Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Değinmeler MUSTAFA ŞERİF ONARAN Mehmet Aydın Edebiyat Evleri’nde E debiyat çalışmaları kişiseldir. Yazar olsun, ozan olsun kendi yalnızlığına çekilip eserini oluşturmaya bakar. Takım çalışmasıyla oluşturulan eserler de var. Örnekse dizilerin, edebiyat tarihi, ansiklopedi gibi kapsamlı çalışmaların tek kişinin üstesinden gelemeyeceği anlayışı benimsenir. Kapsamlı çalışmaların bile altından kalkan, kendi sıkıdüzeni içinde, arı gibi çalışan öyle edebiyatçılar var ki, bu verimli çalışmaya ancak saygı duyulur. Kendini edebiyata adamış olan bu insanlar, gene de toplumdan kopmuş, kendi içlerinde yitip gitmiş değillerdir. İçinde bulundukları oluşumdan nasıl yararlanacaklarını bilen, her ilişkiyi çalışmaları için kullanan bu yazarların özel bir dünyaları vardır. Edebiyatın yaratıcı yönü kişisel çalışmayı, derleyici yönü takım çalışmasını gerektirir, diye bir genel yargıya varmak, çalışma yöntemleri bakımından doğru görülebilir. Gene de bu iki türlü çalışmayı bir başına yürüten edebiyatçılar olduğunu unutmayalım. Daha çok ozan kimliğiyle tanıdığımız Mehmet Aydın’ı bu iki türlü çalışmayı bir başına yürüten bir edebiyatçı olarak görmek gerekir. Sayısı 10’u geçen şiir kitabında, imge karanlığına boğulmamış bir anlatı şiiriyle, toplumcu duyarlığı diri tutmaya çalıştı. Hiçbir çalışma, şiir çalışması kadar kişisel değildir. Hiçbir yazı serüveni, şiir gibi, insanın iç dünyasına uzanan bir yolculuk değildir. Ama Mehmet Aydın, doğduğu yer olan Bayat’la ilgili incelemelerinde; Bayat’ın tarihini, söz değerlerini ele alırken takım çalışmasını gerektiren bir eseri bile tek başına ortaya çıkarmıştı. Edebiyat öğretmeni olarak Köy Enstitülerinde çalışırken geniş bir kuşağa eğitim bilincini aşılamış olması; eğitimle, dille ilgili kitaplar da yayımlaması, onun edebiyatçı kişiliğini geliştiren bir çalışma yöntemidir. DEĞİŞİK ORTAMLAR Burada Mehmet Aydın’ın kişiliği üzerinde özellikle durmak isterim. Hep iyimser, yapıcı bir tutum içinde tanıdım onu: En olumsuz bir durumun iyi yönünü görmeye çalışan, kendi doğrusuyla bağdaşmayan görüşlere hoşgörüyle yaklaşmasını bilen, bilmediğini öğrenmeye çalışan bir coşku içinde tanıdım. Bir edebiyatçıyı yazdıklarıyla tanımak kimi zaman yeterli olmuyor. Bir söyleşi ortamında kişiliğinin bilinmeyen yönleri daha iyi ortaya çıkıyor. Bir zamanlar Ankara’da Türk Dil Kurumu, Sanat Sevenler Derneği gibi çevreler edebiyatçıların söyleşi ortamlarıydı. Eskilerden günümüze doğru Karpiç, Kürdün Meyhanesi, Üçnal, Misuri, Körfez, Tavukçu gibi içkili yerler söyleşinin tadını çıkardığımız yerlerdi. SAYFA 26 Bir ortamları ayrı ayrı anımsamak, buralardan geçen edebiyatçıları kişilik özellikleriyle tanımak, edebiyatın arka bahçelerini öğrenmemizi kolaylaştırabilir. Edebiyata iz bırakan ünlü kişilerin nice gizli yönleri vardır. Onları ancak içki masalarında, değişik özellikleriyle tanımak olanağını bulabiliriz. Belki gerçeği yansıtmayan, abartılmış, gereksiz ayrıntılardır bunlar; belki de romana ya da şiire yansıyan kişiliğinin önemli bir özeLliğidir. Çağının tanığı olan edebiyatçı, o çağa tanıklık eden edebiyatçıların da tanığıdır. Yalnızca bir edebiyat eserinin değerlendirilmesinde değil, toplumun değişik kesimindeki duruşunda da o edebiyatçıyı tanımak, görünmez özellikleriyle kişiliğini saptamak gerekecektir. Böyle bir anlayışla bakınca; Mehmet Aydın’ı, “Edebiyat Evleri”ndeki durumuyla tanımak, bir edebiyat insanının dost kişiliğine duyduğumuz saygıyı gösterecektir. TARTIŞMA ORTAMI “Edebiyat Evleri” toplantılarının tam olarak ne zaman, nasıl başladığını bilmiyorum. Hikmet Dizdaroğlu’nun eşini ameliyat etmiştim. Eski Türk Dil Kurumu günlerinden tanıdığım Dizdaroğlu coşkulu, içtenlikli bir edebiyatçıydı. Belli aralarla edebiyatçıların evlerinde yapılan toplantılara beni de çağırdı. Önce Dizdaroğlu’nun Tandoğan’daki evinde yapılan toplantıya katıldım. Sonra ben de, kendini “gayri menkul” olarak tanımlayan, Hocam Hikmet İlaydın’ın bu toplantılara katılmasını sağladım. Mehmet Aydın’ın bu toplantılara ne zaman katıldığını anımsamıyorum. Toplantılarımızın başkanı olmasına gerek yoktu ama, yaşına, birikimine saygı duyduğumuz Suut Hoca (Suut Kemal Yetkin) başkanımızdı. Onu oturduğu koltuğa gömülüp Havana purosunu tüttürürken, viskisini yudumlarken gülümseyen bir hoşgörüyle, toplantıların gürültüsünü yatıştırdığını anımsarım. Edebiyatçıların olduğu yerde tartışma da eksik olmaz. Belki incir çekirdeğini doldurmayan bir konu, sorun haline getirilir, kendi görüşünü öne sürenler, sesini yükselterek haklılıklarını kanıtlayacaklarını sanırlardı. Mehmet Aydın’ın bu toplantılarda özel bir konumu vardı. Önce iyi bir dinleyiciydi. Toplantıların sıkıdüzen içinde geçmesi için belli bir gündem oluşturulmasından, bir ön hazır gelen üç kişi kaldık: Biri ben, biri Emin Özdemir, biri de Mehmet Aydın. İstanbul’da olup da Hikmet İlaydın’a konuk gelen Orhan Şaik Gökyay (1994), Abdülbaki Gölpınarlı (1900), Fahir İz (2004) gibi eski edebiyatın ustaları da kimi zaman “Edebiyat Evleri” toplantılarına katılırdı. Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu toplantılarına gelenlerden Oktay Akbal, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sabahattin Kudret Aksal (1993) gibi edebiyatçıların Suut Kemal Yetkin’in evinde toplantıya katıldıklarını anımsıyorum. Bir de İlhan Berk’in Sabahattin Tahsin Teoman’ın evindeki toplantıya geldiğine, Muhtar Körükçü’yle tartıştığına tanık oldum. Zaman zaman Cahit Külebi de (1997) bu toplantılara katılırdı. Geçen yazımda (Cumhuriyet KİTAP, Bir Kenti Yazmak, 13.03.2008) Rükzan Günaysu’nun “Edebiyat Evleri” kurucuları arasında olduğuna değinmiştim. İstanbul’a göçünce bu toplantılardan erken ayrıldı. Her ne kadar Hikmet Dizdaroğlu ile Mehmet Aydın’ın belli bir gündemle toplanılması önerisi benimsenmediyse de, özel gündemler yapıldığı da olurdu. Örnekse Rükzan Günaysu, yıldızı yeni parlayan Füruzan üzerine konuşmamızı sağladı. Adnan Binyazar bu önemli öykücümüze ilgimizi çeken bir söyleşi düzenledi. Değişen şiirimizin öncü ozanları; kendilerini anlamayan, şiir anlayışı gerilerde kalmış kimi edebiyatçılarla “Edebiyat Evleri” toplantılarında düzeyli bir tartışma içine girerlerdi. Bunlardan biri de Salâh Birsel’di. Söz Divan edebiyatı’na geldiği zaman, hepimiz, Hikmet İlaydın’ın ağzına bakardık. Nice göremeyeceğimiz, sezemeyeceğimiz incelikleri onun açıklamalarıyla öğrenirdik. Değişik dönemleri ilgilendiren nice anılar edebiyatın arka bahçelerine çekerdi bizi. “Edebiyat Evleri” toplantılarında her ev kendince bir masa döşemeye özenirdi. Ama Muhtar Körükçü’nün eşi Nermin Hanım’ın hazırladığı masayla kimse yarış edemezdi. Giderek bu toplantılar yeme içme söyleşilerine mi dönüştü? EDEBİYATA ANILARDAN BAKMAK “Edebiyat Evleri”nde geçen söyleşileri bir ses alma aygıtına çekmek varmış. Hiç olmazsa, günübirlik, orada konuşulanları not etmek, yorumlayarak yazmak gerekirmiş. Aramızda Muzaffer Buyrukçu olmalıymış. Bu işin ustasıydı. O güzel insanlar ölüp gitti işte! Geride kalanlar sıranın ne zaman kendilerine geleceğini bilemez. Mehmet Aydın gibi çalışkan bir arkadaşımız aramıza geç katılmasaydı, belki bu söyleşileri not etme alışkanlığı kazanabilirdi. Söyleşilerin canlılığı sürerken, hiç kimse, “Gün olur, bu toplantıların anısı bile kalmaz” diye düşünmüyor. Bu toplantıların sorumluluğunu Mehmet Aydın’a yakıştırmama gelince: Zamanının her ânını bu kadar iyi değerlendiren, her yere yetişmeye çalışan pek az edebiyatçı vardır. Daha önemlisi bu yüce gönüllü insanın içi hep iyilikle, hep sevinçle doludur. O, her ilişkinin iyi yönünü görmeye adamıştır kendini. Mehmet Aydın, Cumhuriyet’le yaşıt, “Edebiyat Evleri”nin en yaşlı, yaşayan üyesi. Onun 85. yaşı için “Yoğunluk” dergisi geniş bir “Özel Bölüm” düzenledi. Ahmet Say’ın Mehmet Aydın’la ilgili bir yorumuna yer vererek yazıyı sona erdirmek anlamlı olacak: “Kendisiyle yüz yüze gelmeden önce, şiirlerini okumuştum. 1970 yılında TRT’nin açmış olduğu şiir yarışmasında onun aldığı ‘Büyük Ödül’ beni şaşırtmadı. Ama ülke gerçeklerini yalın bir anlatımla yansıtan öteki şiir kitaplarında bu düzeyi koruyup koruyamadığı bir süre tartışıldı. Tartışanlara sormalı: Hangi sanatçının bütün eserleri birer ‘şaheser’ olabilir?” (YOĞUNLUK, Mehmet Aydın’la Bir Ömür, MartNisan 2008). “Edebiyat Evleri”ni özlerken edebiyata anılardan bakma özelliğini Mehmet Aydın’dan öğreneceğiz... ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 944 lıkla gelinmesinden yanaydı. Ama çoğunluk böyle bir gündeme karşıydı. Herkesin kendine göre bir birikimi vardı. Doğaçlama konuşmaların daha doğal olacağına inanılıyordu. Mehmet Aydın edebiyat öğretmenliğinden gelen bir donanımla, bizim uzak durduğumuz konulara bile yakınlık duyar, bir ön çerçeve çizmeye özenirdi. Bu çerçeveyi kıran değişik görüşler olduğu zaman kendi görüşünde direnmez, yeni bir görüşü de benimsemeye çalışırdı. Edebiyat tartışmalarında işin içine beğeni ölçütü girince, uzlaşmaya varılması beklenmez. Herkes kendi beğenisini, başkasının beğenisinden üstün bulur. “Edebiyat Evleri”ne katılanların değişik görüşte olması renkli bir ortamın oluşmasını sağlardı. Böyle bir renkli ortamda, görüşleriyle etkili olmayanlar, ya işi alaysamaya döker, ya kendi içine çekilir. Muhtar Körükçü’nün “Meseladaki vav gibi” sözü gereksiz konuşmalar için dilimize alıştırdığımız bir deyimdi. KİMLER GELDİ, KİMLER GEÇTİ? Kimler geldi o evlere, kimler göçtü o evlerden? Ölenleri sıralamakla yetineyim: Hikmet Dizdaroğlu (1981), Muvaffak Sami Onat (1986), Sabahattin Tahsin Teoman (2001), Hasan Şimşek (1988), Mehmet Deligönül (2001), Hikmet İlaydın (1991), Suut Kemal Yetkin (1980), Salâh Birsel (1999), Muhtar Körükçü (1985), Satı Erişen (1985). Nazmi Akıman İstanbul’a yerleşti, Adnan Binyazar kimi zaman Berlin’de, kimi zaman İstanbul’da, İbrahim Agâh Çubukçu sanırım Ankara’nın biraz uzağında. Ankara’da kimi etkinliklerde bir araya