04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

G üverteye iskeleye bakıyorum. Ak gemi kentin iki yakasını bir araya getirmeye çabalıyor. Düş mü, gerçek mi? Bu anı önceden o kadar çok düşlemişim ki. Avluya biriken suyun demir kapıda güneşle oynaşmasında, voltalarda burnumuza vuran belli belirsiz küf kokusunda... Fethi NACİ ‘‘Nermin bak, tam şu noktadan geçerken yosun kokuyor.’’ ‘‘Hani ya, bana gelmedi.’’ ‘‘Bak dönüşte kokla, hah işte şimdi!’’ ‘‘Sahi yahu, birinin çarşafı mı küflenmiş ne?’’ ‘‘Kimin çarşafı küflenmiş kızlar?’’ ‘‘Bitli Ayşe’dir, kim olacak? Kırığına mektup yazmaktan bokunu yıkamaya vakti mi var... Şu zinacıları...’’ ‘‘Başlama yine Döndü abla... Kaç kere dedik, herkesin buraya neden geldiği kendi bileceği iş.’’ biri yok. işte güvercinler, dizi dizi...’’ Nemli çarşaf kokusunda ara‘‘Fadik, koş bak, çatıya konCami avlusunda kanat kanadığımız deniz şimdi bir kol bodu.’’ da güvercinler. Güneş güvercin yu uzakta. Köpük köpük, çöp ‘‘Aaa... İlk kez beyaz güverboynunda alyeşil. çöp. Çöp içinden avlanan bacin.’’ Patır patır kanat çırpan, pıt lık, yanık, yağda ithal uskumru ‘‘Üstelik kaçmıyor.’’ pıt adım atan, tıpır tıpır yerdekızartma, avaz avaz arabesk, ‘‘Hem de tam görüş günü... ki buğdayları kapışan güverbol soğanlı lahmacun, turşu Bugün birine çok güzel bir hacinler. suyu, mısır, naylon terlik, ucuz ber var.’’ ‘‘Allah sevdiğine bağışlasın... gömlek. ‘‘Mektup, mektup.’’ Atasın bir büyük, giresin sevaSonra, bir an önce iskeleye ‘‘Onu mektupçular düşünba!’’ çıkabilmek için birbirini ezen sün.’’ Buğday satan kadın el ele gekalabalık. Acelesi olamaz hepBir an öyle geliyor ki, güneşi len kızla oğlana sesleniyor. Onsinin, kıyıya bir atladılar mı yükanadında taşyan o ak güverlar, bir ömür sürecek sandıklarüyüş rahvan. Birilerini geride cin, ışığı çiğneyen şu sürüyle rı mutluluğu bir tas buğdayla bırakmak açıkgözlük ya, omuz aynı soydan olamaz. güvenceye alma telaşındalar. üzerinden geriye yandan çarklı ‘‘O kadar istedin güvercinleGarantili olsun diye büyük bir bir bakış, oh olsun arkada kare bakacağım diye, bitti mi, tas alıyorlar. Kız buğdayı avlulanlara.. hepsi bu muydu?’’ nun boş köşesine fırlatıveriyor. ‘‘Buz gibi su, dişini dondurCaminin yan tarafı. Sıra sıra Güneş bir sürü kanat çırpınmazsa para verme, buz gibi dükkânlar. Dükkânlarda çeşit tısında avlunun o köşesinde su...’’ çeşit hayvanlar. Cam ardında parlıyor. Buğdaylara saldırıyorSucunun bidonu süslü. At balıklar, tel ardında kuşlar, kalar itiş kakış. Eziyorlar birbirlearabaların, kamyonlar, boyacı fes ardında tavşanlar. Bitkiler, rini. Aralarına sıkışan güneş sandıkları, su bidonları... Aynı çiçek tohumları, hayvan yemleışığını bile eziyorlar. Buğday dili konuşan süslemeler. Çiçek ri. kapmak için, iskeleye ilk atlamotifleri, su başında ceylanlar, Sonra bir çift kara göz. Pırıl mak için. yemyeşil gözler, hafif şehla, bir pırıl yanıp sönen. İçinde şimŞu kocaman avluda, yüzlerce de vecizeler. Bidonun dört yaşekler çakan. Aclı mı, bana mı güvercin kanadında, on üç nında sucunun kimliği ve taöyle geliyor? Ayak bileğinden adımlık avluya tek güvercin lepleri: ‘‘Çaresizler’’, ‘‘Naz etkelepçeli. Çevresinde küçük kanadıyla gelen sevincin yüzde men kızlar’’, ‘‘Üstüme gelme felek’’... Bırak kavunu, kelek bile istemiyor delikanlı. Tek üstüne gelmesin, başka bir isteği yok felekten. ‘‘Başını önüne eğmesene yavrum, nereye daldın yine? Hani heves edip duruyordun... Geldik işte Yeni Cami’ye’’ Anadolukavağı, Kalamış, Emirgân, Yeni Cami... Onlar mı değişmiş, ben mi çok büyüdüm içerlerde? Mermer bir alaturka tuvalet vardı, iskelenin yanı başında, meydana karşı, Anadolukavağı’nda. Karşıda kurabiye fırını, koca bir çınar gölgelerdi meydanı. Eski usul bir hela taşı, deniz gelip okşardı, gidip okşardı. Bizimkilerin her İstanbul dönüşü, görüşlerde sorarım, eski bir dost sorar gibi. ‘‘Duruyor mu Anadolukavağı’ndaki tuvalet?’’ ‘‘Duruyor, aynı bıraktığın gibi.’’ Çıkınca gittim ki yerinde yeller esiyor, benden saklamışlar, bir akrabanın ölümünü saklar gibi. ‘‘Güvercin özlerdin boyuna, Soldan sağa: Oya Baydar ile Feride Çiçekoğlu... Seçilmiş Hikâyeler Kimini Şahin Tırmalar Feride Çiçekoğlu (1951) bir kalabalık. Kafasını sağa sola çeviriyor, seyredenlerin bakışlarını aşıp ötelere varmak istercesine. Başını çevirdikçe boynundaki tüyler birbirinin üzerinden kayıyor. İnce uzun, kenarı siyah sürmeli tüylerde güneşin hüznü. Satın alıp salıvermek geçiyor içimden. ‘‘Kaça bu şahin?’’ ‘‘Yirmi beş bin abla.’’ Kelepçesi bir zincirle güvercin kafesine bağlı. Onu kafese koymaya kıyamamışlar sanki. Kelepçesini görmeyen, neden uçup gitmediğine şaşabilir. Bakışı, duruşu öylesine özgür. Ya kafeste pinekleyen güvercinler? Ara sıra kanatlarını kıpırdatıp yer değiştiriyorlar. Sonra yine başlarnı içeri çekip uykuya dalıyorlar. Balık istifi gibi. Kimin kanadı nerede, kimin ayağı kimin altına karışıp gitmiş, belirsiz. Öylesine yeknesak, öylesine kişiliksiz. Kafesi kabullenmişler, gözler ölü balık gözü. Bir askeri cezaevi yetkilisinin benzetmesiydi bu, demek kap mışım. ‘‘Önceden sizin bakışlarınız çakmak çakmaktı, benim askerlerimin gözleri sanki birer ölü balık gözü. Külahları değişiyoruz şimdi, bundan sonra siz bakacaksınız ölü balık gibi.’’ Elinde sopa ile şahini uzaktan dürten şu çocuk... Çürük, ayrık dişli. İçinin irini yüzüne vurmuş gibi. Çıkarıp kelepçeyi mertçe dövüşsene gözün kesiyorsa! Ya da sokul bakalım biraz daha. Ama yok, yüzünde iğrenç bir sırıtma, gözü kelepçeyi kafese bağlayan zincirin uzunluğunda. Zincirin boyuna bir karış da emniyet payı ekleyip uzakta durmaya dikkat ederek sopasıyla iteliyor hayvanı. ‘‘Şşşt.. Baksana bu tarafa lan!’’ Şahin hiç oralı değil. Uzaklara bakıyor. Tavrıyla sopalı çocuğu sinir ediyor. Ama, ben yakıştırıyor olmalıyım kelepçe karşısında yüreklenen ödleklikten, tutsak karşısında yiğitleşen korkaklıktan tiksindiğini. Ne de olsa bir şahin eninde sonunda. “Hele bak beri... Şşşt, baksana lan!’’ Yanındaki çocuk akıl veriyor. ‘‘Sopadan korktuğu yok. Simit atalım belki baktırırız.’’ Mamak’ta bir açlık grevi. Dokuzuncu gün olmalı. Sayımda limon yalıyor bir görevli, höpürdeterek çay içiyor bir başkası. Saçlarında aklar var. Yaşından başından da utanmıyor diye geçiyor insanın aklından. En yetkili, kan kırmızı: Koğuşların koridorunda cızbız köfte pişirip mazgalın önünde avurtlarını şişirerek çiğniyor, lokmaları göstere göstere yutuyor. ‘‘Bıraksanıza hayvanı rahat! Utanmıyor musunuz?’’ ‘‘Sana ne be teyze?’’ ‘‘Başında sahibi var. Derdi sana mı kaldı?’’ ‘‘Kızım bulaşmasana. Bunlarla başa çıkılır mı? Hadi gidelim.’’ Gitmeye hiç gönlüm yok. Şahinin gözlerine bakıyorum. Küçülüp de göz kapaklarının içine giresim geliyor. Kapasa gözlerini, şu kötü müzik, itişip kakışan kalabalık, işportacılar, çöp içindeki deniz, sopalı çocuk, tümü dışarda kalsa, ben içerde. Deler gibi, eriyip de gözlerine akar gibi bakıyorum. Ve bir anda çarpılıyorum. Yüzümde bir yanma, yanağında, çenemde bir acı. Tepemde çırpıntı, kulağımda kanat sesi. Etrafta bağırış çağırış, ne olduğunu anlayamadan şahin uçup yine yerine konmuş. ‘‘Allah allah, hiç böyle bir şey yapmadı şimdiye kadar. İyi misiniz hanımefendi, su filan verelim mi?’’ ‘‘Yüzün kanıyor evladım, ne bakarsın öyle uzun uzun? Al şu mendili. Canın yandı mı?’’ ‘‘Teyze bak, sen onu bizden korumaya kalktın, o gelip seni pençeledi.’’ ‘‘Yürü gidelim lan. Bizi ancak kedi tırmalar. Karıdaki şansa bak, şahin tırmaladı.’’ ? KİTAP SAYI 843 SAYFA 12 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle