04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? kılmadığını biliyorum. Kendi kurumuma bir dilekçeyle dosyamı teslim edip yıllarca beklemeyi, bir anlamda kolaycılığı tercih ettim. Hiçbir yayınevine başvurmadım. Çekingenliğimin tuzağına düştüm kısacası. Bugünkü aklım olsaydı, resmi bir kurumdan kitap çıkarmazdım. Sonrası Ayrılık 20 bin basıldı ve bitti. Ardından Kurutulmuş Gül Mevsimi geldi 1994 yılında. Aynı yıl Türkiye Yazarlar Birliği Hikâye ödülü verildi ona. Kurutulmuş Gül Mevsimi iki baskı yaptı ve 10 bin sattı. Ancak bütün resmî kurum yayınlarının başına gelen talihsizlik benim kitaplarımın da başına geldi. Yurdun her köşesine ulaşmalarına ve çok satmalarına karşın edebiyat dünyasının gündemine gelemediler. Öykü dışındaki yazı çalışmalarım hiçbir zaman öykünün önüne geçmedi. Yine de üçüncü öykü kitabım Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı’nın çıkması için 2005’i beklemem gerekti. “Birbirine benzerdi Mevsimlerin bahçelere getirdiği renk Evlere getirdiği telaş, sevinç, keder... Yaşamak ağır bir suydu, zamanın Ve toprağın derin ırmağında Sürükleyerek bir nice hayatı ince kıvrımlarında Akar, akardı...” ‘Minareden Düşeni Herkes Hatırlar’ adlı öykünüzde, biraz ironi bulurken, diğer taraftan da Kafkaesk bir tema da yakalıyorum sanki!.. Minareci Memmet, Gregor Samsa misali, yaşamı izliyordu yukarıdan ve düşüyordu elbet… Olayları ve kişileriyle kâğıt üzerinde yeni bir dünya kuran anlatı, bu dünya ile ilgili her şeyi söylemez. Yalnızca belli şeylere işaret eder, kalanını okurun çabasına bırakır. Yetmiş yaşındaki Minareci Memmet hem bize hem de kendisine bir yandan kendi dışındaki yaşamı, bir yandan içindeki yaşamı, bir yandan da geçmişten bugüne gelip geçmiş yaşamını izlettiriyor. Gerisini öyküyü okuyacak olan okurlara bırakalım isterseniz... ÇIKARMAMIZ GEREKEN DERSLER O zamandan bu zamana öykücülüğümüzü nasıl değerlendiriyorsunuz? Ben kendimi her zaman bir okur olarak gördüm ve görmeye de devam edeceğim. Son yıllarda öykünün bir patlama yaşadığı bir gerçek; bunu, hem yayınevlerinin öyküye gösterdiği ilgiden hem de yayınlanan öykü dergilerinden anlamak mümkün. Eskiden beri çok sevdiğim öykücüleri yine severek okuyorum. Yeni yayınlanan öykü kitaplarının da hemen hemen hepsini okuyorum. Öykünün kendi okur kitlesi var zaten. Öykücüler olarak biz de birbirimizi okumazsak, kime ne söyleyebiliriz? Semih Gümüş öykünün artık uykuya çekildiğini söyledi. Bundan hepimizin çıkarması gereken dersler var diye düşünüyorum. Tüm öykü yazarlarına yöneltiyorum aynı soruyu; öykücülerin romana geçişini nasıl buluyorsunuz? Siz istikrardan yanasınız gibi, bozmayı düşünüyor musunuz yoksa? Yazmaya öyküyle başlayan ya da okuruyla ilk buluşmasını öyküyle yapan yazarların sonradan romana geçtikleri görülür. Bunların birçoğu sonradan öyküye geri dönmemişlerdir. Oysa öykü, edebiyat ailesinin en haşarı ama en çok sevilen küçük çocuğudur; ondan vazgeçilebilir mi? Evet, ben de vazgeçmeyeceğim ama elimde ön hazırlıklarını yaptığım bir roman çalışmam var. Bir süre öyküye ara verip romana yoğunlaşmak istiyorum. Ama öykü, tabii ki, her zaman olacak… Eskiden öyküden romana geçen yazarlara kızardım, kendimi aldatılmış hissederdim nedense. Oysa bu durum yazarın elinde olan bir şey değil. Roman, roman olarak doğuyor, öykü, öykü olarak.O kendini dayatıyor. Hem bir öykücünün roman da yazmasını ihanet gibi algılamamalı... Ve peşi sıra bir buçuk yıl içersinde, üç öykü kitabınızı buluşturdunuz okurla! Bu enerjiyi/üretkenliği nereden buluyorsunuz diye sormak hakkım ama!.. Bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için anımsatmam gerekiyor: Unuttuğum Bütün Akşamlar yeni bir kitap değil aslında. Sonrası Ayrılık ve Kurutulmuş Gül Mevsimi’nden seçmelerin yapıldığı bir kitap. Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı’ndan sonra on dört ayda yazdım Bozkırın Uzak Bahçeleri’ni. Daha önceki kitabım Kurutulmuş Gül Mevsimi’nin ilk baskısının 1994’te yapıldığı düşünülürse on yıl boyunca aldığım notlar, yaptığım çalışmalar da göz önüne alınırsa buna üretkenlik denir mi bilmiyorum. Geçen yıl ‘Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı’ ile 2005 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldınız! Bu ödül size neler kazandırdı? Edebiyat ödülleri, edebiyat türlerinin geleceği açısından elbette ki büyük önem taşıyor. Edebiyatın canlılığını sürdürebilmesi, yazarın ve yaptıklarının onaylanması bakımından önemli görevler üstlenen ödüllerin işlevlerini önemsemek gerekiyor her şeyden önce. Ödüller önemini kaybetmeye başladığı zaman, kaybeden edebiyat olacaktır. Bu yüzden önemsiyorum ödülleri. Benim kitaplarıma katkısına gelince; kitapların gündeme gelmesi ve okurla buluşması bağlamında tabii ki katkısı oldu. Olacaktır da… Gelelim biraz da yine Doğan Kitap tarafından yayımlanan ‘Bozkırın Uzak Bahçeleri’ adlı kitabınız üzerine kısa bir sohbet etmeye… Ama ben genel bir değerlendirme yaparak okuduğum diğer kitaplarınız da dahil olmak üzere tüm öykülerinizde o pek çok kez unutulan/arka dönülen ‘taşra’ ruha rastlıyorum! Ethem SAYFA 6 SONSUZ BİR DÖNGÜ Bir de şu dikkatimi çekti öykülerinizde, geçmiş’e özlem! Kahramanlarınız, sık sık kendi hikâyelerine dönüyorlar… Çünkü yaşamın kendisi sonsuz bir döngüdür; öyküler de hep devam eder zaten. Bu sonsuz döngü içindeki anları yakalama, o anları yazınsal dilin, bir üst dilin katmanları arasından geçirerek okura yansıtma sanatıdır öykü. Kalabalıkta yürüyen tek bir kişidir. Evlerden birinde, bir pencerenin ardından sokağa bakan bir yaşlı, bir genç kız ya da bir çocuktur. Ve o kişilerin anlatacakları koskoca hayatları var. Ben yalnızca belli anlarına, üstlerinden geçen bir bulutun yüzlerinde bıraktığı izlere, gölgelere değinmek, yüreklerine dokunmak istedim. Sezai Karakoç der ki; “Bir insanı al onu çöz çöz çocuk olsun.” ‘Sessizlik Oyuğu’, insanın o hiçlik duygusunu kanırtan bir öykü, bana kalırsa. Deli Mevlüt’ün cenaze merasiminin çevrelediği, temelinde ‘yalnızlığın’ vakıf olduğu bir tema. Ölüm ve yalnızlığı bir potada nasıl eritiyorsunuz? Taşranın yalnızlığı, terk edilmişliği, o sonsuz durağanlığının geri planındaki sessiz bekleyişi insanın yalnızlığına denk düşen, onu eşitleyen, hatta birbirini açan ve çoğaltan bir yalnızlıktır. İnsanı anlatabilmenin yolu da onun yalnızlığına dokunabilmekten geçer. Yazarken benim de içimi en çok yaralayan öyküdür “Sessizlik Oyuğu.” Annesinin mezarını terk etmeyen Deli Mevlüt’ün yalnızlığı çıldırtıcıdır. Bir yalnızlık tortusudur adeta. Ölümse, İsmet Özel’in dizeleriyle söylersek, “gündelik sözlerimiz arasında geçecek kadar kaba.” Doğmak ölüme atılan ilk adım değil midir zaten! Ölümü de sevmek gerekir bence... Gitme’ler öykülerinizin izleklerinden… Yer yer ‘gelme’lerle döngü tamamlansa da… Bir başka gerçek de o... Kahramanlarınız ise çoğu kez deliler! Ama belirtelim, onlarınki farklı türden delilik!.. Nikos Kazancakis’in Zorba’sı der ki; “her insanın kendi deliliği vardır, bana öyle geliyor ki en büyük delilik bir deliliğe sahip olmamaktır…” “Sessizlik Oyuğu”ndaki Deli Mevlüt ve onun tabutunu taşıyan kasabanın diğer delileri Deli Apo, Deli Ziya, Deli Zakir ve Deli Kuddüs dışında deli diyebileceğimiz başka öykü kişisi yok sanırım kitapta. Dikkat ettiyseniz Deli Mevlüt’e yalnızca öykünün başında ve sonunda deli diyorum, bunun dışında benim için o Mevlüt’tür. Unutulmamalı ki, öykü kişisi olabilmek için yazarın gözünü boyamak, onu kandırmak gerekebilir... “Farklı türden delilik” sözünüzü çok sevdiğimi söylemeliyim. Haklısınız… Peki Ethem Bey, bundan sonraki güzergâhınız nasıl olacak? Var mı gelecek planlarınız? Yoksa hayat mı çizecek onu? Bu zamana kadar, yazdıklarım yayımlansın diye yazmadım. Dosyalar dolusu notlarım, orasından burasından yazılmış denemelerim beni bekliyor. Yayımlanmasa da ben yazmayı sürdüreceğim. Çünkü başka ne yaparım bilmiyorum. Masamda okunmak için sıraya girmiş onlarca kitap… Önümde bir roman ve sırasını bekleyen öyküler var. ? *[email protected] Bozkırın Uzak Bahçeleri/ Ethem Baran/ Doğan Kitap/146 s. KİTAP SAYI 843 Ben okumaktan hoşlandığım, haz alarak okuduğum metinlere benzer metinler yazmaya çalışıyorum. Metinden alınacak hazzı önemsiyorum. Baran’ın ana damarlarından birisi, ‘taşra’ diyebiliriz değil mi? Taşra tanımlamasına çocukluk, ergenlik, kırık aşklar, yalnızlık gibi damarlar da eklenebilir belki. Çocukluğu ya da ergenliği çok uzaklarda, “geçmişte” kalmış bir dönem, metne aktarılacak bir evren olarak değil, hâlâ birlikte olduğumuz, içinde yaşadığımız bir parça olarak görüyorum çünkü. İnsanı en yalın haliyle yakalayabilmek için onun geçmişine, çocukluğuna, ergenliğine uzanmak gerekir. Bu son kitabımda bildiğim yollardan gitmeye, geçmişe ve taşraya doğru bir yolculuğa çıkmaya çalıştım. Edebiyatın nesnesi olarak seçtiğim şeyleri öyküye dönüştürürken kurmacanın sınırlarını ve metnin yaslandığı dilin içtenliğini göz ardı etmemeye özen gösterdim. BENZER METİNLER YAZMAK... Peki, metinleriniz açısından, geçmişle günümüz arasında, bir köprü oluşturuyorsunuz şeklindeki değerlendirmemi nasıl karşılarsınız? Sizi okurken belki de bir Kemal Tahir, bir Orhan Kemal metinlerine benzer şeyler okuyor hissine kapılıyorum… Böyle bir benzetme bana onur verir, keşke onların çizdiği yolun yakınından olmasa da uzağından geçebilsem... Ben okumaktan hoşlandığım, haz alarak okuduğum metinlere benzer metinler yazmaya çalışıyorum. Metinden alınacak hazzı önemsiyorum. Edebiyat yalnızca kendisine hizmet etmelidir. Bir tabloya bakmak, bir müzik parçasını dinlemek, bir şiiri yudum yudum içmek gibi olmalı öykü ya da roman. Bize kendi iç sesini duyurmalı. Dilin varacağı yeni yerleri göstermeli. Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler adlı kitabında yer alan “Bizde Roman” başlıklı yazısında, yazarlarımızın zahmet edip Türk romanının belli başlı temsilcilerini okumadığını, günün eserleri üzerinde ciddi tartışmaların açılmadığını söyler. Orhan Kemal de Kemal Tahir de neredeyse unutulacaktı bu bağlamda. Ne mutlu ki geçen yıl eserlerinin yeni baskıları yapıldı. Öyküleriniz, kitabın girişinde yer verdiğiniz Şükrü Erbaş’ın ‘Yolculuk’ şiiriyle öyle güzel örtüşüyor ki… Zaman akardı, hayatlar geçip giderdi öyle ya da böyle… Bize de küçük dipnotlar kondurmak kalırdı, ne dersiniz? Bozkırın Uzak Bahçeleri’nin girişinde Yozgatlı üç şairden alıntı yaptım. Gülten Akın, Şükrü Erbaş ve Abbas Sayar. Bu üç ad, bozkırı güzelleştiren, serinleten, ona anlam katan, nefes alabileceğimiz bahçeler gibidir benim için. Sorunuzun yanıtını bırakalım bir kez daha Şükrü Erbaş versin, ne dersiniz? CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle