Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Tarık Ali’den ‘Sokak Savaşı Yılları’... Duvarların dili olsa da konuşsa Tarık Ali’nin ilk olarak 1987’de kaleme aldığı Sokak Savaşı Yılları, 1960’lı yıllarda dünyanın her köşesinde egemen olan isyancı ve özgürleştirici ruh halini heyecanlı bir dille ve iç titretici duygularla anlatıyor. leştirip halkını emperyalist karşıtı söylemlerle heyecanlandıran Cemal Abdül Nasır’ın o yıllardaki yükselişi Tarık Ali’yi gururlandırır. Güney Asya’nın kahramanı olan Nasır’a karşı sessiz kalan tek kesim, Pakistan’daki Müslüman yöneticilerdir. 1956 yılı Tarık Ali ve kuşağının üzerinde iz bırakan yıllardan biridir. Süveyş yenilgisi bir dönemin sonu olur. Nasır’ın siyasi başarısı karşısında, Britanya ve Amerika bloksuzluğun eksikliğini duyar. Yeni bir Üçüncü Dünya milliyetçiliğinin yükselmesi, o yılın en önemli olaylarından biridir. Nehru, Nasır ve Tito bağlantısızların lideridir. Batı’da aydınlar ve halk komünist partilerden uzaklaşırken Asya’da Çinli liderler Kruşçev’e karşı diktatörü savunurlar. Böylece 1956 yılı, uzun sürecek bir Çin–Sovyet anlaşmazlığının da resmen başladığı yıl olur. 1957’de ise, Mepress Road’daki Amerikan Konsolosluğu önünde ilk gösteriyi düzenlemeye soyunur. Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinde, zenci bir Amerikalı, sapa, geri, cehennem gibi bir yerde, 1 dolar çaldığı için idama mahkum edilmiştir. Gösterinin nedeni budur. ÇİFTE STANDART... 1961 yılında Lahor Üniversitesi’nde okuyan, siyasi kimliğini bulmuş, örgütleme ve organizasyon yeteneği olan bir öğrencidir. Fransa’dan Küba’ya kadar süregelen siyasi değişimlerin sıkı takipçisidir. Cezayir Günü’nü kutlama amacıyla para toplama girişimleri Eğitim Bakanlığı tarafından engellenir. Engellenmekle kalmaz, bu konudaki bütün faaliyetleri yasaklanır. Aynı yılın şubat ayında Kongo’da seçimle işbaşına gelen lider Partice Lumumba görevden uzaklaştırılır ve canice katledilir. Tarık Ali’nin deyimiyle Üçüncü Dünya şehitlerine bir yenisi daha eklenmiştir. Tarık Ali’nin siyasi yaşamına tanıklık ettiğim kitapta okuru en çok düşündürecek ayrıntılardan birisi de, bugün gelişmekte olan ülkelere, burun kıvırdıkları toplumlara demokrasi dersleri vermeye çalışan Belçika’nın, Kongo’daki Belçika’nın, o yıllardaki tutumuydu. Çok uzak olmayan o yıllarda Avrupa, sömürgeciliğinin neredeyse en ateşli hallerini sergiler! Sadizm, sistemli işkence, soykırım varan kitle kıyımları ve kurumsallaşmış gaddarlık Belçika’nın elinde en uç noktasına ulaşır. Şimdi, en yakın örnek olarak Türkiye’nin AB’ye girme çabaları karşısında yaşananlara karşı çifte standart uygulayan Batı, o zaman da, Kongo’da yaşanan vahşet karşısında sahte bir şaşkınlık sergiler… Bu geleneği bozan tek siyasi, İrlandalı BM görevlisi Conor Cruise O’Brien’dir. Lumumba’nın devrilmesi olayında oynanan oyunları yerme ve Belçika yönetimini ağır bir dille suçlama yürekliliğini göstermiştir. Sokak Savaşı Yılları’nda okuru elinden tutup götüren, 20. yüzyılda hızla artan şiddet ve terörle birlikte barbarlaşmaya dur diyemeyen dünyaya tanıklık etmiş bir aydının çizdiği portreler değil; insanın, insanlığın 21. yüzyıla dair hâlâ umut besleyebileceği duyarlılık… Toplumların ve dünyanın değişmesi için önce bireyin özgürlüğünü kazanması, ezberleri soyunarak fikrini çekincesiz dile getirmesi ve seyirci kalmak yerine başkaldırmayı öğrenmesi gerektiğinin ‘artık çok geç’ noktasına gelmeden kavranması çok da zor olmasa gerek… Bugüne değin okuduğum; adını ve başarılarını miras bırakabilmiş ikonların ‘kişisel tarih’i diye nitelediğim otobiyografilerin, biyografilerin, mektuplardan oluşan kitapların, devletlerin resmi kurumlarına yazdırılmış ya da onayını alarak yayımlanmış tarih kitaplarından daha net bir ayna tuttuklarını itiraf etmeliyim. Tarık Ali’nin kitabında yer verdiği Rosa Luxemburg ve Edward Said’in hem yaşamöyküleri hem eserleri, bunun en güzel örneklerinden… 1965–1967 yılları arasında bütün dünyada üniversite yerleşkeleri savaş karşıtı faaliyetlerin merkezi olmuştur. Yazarı Helsinki’de Vietnamlılarla yaptığı konuşmalar harekete geçirir. Ne yapıp etmeli, gerekirse dünyanın altını üstüne getirerek Vietnamlılara yardım etmelidir… İngiltere’ye döndükten sonra bütün zamanını Vietnam Savaşı ile ilgili siyasal faaliyetlere ayırır. Bunun yanı sıra ABD’deki barış hareketleri hakkında bilgi toplar ve umutlanır. Bu süreç bilfiil Vietnam’a gidip savaşın orta yerinde kendini bulana dek devam eder. Oxford’daki eğitimi sona erdiğinde yol ayrımına gelir. Beklemediği bir anda Marlon Brando’dan aldığı yemek daveti ve tanışma isteği onu çok şaşırtır. Aynı yemekte tanıştığı Kenneth ve Kathleen Tynan ona avukatlık yapma isteği karşısında şöyle der: Neden yaşamaktan vazgeçiyorsun? Bunun üzerine uzun uzun düşünür. Bu aşamada yaşamının dönüm noktasını oluşturan mektup eline geçer. Town dergisindendir mektup. Londra’ya davet edilmektedir. Dergide çalışıp çalışmayacağı sorulmaktadır. Kararını çabuk verir ve derginin sanat sayfaları yönetmeni olarak çalışmayı kabul eder. 1967 yılının Ocak ve Şubat aylarında ilk ziyaret yeri Prag’dır. Kentin mimarisi bütün ziyaretçiler gibi Tarık Ali’de de hayranlık uyandırır. Prag’ın kültürel yeraltı dünyasına ilişkin raporunu hazırlar. Sonrasında görev yeri Hindiçin’dir. İlk kez bir savaş bölgesine uçmaktadır. O ana dek Vietnam’dan başka bir şey düşünmediği için bu yolculuk daha farklı bir havaya bürünür. Oxford’daki finallerde bile hemen her sınavda bu konuyu işlemiştir. Birkaç gün Kamboçya’da kalır. Ancak ulaşmak istediği yer farklıdır. Kuzey Vietnam’la güneydeki Ulusal Kurtuluş Cephesi arasındaki iletişim yolu Kamboçya’dan geçmektedir. Çevrede 20. yüzyıl teknolojisini hatırlatan hiçbir şey yoktur ve kendilerini başka bir çağda yaşar gibi hissederler. Eski Kmer anıtlarının taşlarından, yontularından çok etkilenir. Yazarın, elekten geçirmeye çalışsa da, neredeyse bütün ayrıntılarıyla anlattığı Vietnam anılarından, o günlerin yörüngesinden henüz çıkamadığı fark ediliyor. İnsanı insanlıktan çıkaran her savaşın yaşayanlarda ve tanıklarda bıraktığı etkinin, ömür boyu sürdüğü de bir gerçek. Ë Meliha AKAY 960’lı yıllar niçin hâlâ çok fazla şüphe ve nefret uyandırıyor? Siyasetçiler, piskoposlar, âlimler, ve profesörler yeni kuşakların gözünde zaten pek bir anlam taşımayan bu yankıyı hâlâ niçin anlamsız göstermeye çalışıyorlar?” Tarık Ali’nin 1987 yılında yazdığı otobiyografisi Sokak Savaşı Yılları’nın (Agora Kitaplığı) girişinde yer alan bu soru tümcesini okuduğumda, tamamen refleks denebilecek bir yanıtla duraksadım. Geçen mayıs ayıyla birlikte, Türkiye’de ve dünyada, yazılı ve görsel basında sıkça yer bulan ve 1960’lı yılların nostaljisiyle anımsanan dönemi anma/hatırlatma yazılarına bakıldığında şüphe ve nefret yerine özlemle/umutla söz edildildiğini görmekteyiz… 1968 kuşağı olmakla övünen (haklı olarak) tanıklarla yapılan söyleşiler, yorumlar, bire bir tanıkların ve genç kuşağın yazdığı yazılar galiba sözü edilen kuşağı; onların umut dolu kavgasına öykünen bir neslin ayak seslerini haber veriyor!... Bu kendinden emin ayak sesleri, mayıs ayı bir yana, daha kitabın kaleme alındığı yıllardan büyüyerek yaygınlaşmış olmalı ki; yazar aynı bölümde, yeni kuşağın o geçmişi aşıp yeni düzeni tehdit etmesinden mi korkuyorlar, diye soruyor. Aslında burada yeni kuşak için genelleme yapmadan belli bir kesimi işaret ederek sormasını beklerdim. Tarık Ali’nin gıpta ederek okuduğum otobiyografisi yalnızca beni değil, siyasetçisinden akademisyenine, sanatçısından insanlığın sorumluluğunu üzerinde taşıyan herkese, pek çok okuru sarsacak bir yaşam öyküsü; yaşam öyküsünden öte tarihi bir miras. Çocukluğunda şekillenmeye başlayan siyasi kimliğini erken kazanmasında yaşadığı dönemin solcusu saydığı annesinin, ailesinin duruşu büyük etken. Bunun izlerini aldığı eğitimden, okul yıllarında katıldığı gösterilerden sakınmadan dile getirdiği siyasi fikirlerine, dahası ödediği bedellere kadar görmek olası. Doğu coğrafyasında doğup büyümüş, o kültürle yoğrulmuş ama bütün dünyayı etkilemiş siyasi kişiliklerden birisi Edward Said ise, öteki de Tarık SAYFA 8 “1 Ali. Yazarın “kadim dostum” dediği Edward Said için ayırdığı sayfada yazdıkları, Filistin’in ve Ortadoğu’nun şimdiki durumunu net biçimde ortaya koyuyor. Edward Said’in ölümüyle Filistin ulusunu, kuzey yarımküredeki Filistinlilerin süregiden ıstırabına gözlerini ve yüreklerini kapatan bir dünyadaki en gür ve berrak sesini kaybetti, demesinin üzerinden yıllar geçti. Görünen o ki bu kaygının ve korkunun şiddeti giderek artmakta. Çünkü kısa süre önce, bitmek tükenmek bilmeyen Filistin–İsrail çatışmalarından birinde, İsrailli bakan soykırımdan söz edebilmişti. Filistinlilerin soykırıma davetiye çıkardığını söyleyerek tüylerimizi diken diken edebilmişti. SÖYLEMİ EYLEME DÖNÜŞTÜRMEK Tarık Ali’nin her satırda övgüyle ve hayranlıkla sözünü ettiği başka bir devrimci, devrimcilerin unutulmaz idolü Che Guevara. Küba devrimini ve öncesini anlattığı bölümde Che ile kendisinin ortak bir noktası olarak gördüğüm bir ayrıntı şuydu: Farklı uygulamalar içinde olsalar bile her ikisinin de hizmet ettiği amaç aynıydı. Teoriyi pratiğe, söylemi eyleme dönüştürmek. Guevara, ABD’yi yenilgiye uğratabilmek için dünya çapında bir devrimci stratejisi oluşturulması çağrısında bulunuyordu. Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki yenilgi ve zaferleri inceliyor, şehitleri saygıyla anıyordu. Tarık Ali de, başta Vietnam Savaşı olmak üzere, Asya ülkelerinde ve dünyanın öteki köşelerinde yaşanan emperyalist müdahalelere karşı öğrencilik yıllarından itibaren aynı çağırıyı yapıyor, aynı amaca hizmet ediyordu. 1968 yılına gelindiğinde bütün dünyaya yayılan, dünyayı değiştirmek amacıyla başlayan başkaldırılar kendini yürüyüşlerle göstermeye başlar. Duvar yazıları o dönemin belli başlı simgelerindendir. Her konuda, her platformda özgürlük arayışı ve hareketi o yıllardan bugüne kalan en büyük mirastır. Yazımın başlığına verdiğim sözü yinelemek isterim: Duvarların dili olsa da konuşsa. Bizim okumadığımız, bilmediğimiz, gölgede kalmış neler anlatırdı kim bilir! Kitabın sonlarına doğru yazarın bir söylemi var ki, gerçekten insanın içini titretiyor: “Yalnız değildik, hayır!” 1968 olaylarından sonra ABD’de olanlar, süregelen Hindiçin’deki savaş, ABD’den Avrupa’ya gelen savaş karşıtları ve onlarla yapılan görüşmeler yazara bu sözü söyletir. Ancak, başka bir saptamasına da yer vermeden yazımı bitirmek istemem: “Devrimci dalgalar her gerileyişinde artlarında hem iz, hem enkaz bırakmışlardır. Pek çok devrimci gerileme ve çekiliş dönemlerinde ters kutuplara dönmüştür.” ? akaymeliha@yahoo.com Sokak Savaşı Yılları/ Tarık Ali/ Çeviren: Osman Yener/ Agora Kitaplığı/ 322 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 955 TANSİYONU YÜKSELEN DÜNYA Okurun bam teline dokunacak hassasiyetle yazılmış kitap, giderek tansiyonu yükselen dünyaya ve tansiyonun baş düşmanı diye nitelediğim yeni dünya düzenine bakmaya 1949 yılına geri dönerek başlıyor, oradan hiçbir ülkedeki hareketi atlamadan 1968 yılına geliyor, sonrasındaysa dünyanın özgürleşen ruhuyla birlikte toplumsal düzende ve siyasette nelerin değiştiğini, değişimin etkilerini, sonuçlarını 1975 yılına kadar özetliyor. 1968 mayısında Fransa’daki ayaklanmaların, İspanya’daki devrimin yanı sıra, titizlikle ama duyarlıktan uzaklaşmadan anlatılan Vietnam Savaşı ve Che Guevara’nın kavgası, öldürülmesi, ağır basan konular arasında. Tarık Ali doğduğu Pakistan içinse tarihi olmayan bir devletti, diyerek başlıyor. Kendilerini Hindistan’la kıyaslamaktan öte gidemeyen yöneticiler, olarak nitelediği Pakistanlı yöneticilerin aşağılık kompleksinden kurtulamadıklarını, bunun da çeşitli sorunlara yol açtığını, dahası, kendi kuşağı için boşluk yarattığını, anti – Hint şovenizminden öte gidemeyen milliyetçiliğin dar alanda sıkışıp kaldığını ifade eden yazar, o yıllarda Nehru’ya hayranlık duymaya başlar. Ancak bunu dile getirmesi okulda okkalı bir yumruk yemesine yol açar. 1947–1958 yılları arasında, Batı’ya sıkı sıkıya bağlı, Beyaz Saray’a el öpmeye giden Pakistanlı yöneticilere karşın Süveyş Kanalı’nı milli