05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ölümünün 50. yılında: seslenmeye devam ediyor main başarısını fark ettiğinden Camus’yü Cezayir Lisesi’nin burs için açtığı sınavlara hazırlar. Kendi imkânlarıyla okuması güç olduğundan bu girişimin önemi büyüktür; zira kazandığı bursla 1923 ile 1930 yılları arasında lisede okuma fırsatını yakalar. Yaz tatillerinde çalışarak aile bütçesine katkı sağladığı lise dönemindeki en büyük tutkuları ise, “denizde kendimi yitirmez, kendimi bulurdum” dediği yüzme ve futboldur. Lise yıllarındaki kısa futbol macerasını kaleci olarak sürdüren Camus, şekillenen ahlak söylemini futbola borçlu olduğunu, uzun zaman sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide “ben ahlak ve yükümlülük üzerine bildiklerimi futbola borçluyum; topun asla beklenen köşeden gelmeyeceğini çabuk öğrendim” sözüyle ifade eder. 1930’da “Yüksek Okula Hazırlık Sınıfları”nda, kendisini önemli oranda etkileyen Jean Grenier’den felsefe dersleri alan Camus, aynı yıllarda yakalandığı verem nedeniyle hem felsefe derslerini hem de futbolu bırakıp aile evinden uzaklaşmak zorunda kalır. 1933’te ilk evliliğini yapan Camus, ertesi yıl eşinden ayrılır, hayatını kazanmak için çeşitli işlerde çalışırken, 1934’te felsefe lisansını almayı başarır. Aynı yıl Fransız Komünist Partisi’ne katılır ve Müslümanlar arasında çeşitli propaganda faaliyetleri yürütür. 1935’te Pierre Laval’ın Moskova’yı ziyaretiyle komünistlerin, Arapları dışlayıp kendi politikalarını oluşturmaları yüzünden partiden ayrılır, partiden kesin olarak kopuşu 1937’ye rastlar. 1935’te, daha sonradan “Ekip Tiyatrosu” adını alacak olan ve işçilere iyi oyunlar sunabilmeyi amaçlayan “İş Tiyatrosu”nu kurar. Aynı yıl, ilk eseri olan Tersi ve Yüzü’nü (L’Envers et L’Endroit) yazar; bu eseri ancak 1937’de basılır. Camus 1938’e değin İş Tiyatrosu’nda bazı temsillerde görev alır ve 1936’da yazdığı Avusturya’da İsyan adlı piyesi de İş Tiyatrosu’nda sahnelenir. Camus’nün tiyatro sevgisi yaşamının sonuna dek sürse de, en az ilgi gören yapıtları yine bunlardır. Tiyatro sevgisinin; bunu işçilerle bir arada yaşayışı ve onlara aktarışının gerekçesini “kendimi, yalnızca tanımak ve ‘yaşamak’ isteğini duyduğum Fransız işçilerinin yanında iyi hissediyorum, onlar benim gibi” diyerek açıklar. Yine tiyatro sevgisine yönelik olarak “neyse ki tiyatro bana yardımcı oluyor, ciddi bir şeyi alaylı biçimde anlatmak yalandan daha iyi; alaylı anlatım doğruya, sahnelediği olaydan daha yakın” açılımını yapar. Çağın parçalanmışlığının ve ölçüsüzlüğünün üstesinden gelme yolu Camus’ye göre sanattan geçer: Bu noktada sanatın birleştiriciliğine atıf yaparken; sanata değerini veren şeyin başkalarıyla paylaşılması olduğunu belirtir. Sanatın bu yönleri, Camus’nün tiyatro eserlerinde yoğun biçimde göze çarpar. Onun için tiyatro oyuncusu, yaşamın saçmalığını iyi bilen ve hayatı katlanılır hale getiren birey olduğundan; yaşama değer katan tiyatro da (insanlarla oyuncular arasında bağ kurarak), kişiyi yalnızlıktan kurtaran bir sanat etkinliği kimliğine bürünür. Bunların dışında Camus’ye göre tiyatroda ve diğer tüm sanat dallarında estetik kaygısı da hâkim olmalıdır; bu, insanı tanıma ve sevme düşüncesidir. Camus’nün savunduğu Akdeniz ruhu ya da güneş felsefesi denilen şey de, bununla aynı doğrultuda: Ona göre insan, insana ve değerlere bağlı kalmalı. Tarihle birlikte, doğa ve güzellik de bilinmelidir; “doğa ve güzellik bilmezden gelinerek bir başkaldırı hareketi geliştirmek tarihten, emeğin ve varlığın onurunu ister istemez sürgün etmek anlamına gelir. Camus, adaletsizliğin yadsınıp yadsınamayacağını sorup, bunu “evet” diye yanıtlarken; bu arada “dünyanın güzelliğinin de selamlanmaya ara verilmemesi gerektiğini bildirir.” Savunduğu Akdeniz ruhu veya güneşin felsefesi tam da bu şekilde açıklanabilir. Yine 1935’te, Plotin ve St. Augustin üzerine hazırladığı çalışmayla (Plotin ve St.Augustin’in Eserlerinde Helenizm ve Hıristiyanlığın İlişkileri) doktoraya hazırlık diploması alır. Üniversitede öğretim üyeliği yapmasına olanak sağlayacak doçentlik sınavına aday olmuşsa da, hastalığının şiddetlenmesi nedeniyle bu girişimi sonuçsuz kalır. Sağlığının düzelmesi için, Fransız Alplerinde bir tatil yöresine gider. “KORKU ÇAĞI”NDA FELSEFE Camus, 1938’de İtalya, Avusturya ve Çekoslovakya’yı ziyaret eder. Cumhuriyetçi Cezayir (Alger Républicain) gazetesinde çalışmaya başlar, söyleşiler yapar, edebiyat yazıları kaleme alır, başyazarlığı üstlenir; özellikle ses getiren davalara ve söyleşilere yer verir. 19361937 arasında yazdığı denemeler, 1939’da Düğün (Noces) adıyla Cezayir’de basılır. 1938’de Caligula adlı oyunu yazar, ilk romanı Yabancı (L’Etranger) ve ilk felsefi denemesi olan Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisype) üzerinde düşünmeye başlar. 1939’da askere yazılmayı dener ama sağlık komisyonu tarafından bu isteği reddedilir. Bu yıllar Camus’nün felsefi söylemini oluşturuşunu imler. Bilimin, aklın, politika ve insanın yenilgiye uğradığı yıllarda kurduğu söylemini iki döneme ayırmak mümkün: İlk döneminde, “absurde” (saçma, uyumsuz) kavramı üzerinde yoğunlaşır ve ana tema olarak da intiharı işler. İntiharın içerdiği temel çelişkileri anlatmayı görev edinir ve dünyanın saçmalığıyla intihar arasındaki ilişkiyi ya da ilişkisizliği ortaya koymaya çalışır. Düşünsel gelişiminin ikinci döneminde ise başkaldırı kavramını irdelerken, ana tema olarak da cinayeti seçer. Başkaldırı, bir anlam ve değer uğruna ise, onunla insanları ölüme götürmek Camus’ye göre büyük bir tutarsızlıktır. Başkaldırı Camus için metafizik ile tarihsel olmak üzere ikiye ayrılır ve bunlar en açık ve ayrıntılı biçimde Başkaldıran İnsan adlı eserde ele alınır. Camus’nün iki döneminin veya irdelediği kavramların ortak sonucu ölüm ise mutlak bir son ve saçma yaşantıyı ortaya çıkaran temel ilkedir. Bu felsefi söylemiyle çağını tanımlayışı ise dikkate değer: “On yedinci yüzyıl matematik çağı, on sekizinci yüzyıl fizik çağı; yüzyılımız ise korku çağıdır. Diyeceksiniz ki korku bir bilim değildir. Ama bu korkuda bilimin payı var. Çünkü kuramsal alandaki son gelişmeleri onu kendi kendini yadsımaya götürdü; pratik alandaki gelişmeleri ise, bütün dünyayı yok edebilecek duruma getirdi. Üstelik, korku bir bilim sayılmasa bile, onun bir teknik olduğu su götürmez (…) İnsanlar arasındaki sürüp gelen uzun diyalog bitti. İnandırılamayan bir adamdan elbette korkulur.” Camus 1941’de Cezayir’in Oran kentine gider ve burada öğretmenlik yapmaya başlar. 1941 Şubatı’nda Sisifos Söyleni’ni bitirir; iki önemli eseri Yabancı ve Sisifos Söyleni, 1942’de yayımlanır. “Absurde”ün neliğine ilişkin belirlemelerini çoğunlukla Sisifos Söyleni’nde ortaya koyan Camus, önsözde “absurde” ile ilgili bir felsefe geliştirmediğini, aksine onu betimlediğini söyler. Sisifos Söyleni “absurde” ile ilgili bir kitap olmakla birlikte Camus burada, bir “felsefe” yaratmaya çabalamadığını belirtir, dünyanın “absurde”lüğünün; uyumsuzluğunun veya saçmalığının “nerede olduğunu” sorar. Ona göre saçmalık ya da uyumsuzluk “her sokağın dönemecinde her adamın yüzüne çarpabilir.” Dolayısıyla “absurde” her an her yerdedir; insanın yaşam ve varoluşu onu zorunlu kıldığından Camus, başta Sisifos Söyleni olmak üzere eserlerinde, insanın durumunu olduğu gibi gözler önüne sermeye gayret eder. Buradaki “absurde” anlatımı, Yabancı’nın kahramanı Meursault’yla ete kemiğe bürünür. Yabancı ve Sisifos Söyleni yayımlanmadan önce verem krizi nedeniyle Fransa’ya döner. 1943’te “Combat” diye bilinen ve aynı adla bir yeraltı gazetesi çıkaran direniş grubuna katılır, beri yandan Gallimard Yayınevi’nde metin okuyucusu olarak çalışmaya ¥ Albert Camus İnsanoğlu Albert Camus’nün ölümünün üzerine elli yıl devirdi. Kitapları hâlâ okunuyor, kahramanları ve yaşamı tartışılıyor. Özellikle ahlak ve insan anlayışı olup bitenlere belli ölçüde yön veriyor. Camus, “absurde” diyerek, başkaldırarak insanlığa seslendi; kendisinden geriye kalan eserleriyle seslenmeye de devam ediyor. Ë Ali BULUNMAZ “Bugünün zorbalıkları ne susmayı kabul ediyor ne de yansızlığı. Kendini belirtmek zorbalıktan yana ya da ona karşı olmayı gerektiriyor. Bu durumda benim söyleyeceğim şu: Ben zorbalığa karşıyım.” “Günümüzde, yargıçlar, suçlandırılanlar ve tanıklar görülmedik bir hızla birbirine karıştı.” “İnsanda dikkate değer olan umutsuzluk içinde olması değil, umutsuzluğu aşması ya da unutmasıdır. Bir umutsuzluk edebiyatı hiçbir zaman evrensel olmayacak. Evrensel edebiyat umutsuzlukta duramaz.” Albert Camus amus, 7 Kasım 1913’te Alsace’lı yoksul bir ziraat işçisinin oğlu olarak (Cezayir’in Constantine vilayetine bağlı) Mondovi’de dünyaya gelir. Babası, 1914’te Marne Savaşı’nda aldığı yaralar sonucu ölünce, kardeşi Lucien ve Camus’ye bakabilmek için evlerde temizlik işlerinde çalışan annesi ve diğer kardeşine ek olarak, anneannesi ve felçli dayısıyla bir arada Cezayir’in işçi mahallelerinden birinde, iki odalı bir evde yaşamaya başlar. 1918 ile 1923 yılları arasında Cezayir şehrinde öğrenim gördüğü, Belcourt İlkokulu’ndaki öğretmeni Loise Ger C SAYFA 20 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1038
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle