Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ lirteyim, söyleşi kimilerinin sandığı gibi bir yazı türü değil, denemeye özgü bir anlatım, bir söyleyiş biçimidir. Denemeyi, gülecen, senli benli, içtenlikli bir yazı türü katına çıkaran da bu söyleşisel hava değil midir? Kitaptaki “Zeytin Gövdeleri” adlı denemeden minik bir alıntıyla örneklendireyim bunu: Ne zaman bir ağaç gövdesi görsem kendi kendime söylenirim: “Keşke resim yapma yeteneğim olsaydı.” Ağaçlarının her birinin meyvesi, çiçeği görünümü ayrıdır, güzeldir. Ama gövdeleri ayrıca çeker beni Hani o kökle dallar arasındaki büyük buluşmayı sağlayan. kalın, dayanıklı, kendilerini pek öne çıkarmayan gövdeler. En çok zeytin ağacı gövdesi heyecanlandırır beni. Gövdenin biçimsizliğindeki ahenk... İçindeki ince ayrıntılar, dalgalanmalar, olmadık hayallere alır götürür... SORGULAMA, DÜŞÜNDÜRME Söyleşi havasının yanı sıra sorma, sorgulama, düşündürme denemenin bir başka özelliğidir. Montaigne’den bu yana denemenin bu başat özelliği hiç değişmemiş gibidir: Nitekim denemenin, öğretici boyutlu öteki yazılardan daha işlevsel oluşunu bu yanına bağlayanlar vardır. Denemenin, okurlarını düşünsel uyuşukluktan, düşünme tembelliğinden kurtarmaya çalıştığı, onu sarstığı, silkeleyip uyandırdığı genel bir kanıdır. Balbay da eleştirel boyutlu denemelerinde böyle bir yönelim içinde; kimi saptayımlarla, doğrudan ya da dolaylamalı sorularla yüz yüze getiriyor okurlarını; yaşanılanları tartmaya, düşünmeye çağırıyor. Bir örnekle açayım bu yargımı. Sözgelimi “onur” hem bireysel, hem de toplumsal bağlamda önemli sayılan bir duygunun adıdır. Bu duygunun bireylerin yaşamında olduğu kadar ulusların yaşamında da sözcüklere kolayca sığdırılamayacak bir yeri vardır; çünkü onur kişilerin de, ulusların da kendi öz varlıklarına duydukları saygıdır, güvendir. Bunu yitirmiş kişileri, ulusları düşünelim bir, ezilmişlikten, bükülgenlikten kurtulamazlar: Ruhsal bir çürümeye uğrar; aşağılanmanın, horlamanın her türlüsüne katlanır, ses çıkaramazlar. Balbay, bir denemesinde bu gerçeği sezdirmeye çalışıyor; “Kişi Başına Düşen Ulusal Onur”un girişinde önce ulusların kalkınmışlık düzeylerinin göstergesi sayılan kimi ölçütleri (Temel ölçü kişi başına düşen ulusal gelirdir/ Bunu insani kalkınmışlık düzeyinin katmanları izler: Kişi başına düşen elektrik kullanımı./ Kişi başına düşen kâğıt tüketimi/ Kişi başına düşen doktor sayısı…) sıralıyor. Ardından şu düşündürücü, çarpıcı soruyu soruyor: Bu rakamların yükselmesi için temelde ne gerekli? Kendisi yanıtlıyor soruyu: Kişi başına düşen ulusal onurun yüksekliği: Kişi başına düşen ulusal onurun yüksekliği, nasıl bir güç yaratır? Bu duyguyu böyle bir güce dönüştürerek yazgılarını değiştirmiş uluslardan verilen örCUMHURİYET KİTAP SAYI 944 neklerle yazı boyutlanıyor . Çanakkale, Ulusal Bağımsızlık Savaşı günlerini anımsatarak onur çizgimizdeki düşüşün, kırılışın üzerinde düşünmeye yönlendiriyor okurunu. ...O günlerde kişi başına düşen ulusal gelir 70 dolardı, ama kişi başına düşen ulusal onur 70 bin dolarla bile ölçülemezdi! Bugün küçük bir terslik var, kişi başına düşen ulusal onur 70 dolarlara doğru geriliyor. Denemelerde düşünceyi açma, geliştirme için alıntılamalara başvurulur. Güvenilirliği olan bir yazardan, ozandan, bilim ya da siyasa adamından yapılan bir alıntı, söylenmek istenen bir düşünceyi pekiştirir, daha inandırıcı kılar. Balbay da alıntılamadan yararlanıyor. Örneğin, “Din ve Kullanımı” adlı denemesinin kapısını, Kenya Devlet Başkanı Jomo Kenyatta’nın şu sözleriyle açıyor: Beyazlar geldiğinde onların elinde İncil, bizimse topraklarımız vardı. Zamanla bize gözlerimizi kapatıp dua etmesini öğrettiler. Bir süre sonra gözlerimizi açtığımızda gördük ki, İncil bizim elimizdeydi, topraklarımızsa beyazların olmuştu. Bu yaşanmış gerçeğin odağına dinsellik sömürüsünü yerleştiriyor Balbay. Aklı körleştiren, insanı kullaştırıp köleleştiren etkenlerin başında sayıyor din sömürücülüğünü. Bunun gibi Victor Hugo’nun şu sözlerini açımlayarak da açlığı bireysel ve toplumsal yozlaşmanın kaynağı olarak gösteriyor: Öyle alçak kapıdır ki açlık; girilmesi kaçınılmaz hale geldi mi, insan artık ne kadar büyük Çok kölem olmasını isterdim! Açlık her türlü açlığı da beraberinde getiriyor. Türkiye’de insanların biraz zengin olma fırsatını ele geçirince bunu abartmasının ve her yöntemi deneyerek sınırsızlaştırmasının da nedeni bu olsa gerek! Bu tümceleri okurken televizyon ekranlarında gördüğüm kimi yüzler gelip geçiyor gözlerimin önünden. Varlığını sınırsızlaştırma, çoluğunu çocuğunu varsıllaştırma uğruna gırtlaklarına değin pisliklere batmış hortumcuların, sömürgenlerin yüzleri; sırtlansı bir gülüşle arsız arsız bana bakıyorlar sanki. Bir tiksinme duygusu dolduruyor içimi. Neyse Balbay’ın kitabına döneyim. Denemenin, kesinlemelerden kaçınan, okurlarını sallantıda bırakan bir yazı türü olduğu söylenir. Öğreticilik, öğütleyicilik onun doğasıyla bağdaşmazmış. Geleneksel denemeler için söylenmiş bir sözdür bu; eleştirel denemeyle pek bağdaşmaz. Kaldı ki geleneksel de olsa tümüyle öğretici olmayan bir deneme düşünülebilir mi? Deneme türünün babası Montaigne’i anımsayalım yine, onun denemelerini okurken ölümden yaşama, aşktan dostluğa değin neler öğrenmeyiz ki... Bir tür yaşam kılavuzu gibidir o denemeler. Balbay’ın eleştirel denemelerinde de insana, topluma, doğaya dönük uyarıcı, sezdirici, bilgilendirici öğeler var. Bunları, dilin özsuyunda arındırıp olabildiğince yumuşatarak veriyor Balbay. Okurlarını, sözcüklerin değişik anlam tasında sallanır durur. Bir atlet, içinde kazanma duygusuyla, heyecanıyla piste çıkmamışsa; dünyanın en yetenekli atleti olsa, en iyi çalıştırıcılarından yararlansa bile başarıya ulaşamaz. Kitabı okurken kimi tümcelerin altını çizmişim. Sözsel, düşünsel yönden ilginç gelmiş bana. Bunlardan kimilerini aktarayım buraya: Yeryüzündeki hiçbir şey bir gün önceki haber kadar bayat değildir. /Yola çıkan, rüzgâra aittir. /Aydın, ülkesinin geleceğine harç taşıyan insanmış. / Prof.Aksoy’un yaşamöyküsü Türkiye Cumhuriyeti yakın tarihinin ve demokrasi savaşımının ders notudur. / Hangi ülkede bir aydın öldürülmüşse o ülkenin akciğerine bir kurşun sıkılmış demektir. / Mustafa Ekmekçi gülüşüne bedenini de katardı. / Yeni ortaçağ beyaz camı, beyaz karanlığa çeviriyor. / Dilimizden eksilen bir sözcük, vatanımızdan kopan bir toprak parçası gibidir. Dilimize giren özümsemediğimiz her yabancı sözcük, topraklarımıza giren bir yabancı gibidir. / Hoşgörünün yerini, horgörünün aldığı toplumlarda mizah gelişmez. /Gülmek iki insan arasındaki en kısa mesafedir./ Tek kutuplu insandan sakınınız./ Yurtsever insan, işini en iyi yapan insandır… BAŞLIKLARIN ÖNEMİ Okuma sanatı üzerinde çalışanlar, yazılara seçilen başlıkların önemini vurgularlar. Yazıya açılan bir penceredir başlık, daha doğrusu anlatılanların, bir ya da birkaç sözcükle yoğunlaştırılmasıdır. Donanımlı bir okur, bir yazı ya da yaratıyı okumadan önce ona konan adın, kendisine neler düşündürüp neler çağrıştırdığı sorusundan yola çıkarak başlar okumaya. Balbay’ın yazılarına seçtiği başlıklar da özellikli. Kimileri açıklayıcı türden: “Benim İki Yüreğim var... Biri Cumhuriyet Gazetesi”, “Bir Cumhuriyet Kadını: Berin Nadı”, “Ahmet Taner Kışlalı: Centilmen Devrimci”, “Prof. Muammer Aksoy: İlim ve Vatan İnsanı”, “Türkiye’de Aydının Meslek Hastalığı: Terörden Ölüm”, “Mustafa Ekmekçi: Kahkahalar Ağlarken”, “Mahmut Tali Öngoren: Kavgayla Süren Sakin Yaşam”, “İki Vatanım Var: Dilim ve Toprağım”... gibi. Başlıkların bir bölümü de düz ve eksiltili: “Sol Deyince”, “Hititlerden Beri”, “Zeytin Gövdeleri”... Kimileriyse şiirsel: “Bir Bebek Yüzü: Dünyanın En Geniş Coğrafyası”, “Heyecan Yaşlanmaz”, “Ataerkil’e Rakip: Bebeerkil Toplum”, “Gökyüzündeki Avuç İçi Kadar Aydınlık”... gibi. Balbay bir denemesinde, “Kullandığımız her sözcüğün bir sorumluluk olduğunu düşünürüm” diyor. İnsan ve toplum sorunlarına böyle bir yaklaşımla eğiliyor, onları yazılaştırırken de bağlı kalıyor buna. Heyecan Yaşlanmaz’daki yazılar, bunun somut, güzel bir örneği... ? Heyecan Yaşlanmaz/ Mustafa Balbay/ Cumhuriyet Kitapları/ 232 s. SAYFA 11 se o kadar çok eğilir. Nereden geliyor açlığın, ruhları kirleten, toplumsal yaşamı bataklığa dönüştüren etkisi? Balbay, bunun salt midesel bir olgu olmadığını söylüyor: Açlık salt mideyi kemirmiyor, toplumsal değerleri, ülkesel değerleri de kemiriyor. Türkiye’deki genel yozlaşmanın, bu yozlaşmayı sorgulayacak toplumsal güçten yoksun olmanın önemli bir nedeni de bu. Kölelik döneminde bir köleye sormuşlar: Çok zengin olsaydın ne isterdin? Soluksuz yanıtlamış katmanlarında dolaştırıyor. Karşılaştırmalar, benzetmeler, örneklemelerle soyutu somuta dönüştürüyor. Bu da anlatılanların kavranmasını kolaylaştırıyor. Kitaba adını veren yazının girişinden alıntıladığım şu tümcelerde olduğu gibi: Mücadele duygusundan yaşama sevincine kadar hayatımızdaki her şeyin biçimlendiricisidir heyecan. O ne kadar varsa yaşam da o kadardır… Denizdeki bir yelkenli için rüzgâr ne ise, insan için de heyecan odur. O gemiyi dünyanın en sağlam malzemesinden yapsanız, atlas yelkenlerle donatsanız, rüzgâr yoksa bir teneke gibi denizin or