30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? laşmanın coğrafyasının hazırlandığını gösteriyor. Sorunuzda yer bulan sevginin çeşitli hallerine gelince, dünyayı algılamak sevmek aslında! Varoluşunuzu sorgulamanızın temelinde sevgi ve kuşku vardır. Bence büyük bir aşk, bitmiş olsa da, sevgiyle anılmalı. Çünkü kişiyi çok zenginleştirmiş bir zamandır o. Dostluklara gelince; herhalde günümüzde dostluk bütün bunların üstünde taşınacak bir şey. Çünkü içinde cinselliği barındırmıyor. Dostluk aklı, güveni ve sevgiyi yansıtır. Bakın gene dönüp dolaşıp hep sevgiden bahsediyoruz. Aşk acı çektirse de olsun, o acıyı istekle çekeceksiniz. Acıdan sürekli kaçarak insan olunmaz ki… Acı insanı geliştiren, olgunlaştıran bir şeydir. YAZMA PLANLARI Memet Fuat’ın söyleyişiyle "gölgede kalan yıllara" dönelim: Rahmetli Necmi Onur’la yaptığınız "Kadın Yazarlarımız" başlıklı röportaj dizisinde sizinle yaptığı sohbette (Hürriyet, 30 Ağustos 1983) "Çalışmam için mutlaka sessizlik gereklidir" diyorsunuz. Bir şairin, bir yazarın yazma ediminde bulunması için mutlak bir "eşref saat"inin olması gerekliliği mi söz konusu ya da "esin perisi"nin ne zaman gelip/geleceği belli olmayan bir zaman diliminde yazılabilir mi? Bu konuyu biraz açar mısınız? Ben Attilâ İlhan gibi yazarların kalabalıklarda yazabilmelerine özenmişimdir. Ben bunu başaramıyorum ne yazık ki. "47’liler"i yazarken evde kendime yazı yazacak yer aramaya başlamıştım. Sandık odamız vardı, o odada arabamızın lastikleri duruyordu, ben orada yazardım işte. Çünkü yazarken, önümden biri geçse dağılıyorum. Aynı şekilde her yazarın yazma planları değişik. Programlar yapıp, her gün, aksatmadan belirli sayfa yazanları da gerçekten beğeniyorum. Yine de bir gün olsun onlar gibi yapamamışımdır. Benim kafamda seçtiğim bir olay oluşmaya başlıyor, uzun bir zaman onunla dolaşıyorum, ana hatları, kişileri yerli yerine oturuyor. Atmosfer de benim için edebiyatımda daima önemli bir öğe. Bir mimar gibi mekânları, kentleri ayrıntılarıyla düşünüp, karelere ayırmadan, yerli yerine, zamanına ait kılmadan yazmaya girişmiyorum. Saydığım tüm bu etmenler sonlanınca, yazma sürecim başlıyor. Masayı hazırlıyorum, bu kere de bir süre kaçıyorum masadan. Sonunda artık oturuyor ve çok yoğun, kesintisiz bir çalışmaya koyuluyorum. Günde beşaltı saat, kimi zaman daha da uzun, gecenin sabaha sarkan saatlerine dek sürdürüyorum çalışmayı. Bu hal benim için bir esin perisi ziyareti değil. Ayrı bir geçiş. Yazma bilincine geçiştir. Son bir sorum da şu: "Parasız Yatılı"dan bugüne geçen "35 yılın" ardından duygu ve düşünceleriniz nelerdir? Şöyle bir şey var; insan okurlarını bilmiyor. Ne kadar isterdim! Hatta geçenlerde bir dostuma bahsediyordum, bir ilan verebilsem, diye. Çünkü kitaplarım yıllar içinde yeniden yeniden basılıyor. Bense okurlarımı tanımıyorum, özellikle de aradan otuz beş yıl gibi bir süre geçtiyse. Evet, okurlarımı gerçekten merak ediyorum. Sevgiyle düşünüyorum onları ve sanıyorum aramızda ortak bir duyarlığın ilişkisi kurulmuş. Bir yazarla okur arasındaki ilişki de bu olabilir ancak. Parasız Yatılı’yla çıktığım yolculuk onurlu, sevinçli bir yolculuktur benim için. Biraz da "Parasız Yatılı"nın yayımlanmasının öncesinden bahseder misiSAYFA 8 niz? Çok karlı bir zamandı Ankara’ya arabayla yola çıktığımızda. Öyle ki, Gerede’de durmamız gerekmişti. Bilgi Yayınları’ndan kimseyi tanımıyordum. Kitabımı yayımlamak istediklerini kendileri yazarak bildirmişlerdi. Ertesi gün kitabın adı konusunda tartışmıştık, "Piyano Çalabilmek", "Edirne’nin Köprüleri" gibi adlar önermişlerdi. Sonuçta ben, "Bu kitabın adının böyle olmasını istiyorum, ‘Parasız Yatılı’ olacak kesinlikle” demiştim. O zaman da Ahmet Küflü şöyle bir açıklama yapmıştı: "Biliyorsunuz Füruzan, şimdilerde birçok ders kitabı, Parasız Yatılı Sınavı Kitabı yayımlanıyor." Ben de, "Ahmet Bey, bu kitabı bu adla mı basacaksınız, yoksa vaz mı geçeceğiz?" demiştim. Sonunda Ahmet Bey de karşı koymaktan caymıştı. Benim için ilginç bir öyküdür bu. Bir simge halini aldı sonradan "Parasız Yatılı"? Bir sosyal konumlandırmayı belirtiyor. "Parasız Yatılı" benim hayat serüvenimin, okumaya olan düşkünlüğümün, hayatı algılama biçimimin, fırsat eşitliği tanınmamış bütün çocuklara duyduğum sevginin bir kanıtıdır. Ben ülkemin çocuklarının olanaksızlıklarına sürekli üzülmüşümdür. Ben insandaki, çocuktaki zekânın ne denli belirgin bir şey olduğunu birçok olayda görüyorum. Algılamanın vurucu bir biçimi bu. Gerçekten akla, yeteneğe önem vermek gerekir. Kim, hangi çocuk neyi ne kadar iyi yapabilecekse, o olanaklar onlara sunulmalıdır. Onun için "Parasız Yatılı", benim sevdiğim ve önemsediğim bir addır ve sanıyorum ki çok sevilmiştir. Çünkü arkasında bu ülkeye, bizim ülkemize ait, çok şeyi taşıyor. Erdal Öz’le yaptığınız bir söyleşide şöyle diyorsunuz: "Ekonomik salgına uğramışların yaşamlarını yazan biriyim." Moda tabirle, bu ‘damar’ nasıl doğdu sizde? Yoksulluğun insanı nasıl örseleyip yıldırdığını sanırım hepimiz biliyoruz. Açlıkla asla kimse denenmemeli. Size bir toplumda yoksunluklarla, hor görülmeyle dolu bir yer verildiyse, o yer kendinizi ezik, yitik duyumsatır. Bu bir toplum için utanç vericidir. İnsanın gelişmesini durduran her şeye karşı konulmalı. Bir toplum yoksullarına arada bir yemek sunarak, toplumsal görevini yerine getirmiş olmaz. kez… Şimdilerde nasıl bakıyorsunuz bu konuya? Kadınlar üstüne son yıllarda öylesine tuhaf, çağdışı konumlandırmalar yapılıyor ki… Bunları akılla çözümlemek bana olası görülmüyor. Kadının cinsel bir obje olarak algılanmasına hep karşı olmuşumdur. Buna karşı çıkan yaklaşımlar en ahlaki, en eşitlikçi olanlardır bence. Kadınlar üzerine tabular getirmekse, bir başka cinsel obje resmetmek oluyor. Bir toplumun insanları ancak güven duy dan uzak görüyorum. Şu anda üzerinde çalıştığınız hikâye ve roman türünde yeni kitap tasarısı var mı? Önümüzdeki günlerde, gelecekte?.. Şimdilerde bir romana çalışıyorum. Çok ilginç bir şey benim açımdan, ben bu romanı 1985 yılında yazmaya başlamıştım. Hatta adı, pek çok yerde açıklandı. Sonra birden bu çalışmayı durdurdum, ara verdim ve "Sevda Dolu Bir Yaz"ı bitirdim. Şimdi yeniden bu romana döndüm. Sanıyorum bir süre sonra biter. Ama belirtmeliyim, benden bitirme tarihi sözü alınmaz, o kadar ki, ben kendimden bile söz alamıyorum. Diğer yandan, koşut olarak, öyküler kitabının yazımı devam ediyor. Onun adı da şimdiden belli: "Kent Düşerken". Umarım yakında masaya otururum. “İnsanın gelişmesini durduran her şeye karşı konulmalı. Bir toplum yoksullarına arada bir yemek sunarak, toplumsal görevini yerine getirmiş olmaz” diyor Füruzan. Üstte Erdem Öztop’la birlikte... BENİ HİÇ TANIMIYORLARDI... Peki, "Parasız Yatılı"nın sonrası? Çok iyi eleştirilerle çok kötü eleştiriler birlikte çıktı. Kötü eleştiri derken, kitap hakkında değil, kişiliğimle, kimliğimle ilgili eleştiriler yapılıyordu, üstelik beni hiç tanımıyorlardı. Ben bu çevreye çok başka noktalardan girmiştim. Bir de tabii, kadınlar üzerine, onların sorunları üzerine kalem oynattınız çoğu gusu içinde gelişebilir, ilerleyebilir, birçok şeyi de başarabilir. Yıllardır neredeyse tüm konuşmalarımda altını çize çize belirttiğim cümle şu: "Güven duygusu en ilerici duygudur." İnsanların dayanışmasını, tartışma terbiyesini, hatta zekâsını bu durum besler ve çoğaltır. Böylesi toplumlar sevgiyi ve paylaşmayı bilirler. Böylesi bir dünya olamaz mı, ütopyadır mı deniyor, peki niçin? Başka bir dünya mümkün değil midir? Bizler bir başka dünya kurmayı niçin başaramıyoruz? Açgözlülükle didişip durmaktan, doymazlıktan olmasın sakın bütün bunlar? Ya da parayı çıkardığımız ulaşılmaz tahtının neredeyse kutsanmakta olan odağına karşı el pençe durmamızdan olmasın? Sizi uzun bir süre edebiyat dünyasın SİNEMA TUTKUSU Laf arasında sinema konusu geçti, tutkunusunuz zaten! Biraz da bundan bahseder misiniz? Açıkçası sön dönem Amerikan sinemasının örneklerinin çoğuna gitmiyorum. Çok akılsız geliyor bu filmler bana. Bağımsız Amerikan sinemasını izlemeye çalışıyorum. Örneğin, adalı Ken Loach’un son filmi "Özgürlük Rüzgârları" çok etkileyiciydi. Hem solcu hem de iyi film yapıyor, hayret! Peki, günümüz Türk sinemasını nasıl buluyorsunuz? İyiye doğru giden bir çizgisi var Türk sinemasının. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Ezel Akay başarılı filmlerle iyi çıkışlar yaptılar. Gerçi gişe getirisini önemsemeden filmler üretiyorlar. Teknik adamlar, filmlerin gişesinin de olması önemli diyorlar, sinema para kazandırırsa yatırım daha çok olur, bu açıklamaların da doğru yanı var elbette. Sinemayı bir endüstri haline getirmek gerekir diye düşünüyorum. Üstelik yıllardır herkes de böyle düşünüyor. 12 Eylül’ü konu alan filmler için neler düşünüyorsunuz, son dönemde Çağan Irmak’ın "Babam ve Oğlum" filmi, yeni vizyona giren Ömer Uğur’un "Eve Dönüş"ü? Ömer Uğur’un filmini henüz izlemedim ama Çağan’ınki için bir şeyler söylemek isterim elbette. Şaşırtıcı olan, gençler yaşamadıkları bir dönem için filmde gözyaşı döktüler. Çağan Irmak’ın bu filmi için yapılan ‘ağlama’ nitelemesine karşı çıktığını okudum. Babam ve Oğlum, gülümseyişler ve gülmeler de taşıyan bir çalışmaydı. N’oluyor bir bakalım çevremize. Olağanüstü bir eğlence tutkusu ve "haydi eller havaya" düşkünlüğü sonucu nereye ulaştık? Bizim mizahımız gerçekten güçlüdür, nitelikli örneklere de sahiptir, gülmeyi de biliriz. Ya şimdiki sözde eğlencelerin çoğunluğundaki sıradanlığı bir görelim! İnsanı derinleştiren duygulardan biridir hüzün. Gözünüzün yaşarması ya da ağlamak niçin böylesine bir kusur sayılıyor. Aklın duygulardan sıyrılmış bir olgu olduğu mu yüzümüze vuruluyor? Eğer öyle düşünmeye başladıksa çok aptalca bu, toplumun da vay haline! Bu durumda insanlığın daha da gecikmeden gerçekten bir iyileşme dönemine girmesi, öğrenmesi, toparlanması, yenilenmesi zorunlu görülüyor. ? KİTAP SAYI 874 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle