Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ başlar. 1943’ün sonlarına doğru Combat’ın yazıişleri müdürü olur. Aynı yıl, dört mektuptan oluşan Bir Alman Dosta Mektuplar’ın (Letters a ami allemand) ilk ikisini yazar; diğer iki mektubu ise 1944’te kaleme alır. Sartre ile tanışması da bu yıla rastlar ve dostlukları 1951’de Camus’nün Başkaldıran İnsan (L’Homme Revolté) adlı yapıtının yayımlanmasına kadar sürer. Camus ve Sartre, ilk önemli kitapları yayımlanınca birbirini keşfeder. 1944’teki tanışmayı tetikleyen en somut olay, Sartre’ın Şubat 1943’te Camus’nün ‘Yabancı’ romanıyla ilgili “Yabancı’nın Açıklanması” adlı bir yazı kaleme almasıdır. Bu yazıda Sartre, Yabancı’yı “absurde”e yönelik “yazılmış bir başyapıt” olarak niteler. Camus de Sartre’ın kitaplarıyla ilgili olumlu eleştiriler kaleme alır. 1944’te tanışmalarıyla yeşeren dostluk, Soğuk Savaş’ın ağırlığını hissettirdiği 1950’lerin başında tökezler. Asıl fırtına ise Camus’nün 1951’de yayımlanan Başkaldıran İnsan adlı yapıtıyla kopar. 1952’de Sartre’ın bu kitaba karşı eleştirilerini sertleştirmesi ve Camus’nün komünizm yergisi, dostluğu bozan en önemli gelişmelerdir. Camus, komünizmi eleştirir, onun yerine “devrimci sendikalizmi” önerir ve Sartre’ın, “varoluşçuluğu Marksizmin kölesi haline getirdiğini” vurgularken temel dayanağı, varoluşçuluğun insanın özgürlüğü savıyla ortaya çıkmasıyla Marksizmin tarihsel gereklilik görüşünün çeliştiğini öne sürmesidir: Ona göre bir özgürlük felsefesi olan varoluşçuluk “gereklilikle bütünleşip Stalinizmin suç ortağı haline gelir.” Sartre ise bu eleştiriye “antikomünizm, kişisel sorumluluklardan kaçma ve değişen dünyaya ayak uyduramamadır” diyerek yanıt verir. Sartre’a göre Sovyetler’deki kimi baskılarına rağmen komünizm, Fransa’da işçilerin biricik umudu ve siyasi ifade tarzıdır. Camus’nün söylemini oluşturduğu yıllar bilimin, politika ve insanın yenilgiye uğradığı yıllardır. Zaten bu yüzden Camus yaşağı dönemi “korku çağı” olarak tanımlar. DİRENİŞ VE BAŞKALDIRI 1946’nın ilkbaharında ABD yolculuğunu gerçekleştiren Camus, hemen bir yıl sonra Combat’ın sahibinin ve politik çizgisinin değişmesi üzerine bu gazeteden ayrılır; öte yandan hem eleştirmenler ödülünü alır hem de Veba‘yı (La Peste) yayımlar. Veba, başkaldırı felsefesinin perdesini açan eserdir. Romanda, Rieux ile arkadaşlarının salgınla mücadele ederken “yazgılarına” başkaldırısı ve (Camus’nün yaşamında çok büyük yer kaplayan) direniş anlatılır. Kahramanların, hastalığın kendilerini etkileyebileceğini ve hastalık yenilmiş görünse de bir gün bir yerde yeniden ortaya çıkabileceğini bile bile vebayla baş etmeye çalışmaları, yaşama tutunuşu simgeler. Camus 1948’de totaliter devletlerin kurbanlarının yakınları ve mağdurlarına yardım amaçlı bir dernek kurar ve aynı yıl Sıkıyönetim adlı piyesi okurla buluşur. 1949 yazını Güney Amerika’da geçirir ve hastalığı burada yeniden ortaya çıkar. 1950’de Doğrular (Justes) adlı piyesi ve 1951’de üzerinde çalışmaya bir yıl önce başladığı Başkaldıran İnsan yayımlanır; her ikisi de siyasal şiddetin eleştirisine yönelik eserlerdir. Franco’nun yönetimindeki İspanya’nın UNESCO’ya kabul edilmesi üzerine Camus, 1952’de bu kurumdaki görevinden ayrılır. 1954’te Cezayir Savaşı başlar ve savaşın ilk günlerinde Camus’nün Yaz (L’élé) isimli eseri okuyucuyla buluşur. CamusSartre ilişkisinin kopuşunu hızlandıran bir diğer olay da Cezayir’de yaşananlardır. Bu savaş, Camus’nün do ğup büyüdüğü coğrafya ile ilgili kaygı ve görüşlerini dile getirdiği ama Cezayir’deki Fransız egemenliğinden de vazgeçmeme eğiliminde olduğunu gösteren bir turnusol kâğıdıdır. Barıştan, şiddetin son bulmasından bahsetmekle birlikte, Fransız egemenliğini savunması, bir bakıma Camus’nün o güne kadarki en önemli çelişkilerinden birini oluşturur. Camus’nün, Cezayir’i Sartre’dan daha iyi bildiği bir gerçek; fakat Sartre, Camus’ye oranla bu konuda ileriyi daha net görür. Sartre, 1950 ve 60’ların Fransası’nda Cezayir için bağımsızlığı savunan söylemler geliştirir. Bunun yanında, dünyada o zamana değin uygulanmamış “çeşitlilikte” işkencenin sonlandırılması amacıyla sesini de yükseltir. Hatta Sartre, Camus’yü onun sözcükleriyle eleştirerek, Cezayir’de yaşanan katliamları bir ölçüde “anlamlı” bulan eski dostunu “cellatsınız” diyerek kendince yargılar. Camus, 1955’te Yunanistan’a gider, Dino Buzatti’nin Klinik Bir Vaka (Un caso clinico) adlı yapıtını tiyatroya uyarlar. 1956’da, son romanı olan Düşüş (La Chute) yayımlanır. Camus’nün bunlara ek olarak hayattayken yayımlatma imkânı bulamadığı Mutlu Ölüm (Le Mort heureuse) adlı bir romanı; yine Sürgün ve Krallık [L’Exil et le royaune](1957), Giyotin Üzerine, Defterler (I) [Carnets] 19351942 (1962), Defterler (II) 19421951 (1964), Defterler (III) 19511959 (1966), Yolculuk Günlükleri (Journaux de voyage) adlı yapıtları da bulunur. Camus, 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alır. Ödülü kazandığını öğrendiği gün (17 Ekim 1957), defterine “Nobel, tuhaf bunalma ve melankoli hissi; yirmi yaşında yoksul ve çıplak, gerçek zaferi tanıdım” sözlerini düşer. Ölümünden hemen önce (1959’da), Dostoyevski’nin Ecinniler’ini tiyatroya uyarlar. “İSTEDİĞİM, KİMSENİN HUZURUNU BOZMAYACAK SESSİZ BİR ÖLÜM” Camus’nün tüm yaşamı “absurde” ve onunla başa çıkmak üzere geliştirdiği başkaldırı felsefesini işleyerek geçer. Çünkü o, eylemlere sonradan bir değer yüklenişini çağının başlıca sorunu sayar. Hayranlık duyduğu Eski Yunan’da ise eylem sınırlanarak gerçekleştirilir; yani eylemde ölçü olarak usun sınırları esas alınır. Yirminci yüzyıldan itibaren bu tersine döner, eylemlerin sınırsızlığı ve ölçüsüzlüğü merkeze yerleştirilir; Yunan dünyasında hayat bulan eylemlerin sınırlarını belirleme anlayışı artık terk edilmiştir. Bu yüzden “absurde”ü hem yaşatmak hem de hayat içinde onun üstesinden gelerek yaşamı ve değerleri savunmak adına bir başkaldırı felsefesi ortaya koyar. Onun için başkaldırı, yaşamı aşan ya da yaşamı tüketen; şiddeti yaşamın orta yerine koyan bir gerçek değil, tam tersine değerlerin yanında olan bir çabadır. Buradan hareketle Camus’nün, gününün gerçeklerinin farkında, çağının tanığı bir yazar ve düşünür olduğunu söylemek mümkün. Camus 4 Ocak 1960 günü Sens yakınlarında geçirdiği trafik kazası sonucu, yayıncısı Gallimard’la birlikte hayatını kaybeder. Yıllar önce, ölümünün kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde gerçek leşmesini istemiş ve “bugün en derinden arzu ettiğim şey, sevdiğim insanların huzurunu bozmayacak, sessiz bir ölümdür” demiştir. Oysa ölümü, başta Avrupa olmak üzere, tüm dünyada yankı uyandırır. Kaza günü çantasında bir romanın notları bulunur. Bu roman, kendi yaşantısıyla, ailesi ve çevresiyle ilgili bilgileri de içerir; sonlanmamış bu çalışma, ileriki yıllarda İlk Adam (Le premier homme) adıyla yayımlanır. Kitap, okuyucuyla buluştuğu 1994’ün en çok ses getiren edebiyat olayı olur. Yarım kalması, Camus’nün yaşamına dair çarpıcı bilgiler sunması, gençliği ve aile çevresiyle ilgili yalın ama bir o kadar da yoğun belirlemeleri içinde barındırışı, İlk Adam’ın ilgi görmesinin başlıca nedenleridir. Ama asıl önemi “absurde”ü ve ona neden başkaldırılması gerektiğini anlatan şu sözlerde aranmalı: “(…) Taşta babasının doğum tarihini bu sırada okudu, bu tarihi bilmediğini de böylece ayrımsadı. Sonra iki tarihi okudu, 18851914 ve kendiliğinden bir hesap yaptı: Yirmi dokuz. Birden bir düşünce takıldı kafasına, bedeninde bile sarstı onu. Kırk yaşındaydı. Bu taşın altında yatan ve babası olmuş olan adam kendisinden daha gençti. Ve bir anda yüreğini dolduruveren sevgi ve acıma dalgası, oğlu ölmüş babanın anısına doğru götüren ruh devinimi değil; olgun bir adamın haksız olarak katledilmiş çocuk karşısında duyduğu çalkantılı acımaydı. Burada bir şeyler doğal düzene uymuyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse, düzen diye bir şey yoktu, oğlun babadan daha yaşlı olduğu yerde çılgınlık ve kargaşa vardı yalnızca.” Bugün de olduğu gibi... ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1038 SAYFA 21