Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Anadilimizin yalnız yurdumuzu değil aynı zamanda tüm dünyayı kuşatabilecek güzelliklerin de aracısı olduğunu çocuğa, gence nasıl anlatabiliriz, dahası bunu nasıl gösterebiliriz? O dilde örülmüş yapıtları kendilerine alımlatarak ilkönce. M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Anadilimiz yârımız... dir belki. Anne sütünde olduğu gibi anne dili de doğaldır. Bu dil, sözcükten, terimden, kavramdan önce davranışta, tutumda, eylemde çıkar ortaya. Bedenden bedene akan, baştan sona sevgiyle, şefkatle örülü bir bakış, dokunuş, doyuruş, arındırış, ısıtış, uyutuş, sarıp sarmalayış dilidir bu. Sonra sonra bunlara sesleyiş, anlatış, okuyuş, sözleyiş, deyişleyiş eklenecek, bu kez çocuk yine annesi aracılığıyla bir soyutlayım düzlemine erişecektir. Ama anne sütüne mama da eklendiğinde beslenmedeki doğallık zamanla nasıl yapaylığa kayıyorsa anne dilinin ardından gelen anadili de elbette böylesine bir yapaylık taşır. Çünkü annenin sözcükleri tekil bir dilin öznel evrenine yaslanır, oysa anadili, çocuğu başka bir düzleme taşır. Bu yapay dil, bilimde, düşüncede, sanatta, tüm ekinsel, bilişsel, duyuşsal, öğrenimsel verilerimizi döşeyen, düşünsel beslenmemize dayanak olan bir anadilidir çünkü. Öyleyse annemizin sağladığından sonra aldığımız ilk gıda olduğunu söyleyebiliriz bunun. Doğan Aksan, Türkçenin Zenginlikleri, İncelikleri (Bilgi, 2005) adlı kitabında, “Türkçenin, özellikle kimi kavram alanlarında zengin bir sözvarlığına sahip olduğu görülür” (79) saptamasını getirdikten sonra “Delikli taş (boncuk) yerde kalmaz” atasözünün tam bin yıldır süregelen kullanımından örnekler veriyor. (111 vd.) Bu arada “...Renk adlarını(nın) ve özellikle bunların tonlarını anlatan sözcükler(in), anadilimizin kavramlaştırmada ne ölçüde doğaya dayalı, aynı zamanda ayrıntılara inen bir anlatıma yöneldiğini, ortaya koy(duğunu)” da (88) ekliyor. Ne var ki günümüzde anadilimizin samanrengi, çingenepembesi vb. sözcükleri gide gide dışlanırken “fuşya”, “lila” vb. renklerin buyur edilip baş tacı yapılışı nasıl açıklanabilir? Çocuklara, gençlere yapılan ilk hainliğin dilde ortaya çıktığı öngörülebilir pekâlâ! Nasıl, nece bir anadiliniz varsa vatanınız da oncadır çünkü! Çocuğun, gencin bu anadile girmesini, anadili doğrultusunda herhangi koşullandırmaya kaymadan bu dilde sorular üreten, kuşkucu düşünce dizgesine yaslanmasını nasıl sağlayacağız? Onu nasıl doğurtacağız bu dilde? Anadilini nasıl sevdireceğiz, vatanını sevdirircesiSAYI 843 Ç ocuk, neyi nasıl yaşıyorsa yaşamını aldıklarının üzerine koyup da yapılandırmıyor mu? Savaşın, açlığın, şiddetin, tacizin yaşandığı, sevgiye tırnak ucuyla bile kapı aralanmazken sevgisizliğin sürgit egemenlik kurduğu bir dünyada çocuklar kendilerine nasıl bir yaşam kurar dersiniz? Böyle bir dünyada çocuk, sanata, yaratıcı düşünceye ne kadar yer bulabilir yaşamında? Yine de susup oturmak, eli kolu bağlı, eylemsiz, etkinliksiz, tepkisiz durmak gerekmiyor... Yakaladığımız ya da bulabildiğimiz çocukların, gençlerin bu alandan içeri adım atmalarını sağlayacak düzenek kurmak gibi bir görev düşüyor üzerimize. Aç yavrunun ağzına süt damlatmak gibi bir şey bu... Görevci anlayışla, sabırla, özveriyle, emekle, içtenlikle gerçekleştirilebilecek bir savaşım... Türkan Saylan’la arkadaşlarının YİBO’lardaki (Yatılı İlköğretim Bölge Okulları) uğraşısı, yaşamın öteki alanlarında ÇYDD’nin ya da öteki sivil örgütlerin sürdürdüğü savaşımın özeti de bu değil mi bir bakıma? Üstün teknolojik donanıma sahip bu yeni karanlık çağda savaşlar, kıyımlar, zulümler, ölümler yaşanıyor diye yaşamın kendisinden vazgeçilecek değil elbette... Tam tersine bütün bu olumsuzluklar içinde bilimsel, düşünsel, sanatsal etkinliklerin gereği, önemi, işlevi çok daha iyi çıkıyor ortaya. Böyle olmasaydı uygarlık günümüze gelebilir miydi? Bilim, özgür düşünce, sanat kadar dinlerin, dillerin yayılışı da zaman zaman sınırlı sayıdaki insanın, üstelik tüm güçlüklere göğüs gererek, tehlikeleri göze alarak, ama aynı zamanda inanılmaz bir dirençle sürdürdüğü o büyük yürüyüşünün eseri değil midir? Öyleyse umutsuzluğa yer yok! Ortaya çıkan tablo her ne olursa olsun çocukların, gençlerin bilimle, özgür düşünceyle, sanatla tanışması için bizi çalışmaktan alıkoyacak ne olabilir? İşte konunun en duyarlı yanına geliyoruz... Çünkü söz konusu kavga ilkin dilde kendini gösteriyor! ne? Anadilde verimlenmiş nitelikli, yüksek düzeyde sanatsal somutlanışlarla elbette! Bir sanat sözcük kullanmadan da duyuş, düşünüş gibi özelliklerini yansıtıp anadile katkıda bulunabilir. Demek ki çocuk anne dilinden anadiline geçerken daha, okulöncesi eğitiminden başlayarak anadili sevgisinin çiçekleneceği sanatsal verimlerle içli dışlı kılınacak; bu yaklaşım ilköğretimde, ortaöğretimde, yükseköğretimde hep sürdürülecek! ANADİLİ DÜNYA... Anadilimizin yalnız yurdumuzu değil aynı zamanda tüm dünyayı kuşatabilecek güzelliklerin de aracısı olduğunu çocuğa, gence nasıl anlatabiliriz, dahası bunu nasıl gösterebiliriz? O dilde örülmüş yapıtları kendilerine alımlatarak ilkönce. Bunun için, çocukla, gençle birebir ilişki kuracak eğitmenin, öğretmenin de aynı paydada yer alması gerekmez mi? Bu savaşımda önemli görevler üstlenecek eğitmenler, öğretmenler yeterli donanıma sahipler mi yeterince? Türkçe, edebiyat, tarih vb. sözel anlatıma dayalı derslerle müzik, resim vb. işitsel, görsel anlatıma dayalı derslerde çocuklarımıza, gençlerimize verilenlerde özenli olunmadığı, ilgili bakanlıkların tutucu içerikle, biçimle dersleri sevimsiz hale getirdiği öteden beri söylenmez mi? Yanı sıra bu derslerde görevli öğretmenlerin yetersizlikleri üzerinde de duruluyor... Picasso’yu tanıtarak çocuklarını bir an bile olsa uçurtma şenliğine çıkaran da, tepelerinde boza pişiren de “öğretmen”... Bu ülkede öğrencilerini tiyatroya, sinemaya götüren, konser konser gezdirip sergi sergi dolaştıran, onları grupça alımlanan sanat etkinliklerinde bir araya toplayıp bu etkinliklerde onlara paydaşlık ruhu aşılayan ya da paydaş olmayı öğreten, bunu yaşatan veya bunun ne anlama gelebileceğini kendilerine deneyleten öğretmen de var elbette. Edebiyat dersinde oyun sahnelemek için gecesini gündüzüne katan, resim, müzik derslerinde verim gücünü yükseltebilmek amacıyla yollar arayan, her kezinde öğrencilerine yenilikler sunabilmek için didinen öğretmen de var elbette... Ama öğrencileriyle birlikte müze müze gezen tarih öğretmenleri, antik kentlerin agoralarında felsefe söyleşileri ya da dersleri, amfitiyatrolarında sanat, uygarlık tarihi, Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkıyla Başkomutan Tarihi Milli Parkında devrim tarihi okutan, öteki milli parklarda coğrafya dersleri veren, biyolojik çeşitliliğimize değinen, kıyı kentlerinde deniz kıyısında çakıl taşlarıyla oyunlar kurarak öğrencileriyle Halikarnas Balıkçısı’nı konuşan öğretmenler var mı, işte bunu bilmiyorum... Oysa çocuğun da, gencin de yaratmaya, beyninin kıvrımlarında dünyayı yeniden kurup güzelleştirmeye, sonuçta kendi kişiliğinde devrim yapmaya yatkın yapı taşıdığı çok açık! Sevgi Özel, Dilimde Tüy Bitti’de (Çınar, 2006) başını onurla kaldırmış bir delikanlıya şunları söylüyor: “Türkçenin büyük ustası Ömer Asım Aksoy bizlere, ‘karamsar, kötümser’ olmayın, biri karadan öteki kötüden kaynaklanır derdi. Zaman zaman yeldeğirmenleriyle savaştığımızı düşünsek de karamsar olmamak gerektiğini gösteriyor (Erdem’in mektubu). 15 yaşındaki Erdem ve başka Erdemler var bu ülkede. ... Erdemler, Devrimler, Elifler, bu rezil eğitim sistemine karşın, bastıkları yeri kimin, ne için kaypaklaştırdığını bile bile büyüyorlar. (...) Kendi dilini kavrayamadan, başka bir dille düşünmeye zorladığımız gençler, Dil Devriminin coşkusunu nasıl duyacak? Gazetelerde iş duyuruları İngilizce yapılırken, dağı taşı yabancı adlandırma sarmışken...”(35 Diyeceğim, öğretmenin niteliği sorunsalı büyük önem taşıyor! ANADİLİ YAŞAM... Yaratıcı eğitmen, öğretmenle yaratıcı çocuğu, genci bir araya getirebiliriz yine de! Bir yolu bulunmalı bunun! Feyza Hepçilingirler, Yıldızların Suya Döküldüğü/ Türkçe Günlükleri (Everest, 2005) adlı kitabında yaratıcılığın önünü tıkayan bir tutumdan söz açıyor: “Halkın gözüne girmek için, onun kavgada kullandığı dili, o ül ANADİLİ ÜLKE... Çocuklar, ilk gıdalarını annelerinin memelerinden alırlar, biberondan değil, biliyoruz bunu! Anne sütü, çocuğun anne dilinden anadiline geçişinde ilk ivmeCUMHURİYET KİTAP kenin olağan iletişim dili yapmak normal midir? Sokakta konuşulan dil başkadır, arkadaş sohbetinde başka, konferansta başka, pazarda başka. Her ülkenin televizyonu o ülke dilinin en güzel konuşulduğu yerdir.” (133) Öyle anlaşılıyor ki, yaratıcılık adına ortaya çıkan kuruluşların, sanatçıların bir bölümü de yaratıcılığın önünü tıkayan önemli etkenler arasında... Ama hayır, umutsuzluğa yer yok! Yine Hepçilingirler’den aktarıyorum: “ ‘Diyet’ sözcüğü (...) sıkı perhizler yapıp kilo vermeyi, forma girmeyi anımsatıyor. (...) ‘Diyet’ denince, ‘Genç Kalemler’ dergisinde imzasız yayımladığı ‘Yeni Lisan’ makalesiyle Türkçeleşmenin bayrağını açan Ömer Seyfettin’i kimse mi anımsamaz artık? Yalnızca edebiyat dersindeki sıkıcı konunun adı mıdır Ömer Seyfettin?” (28) Kimileyin adı, niteliği ne olursa olsun eğitimde, yaratıcılıkta, bunu yaygınlaştırıp örgünleştirmekte sözümona görevli sorumlular suçlular arasına katılabilir... Ama hayır, umutsuzluğa yer yok! Geçenlerde İzmir Büyük Dershane tarafından yayımlanmış “ÖSS’ye Ön Hazırlık ve Yetiştirme Soru Kitapçığı” geçti elime. Meral Soylu, Eskişehir’den göndermiş. Benim Sığınak (Can, 2003) adlı romanımı da soru konusu yapmış yazın öğretmeni. Ne cahilmişim, ben de sanıyordum ki, Sığınak gereğince alımlanamadı. Ama soru metnini okuyunca zınk diye çakılıp kaldım yerimde. Türkçe bölümündeki başka bir metne getireyim istiyorum sözü: “Anadili eğitimi veren derslerin amacı, anlama ve anlatma yetisi kazandırmaktır. Bunu sağlamak için derslerde öğrencilere dinleme, yazma, okuma ve konuşma etkinlikleri yaptırılır. Bu etkinlikler arasında bir öncelik sıralaması yapılmaz.” Evet, başını gözünü yarsa da çocuk, genç yaratıcılığın kapısında adımını, yazma eyleminin içinde düşünce üreterek atacak mutlaka. Kemal Ateş, Türkçem Mahzun Ben Mahzun (İmge, 2005) adlı kitabında gençlerin yazmaya başlamasında en uygun türün “deneme” olduğu kanısında: “Günlük, kimi yazarlara göre, bu iletişim özürlü dünyada yalnız kalındığında, konuşacak birileri olmadığında ‘yedek bir dost’ gibidir.Her öğrencinin elinin altında, kendisini bekleyen böyle hazır bir dostu olmalı.” “Toplumumuzda ‘birey’ olma bilinci geliştikçe, bu türe duyulan sevgi ve ilgi artacaktır. / ‘Günlük’ gibi bir dostla öğrencilerimizi tanıştırmalıyız.” (58) Çocuktaki, gençteki yaratıcılığı doğurtmak, işte tüm sorunsal bu! Sonrasında doğum günü sevinciyle yaşamak yaratıcığı! Hadi kışkırtın yaratıcılığınızı, kışkırtın çocuklar, gençler! Siz, kıskanılacak güzellikteki o yaratıcılığınızla nice güzel doğum günlerine layıksınız... Doğum gününüz kutlu olsun yaratıcı düşüncenin çılgın çocukları! ? SAYFA 17