim: ama, o zamanlar yazmaktan ne kadar da zevk alıyorduk. (…) …Bu kitabı bana yazdıran o büyük ustanın J.P.Sartre’ın o unutulmaz sözünü koydum başına.” Sartre’ın hangi sözü bu, ona bakalım: “İnsan, bir bunaltıdır.” Bir anahtar ya da kılavuz sözcük mü peki bu 1950 kuşağı öykücüleri için? Gelin bu öykülerden içeri girelim şimdi… 1950 Kuşağı... melerini mutlulukla karşılamamız gerekiyor o halde… Onlar şaşırtmacayı, bireysel, toplumsal durumun aktarılması için buna işlevsellik yükleyerek yerine getiriyor. Günümüzde kimi öykücülerde örneklerine rastlandığı üzere saltık bir şaşırtmacaya yeltenmiyorlar, hiçbir zaman… Bu yüzden belki, onlar hep genç, hep delikanlı! Ferit Edgü (Fotoğraf Ara Güler) GENÇ ÖYKÜCÜLERİN DELİKANLI OLARAK PORTRESİ... Böcek, fare, bunaltı… Herkesleştirilen ya da kendini herkesleştiren herkese karşı “herkes”le özdeşleşmemek için herkesleşmeye ayak direyen genç anlatıcılar… Toplumsal değerlerle yüzleşmenin, bunları sorgulayıp tartışmanın, aykırılığın yalnızlığına karşın bunda direnmenin de öyküleri bu nedenle metinler. Gerçekten de anlatıcılar, kendi dışlarında onları yutmaya hazır bir evrene karşı savaşıyor gibidir. Canlı, cansız bu nesnelerle toplumun alışıldık baskıları, dayatmaları büyürler hep, anlatıcıyı kuşatırlar sürekli. Öte yandan bir kopukluk da gözlenir öykü evrenlerine dağılmış kişiler arasında. Birbirine değmeyen, birbirinin ayırdında olmayan insanlarla karşılaşırız öykülerde. İleride 1950 Kuşağı olarak adlandırılacak, yirmilerini sürdüren genç öykücülerin insanı şaşkınlığa uğratan başarı serüveni işte bu “delikanlı” metinlerle başlıyor denebilir. Delikanlı metinler ama, bunu diklenmenin, aykırılığın karşılığı anlamında söylüyorum. Yoksa hiçbiri acemi değil bu delikanlıların. Bu çerçevede genç yazarların nasıl ortaya çıktığının, hangi sancıları aşarak nerelere ulaşdığının yarım yüzyıla dayanan bir tarihçesi de denebilir bu öyküler için. Üç genç öykücü… Üçü de kendi dışlarında tasarımladıkları bir dizi görüntüyü aktarırcasına kurgulayıp yazıyor sanki. Anlatıcıları da, bir bakıma bu yarılmayı yansılıyor denebilir onların. Bir sesin, söylemin, yazınsal tutumun oturmuş olması beklenir herhangi anlatıda, değil mi? 1950 Kuşağı öykücülerinin, erkenden olgunlaşmış halde, böyle hep birlikte bir tansık gibi karşımıza çıkıver ORHAN DURU, FERİT EDGÜ, DEMİR ÖZLÜ... Kaçkınlar’ı, Bırakılmış Biri’ni, Bunaltı’yı yeniden okudum, büyük tatlar alarak… Ferit Edgü’nün Kaçkınlar’ının ilk öyküsündeki (“I.Kaçkın/ Öndeyiş”) anlatıcı, “…Yalnızım o kadar yalnızım ki… camları kıracak kadar…” diye düşünür. “Ben herkes değilim” der, “Hiç kimse değilim…”, “Dört yanım duvar.” (21, 20, 22) Sonrasında daha da derinleştirir sorgusunu: “… Kendimden başka hiçbir şeyden, hiçbir kimseden kuşkulanmıyorum.” (26) Ama “savaşacak gücüm yoktu” der. (28); “…Bir insanı sevebilseydim (bu insan kendim bile olsa) her şey değişecekti./ Ama ya o insan yoktu ortalarda/ Ya da o inanço günlerde.” (31); “Ben herkes değilim…” (45) Demir Özlü’nün Bunaltı’sındaki ilk öykünün (“Bağsız”) anlatıcısına göre, “insanoğlunun (.) tek, ezeli suçu, var olmak suçu”dur. (30) “Burada olmakla uzakta olmak benim için farksız…” der bu nedenle, “Kendimden nereye kaçarım ki?” (17, 18) “Çok başka yerlerde, kurtulmak elde mi? Kurtulmak, bu elinde mi kişioğlunun?” (32) Demir Özlü’nün “Tutunmaya çalışmayacağım” (24) diyen öykü kahramanının ardından yaklaşık on beş yıl kadar sonra Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’la çıkması ortaya, elbette ilginç. Özlü’nün “Bunaltı”daki anlatıcısı da örtüşecektir bu düşüncelerle: “Bu büyük, bu kalabalık şehirde hiçbir teselli yok benim için.” (67); “Biz ölü bir doğanın ortasındayız, ölü bir doğayla çevrilmiş birkaç insan, içtenliği, doğal yaşamayı bir yana bırakıp kendimiz için menfaatler, töreler yaratıyoruz.” (71); “Yalnızlık, bırakılmışlık, eskiden beri yerleşmiş içime.” (76); “…Kurtulmak için yazmaktan başka çare olmadığını anlıyorum.” (80) Orhan Duru da yine Bırakılmış Biri’ndeki ilk öyküsünde aynı vurguyla gelir. Kaldı ki “bırakılmış biri” okumuş biridir öykü kişisi olarak, bu nedenle kendini yalnızlık içinde bulur: “Okumasaydım bir dükkân açardım. Bir kadın alırdım. Gündüz kalkar millete kazık atar, gece karımla yatardım. Cuma günleri namaza giderdim. Mesut olurdum. Okudum dertsiz başıma dert açtım.” (103) Üç yazarın ilk kitap adlarının örtüştüğü de savlanabilir. Bunlara Erdal Öz’ün Yorgunlar’ını eklemek de olası bence. Orhan Duru da, ötekileri de daha yirmili yaşlarında kendilerinden sonra örnek olmayı başaracak nitelikte verimlerle ortaya çıkıp ilk kitaplarını yayımlarken doğrusu ya hepimizi, herkesi şaşırtıyor. 1950 kuşağı öykücüleri, bireyi, onun birey olma kavgasını, varoluşunu anlamlandırma çabasını çok sıkı bir anlatım örgülemesi içinde yansıtıyor sürekli. Anlatılarında milim boşluk bırakmıyor hiçbiri de. Yirmili yaşlarında böylesine sıkı bir örgülemeyle karşımıza çıkması her birinin, elbette alkışlanmaya değer bir tutum. 1950 Kuşağı öykücüleri, hem her biri birbirinden ayrılan, hem de birbiriyle örtüşen verimler sunuyor hep. Göz kamaştıran örnekler halinde. Üstelik her biri, kendinden sonra geniş etkilere yol açan erkelerin insanı oldular bugün görüldüğünce, sonra örnekçe oluşturdular, kendilerinden sonra gelenleri kışkırttılar, yazına yönelişte derinlik denen alanın kazısı için benimsedikleri ön açıcı tutumla yazınımızda katman yoğunluğu sağladılar. Bu nedenle iyi bir öykü birikimine, giderek kalıtına sahip olduğumuz düşünülebilir onların sayesinde. ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZÜN EN BÜYÜK ATÖLYESİ... 1950 kuşağı öykücüleri, birbirinden türemiş değil, birbirini çoğaltmış, ürettikleri erkeyle birbirini iterek daha ileriye taşımış bir kuşak… Bu nedenle belki de yazınımız içinde sinerji oda Demir Özlü Orhan Duru ğında birbirlerine dönük erke üretmiş kuşaklar arasında farklı, önemli bir örnek… Kuşak öykücüleri verimlerinde nasıl bir yazar olarak çıktılar okurun karşısına, buna da kısa başlıklar halinde göz atabiliriz: 1.Çok genç, ama çok özenli dilanlatım özelliğiyle, bunu kurguya içirmeleriyle, 2.Yazınsal açıdan aykırıuç tutumlarıyla, 3.Kendilerini kuşatan koşullara karşı yalın kılıç vuruşmalarıyla, 4.Birey olma kavgasını verişleriyle, bu konuda neredeyse isyan edişleriyle, 5.Sıraladıkları eylem tümceleriyle öykü kurdukları halde, hiçbir zaman olay öykücülüğüne sırtlarını yaslamayışlarıyla, 6.Denemenin sınırlarına girmeden, öyküyü zorlamadan bütün öteki öykücülerden çok daha yoğun biçimde öykülerine soru tümceleri yerleştirişleriyle… Bu “isyan ediş” nitelemesinin onlarda kişi olarak, yazar olarak, öykü sanatında sergiledikleri tutum olarak her anlamda kullanılabileceği kanısındayım kendi payıma. Bütün bunların ardından ortaya çıkışlarından bugüne geçen yarım yüzyıl boyunca kuşak üyesi tüm öykücülerin toplam verim dağarının günümüzde heyecan verici, insanı coşturacak çoğullukta bir öykü atölyesi olarak ortaya çıktığı görülüyor. Gerçekten de yazıda andıklarımız ya da kuşak içinde anmamız gereken öykücüler, bu geçen yarım yüzyıl içinde ürettikleri öykülerle, açılımlarıyla, deneyimleri, aykırılıklarıyla günümüzde öykü verimlemeye yönelmiş gençler için altın değerinde bir atölye çalışmasının dağarı olarak öngörülebilir. Hatta öngörülmeli diyeceğim… Farklı farklı damarlarla, apayrı yollardan o büyük öykü ırmağının suyunu besleyen, geliştirip düzenleyen bu yirmilik gençleri, elli yıl sonra ilk kitaplarıyla selamlamak, öykü kadar yazın severler için gönül borcu olmalı! Öyle ya, yazınsal çığ düşmesi olarak da alınabilir 1950 Kuşağının ortaya çıkışı… Yazınımızın başına gelebilecek en güzel çığ bu! ? SAYFA 29 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1038
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle