Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ethem Baran'la öykülerini ve ‘Bozkırın Uzak Bahçeleri’ni konuştuk ‘Hayatın ıskalanan yanlarına göz gezdirirken, onları ortaya çıkarmayı da önemsiyorum’ Öykücülerle yapılan söyleşilerin farklı bir tadı var. İşte bunlardan birisi de Ethem Baran. Bugüne kadar yazınımıza desenleriyle ve öyküleriyle katkıda bulunmuş Baran’ın metinleri bizi geçmişe doğru yolculuğa çıkarıyor... Onun anlattığı hikâye taşradır, kahramanları taşralıdır ve gelin böyle bir anlatıdan zevk almayın!.. Ethem Baran’la yaptığımız söyleşide geçmişten getirdiğimiz sözü, günümüze bağlayarak noktaladık. ? Erdem ÖZTOP evgili Ethem Baran, bir yıldan bu yana sizinle söyleşeceğiz, bir türlü vakti ayarlayamadık, kısmet bugüneymiş. Kafamda bir yıldan fazla oyalanan soruların dışavurum vaktidir artık! Söyleşimizin ekseni biraz sizi tanımaya/kapsamlı tanıtmaya yönelik olduğundan ilk sorumu yazının sizinle buluşma anına gelerek yöneltmek istiyorum. Nasıl oldu bu ân? İlk yazdığınız şeyleri hatırlıyorsunuzdur mutlaka? İlkokul üçüncü sınıftaydım. Kapı komşumuz olan bir arkadaşımın az biraz okumuş ağabeyinin eski kitapları arasından kapağı ve ilk on on beş sayfası olmayan bir kitap bulduk. Kapaksız, saman kâğıdı kavrulmuş bu kitap, zaten bir gizem barındırıyordu, bir de boyut olarak ders kitaplarından farklıydı, bu yüzden ilgimi çekmiş olmalıydı. Okumaya başladım. Dağda dedesiyle bir kulübede yaşayan küçük bir kız. Yalçın dağlar, uçurumlar, uğuldayan köknarlar... Odasının penceresinden seyrettiği yıldızlar... Bense ufacık, gündüzleri oturulan, geceleri yere iki yatak serilerek yatak odasına dönüştürülen daracık bir odada dört kardeşimle ayakuçlu başuçlu yatıyorum; yatağın bir ucunda benim başım, diğer ucunda kardeşimin. O kızın yediği peynirlere, içtiği sütlere, yaşadığı kulübeye, çevresini kuşatan manzaraya nasıl da özeniyordum. Tabii ki Heidi’den söz ediyorum. Başka kitaplar bulursam, keşfettiğim bu masal dünya daha da genişleyecek, sürekli yenilenecekti. Bir gün dedemin evinin çatı arasında, ailemizin tek okumuş insanı, lise mezunu dayımın farelerSAYFA 4 S den arta kalmış defterlerini, kitaplarını buldum. Bir tane de roman vardı aralarında. Oğuz Özdeş’in “Liseli Bir Kız Sevdim” adlı romanı. Onun da ilk forması yok; kitap 17. sayfadan başlıyor. Dönüp dönüp okuyorum kitabı, çünkü başka kitabım yok. Sonra ortaokul birinci sınıfta Türkçe hocamız, birinci dönem sonuna kadar herkesin bir roman okuyup özetini çıkarmasını istedi. Ve adres gösterdi: Halk Kütüphanesi. Birinci dönem sonuna kadar yirmi kitap okudum ve özetini çıkardım. Herkes iki üç dosya kâğıdıyla getirmişti ödevini, ben bir defterle çıkmıştım Türkçe hocamın karşısına. Hocam, “Aferin Ekrem” dedi. Yanlış da olsa adımı bilen tek hocaydı. Zaten öğrenim hayatım boyunca hocalarım adımı bilmediler. Üstelik sınıf defterinden veya yazılı kâğıtlarından adımı okurken ya adımı ya da soyadımı yanlış söylerlerdi. “Baran” diyenine rastlamadım; “Boran” derlerdi. Daha sonraki yıllarda da dergilerde öykülerim yayımlanmaya başladığında soyadımı yanlış yazdılar. Adım hemen hemen hiçbir yerde doğru yazılmadı. Beş harfli adımın “h”si her zaman atlandı ve adım dört harfe düşürüldü. Yalnız bir yerde adımdaki “h” unutulmadı; ilk görev yerim olan Ağrı’da, otelci, kayıt defterine adımı “Hetem Beg” diye yazardı. Türkçe hocam adımı biliyor diye en sevdiğim ders Türkçe oldu ve ikinci dönem sonuna kadar yirmi beş kitap daha okuyarak kendi rekorumu kırdım. Hemen o yaz roman yazmaya başladım. Yani bende de okumak, yazmaya başlamanın ilk adımını oluşturdu. Okuduğum ve dinlediğim masallardaki, hikâyelerdeki orman, gece, zifiri karanlık… Masal kahramanları aç, çaresiz ormanda ilerlerken ileride, karanlığın içinde bir ışık görürler. Bir kulübenin ışığıdır bu. İşte edebiyat benim için buydu, hayat oradaydı, kurtuluş orada. Her türlü çağrışıma açık, hayal gücüne, bilinmeyene çağıran sıcak bir ışık… İçinde kimin, kimlerin, nelerin olduğunu bilmediğiniz, neyle karşılaşacağınızı kestiremeyeceğiniz bir kulübe… İçini siz doldurun, gerisi size kalmış. Yazınca, yazdıkça gü zelleşeceğini düşünüyordum yaşamın. Yazılan yaşam güzelleşiyordu, güzellik kazanıyordu. Sonradan, çok sonradan Umberto Eco’nun Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti’yi okuduğumda, anlatının ormana benzetilmesi hoşuma gitti açıkçası… EL YORDAMI... O yıllar, nasıl bir beslenme kaynağınız vardı? Kimlerdi bu yolculukta yanınıza aldığınız eserler? O zaman da öyleydi bugün de durum pek değişmedi; öğretmenler öğrencileri için bir okuma listesi oluşturmazlar, öğrenciyi aşama aşama ciddi, okunması gereken kitaplara doğru yönlendirmezler. Ders kitaplarında adı geçen yazarlar dışında yazar adı da önermezler. El yordamıyla ilerliyordum, kendi kendime öğreniyordum; ne var ki bunun zaman kaybı olduğunu o yıllarda bilmiyordum. Reşat Nuri, Halide Edip, Yakup Kadri gibi yazarları okuyordum tabii, ama daha çok Kerime Nadir, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi, Oğuz Özdeş gibi yazarların tüm romanlarını okuyordum. Köy romanlarının gündemde olduğu dönemdi; bir gün şehrin tek kitapçısının vitrininde Fakir Baykurt’un “Köygöçüren” romanını gördüm. Param yetmediği için alamadığım o kitap o vitrinde benim için durmaktadır hâlâ. Sonra kütüphaneden köy romanlarını arama dönemim başladı. Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, Talip Apaydın, Kemal Tahir, Yaşar Kemal... Benim romanım da köyü anlatıyordu. Yaşar Kemal’den bazı betimlemeleri aşırdığımı anımsıyorum. Erotik sahneleri için Emile Zola, serüvenleri için Jules Verne gibi yabancı yazarlar daha sonra geldi. Yerli ve yabancı klasiklerden okumadığım kalmadı diyebilirim. Üstelik sevmesem de okuyordum, okumam gerekir düşüncesiyle. Tabii o yıllarda anlamadan, sevmeden okuduğum nice kitaba yıllar sonra tekrar döndüm. Yozgat, doğumdan ilkgençlik yıllarınıza değin mekânınız oluyor. O yıllara değinir misiniz biraz… Mahalle hayatının yaşandığı yıllardı. Oyunlara, arkadaşlığa, paylaşmaya, özveriye dayalı bir hayat yaşanıyordu. Oyunlar şiddete, kaba güce yönelikti daha çok, çelimsiz, cılız bir çocuk olarak dışında kalıyordum bu oyunların. Kırılgan, içe dönük bir yapım vardı. O yüzden bir kenarda oturup arkadaşlarımı izler bir yandan da kitap okurdum. Bizi o çevreden, o kuşatılmışlıktan kurtaran, dışarı açılabileceğimiz tek büyük kapı sinemaydı. Sinemadan çıkınca hem birbirimize hem de gitmeyenlere filmi anlatırdık tekrar tekrar. En çok anlatan bendim. Anlatacak birilerini bulmak kolaydı da yazdıklarımı gösterecek kimse yoktu. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, bir iki dergiyle tanıştım, oradaki öyküler yönümü belirledi. Romanımı bastırmam mümkün değildi ama öykü yazarsam dergilere gönderebilirdim. Bir yandan resim yapıyor bir yandan öykü yazıyordum. Hatta bir ara bir çizgi roman bile hazırladım. Babam işsizdi, sağdan soldan borç bulup defter kalem alıyorduk; benim bu yolla para kazanacağımı sanıyorlardı. Resim ve kompozisyon dallarında düzenlenen bütün yarışmalara katılıyordum. Ağaç bayramıyla ilgili bir şiir yarışmasına katıldım ve birinci oldum. Hava yağmurlu diye ödül törenini ertelediler, bir daha da yapılmadı o tören ve ödülümü vermediler; ben de bir daha şiir yazmadım. İlkokuldan beri resim yapmayı çok seviyordum, bu yüzden ressam mı olsam yazar mı karar veremiyordum. Ressam olarak örnek alacağım kimse yoktu şehrimizde ama yazar vardı. Abbas Sayar. Onu kısmen Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı’ndaki “Çamlık Palas” öyküsünde anlattım. Yanına gidip tanışmaya cesaret edemedim, hep uzaktan izledim onu, kitaplarını ne yapıp edip aldım okudum. Yaz aylarında inşaatlarda çalışıyor, böylece gözüme kestirdiğim kitapları alıyordum. Dergilerin genç kalemlere ilişkin köşelerinde öykülerimle ilgili uyarılar çıkmaya başlamıştı bu arada. Liseye başladığımda ilk resimlerim yayımlandı dergilerde. Selim İleri’nin kitaplarıyla tanışmam da o döneme rastlar. Çok etkilendim KİTAP SAYI ? CUMHURİYET 843