Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Durduk yerde açık mektup yazmak da nereden çıktı diye sorabilirsiniz… Ne zaman ki Orhan Kemal’in oğlu, dostum Işık Öğütçü, yayına hazırladığı o şaşırtıcı kitap Orhan Kemal’in Babası Abdülkadir Kemali’nin Anıları’nı gönderdi, pek çok filmin makarası da beynimin çekmecelerinden ortalığa dökülüverdi bir anda. M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası N e denli küçük olursa olsun insan yaşça sanatçının, bilimcinin, düşüncecinin ölüm yaşına doğru yuvarlanmaya koyuldu mu, akranı gibi görmeye kalkabiliyor onu tuhaf duygulanışlar eşliğinde. Ötesinde, kendini tutamayıp ağabeylik yapmaya bile yeltenebiliyor şaşılacak densizlik içinde. Anımsadığımca bu duyguyu, Sabahattin Ali’de yaşadım ilkin, hem de açıktan açığa bunun bilincinde olarak… Belki bu deneyimin getirdiği rahatlığa sığınarak cesaret ediyorum mektuba da zaten. Yoksa ölümünün üzerinden otuz altı yıl geçtikten sonra, tam da doksan ikinci yaşında ona böylesine açık mektup yazmaya nasıl cüret edebilirdim başka türlü? Peki duyar mı seslenişimi, okur mu mektubumu? Öyle ya tüm dünya “Orhan Kemal” olarak tanıyor onu. Oysa çocukluğundan bu yana, en azından annesi babası “Mehmet!” ya da “Raşit!” diye seslenmiş olmalı ona. Size bir şey diyeyim mi, işimin düştüğü resmi ortamlarda kimileyin küçük adımla seslendikleri oluyor da öldür Allah, usuma gelmiyor, üzerime kondurmuyorum bir türlü. Sonra ama birdenbire silkinip fırlıyorum yerimden, seğirtiyorum. Orhan Kemal de böyle şaşkınlıklar yaşamış mıdır dersiniz? Olanaksız demeyeyim hadi, yine de güç bu. Herkes için Orhan Kemal çünkü o! Nüfustaki adından çok bunu duyması, kulağını buna yatkınlaşması olağan bu nedenle. Durduk yerde açık mektup yazmak da nereden çıktı diye sorabilirsiniz… Ne yalan söylemeli, ben de düşünmüş değildim böylesi bir mektubu. Ne zaman ki Orhan Kemal’in oğlu, dostum Işık Öğütçü, yayına hazırladığı o şaşırtıcı kitap Orhan Kemal’in Babası Abdülkadir Kemali’nin Anıları’nı (Epsilon, 2005) gönderdi, pek çok filmin makarası da beynimin çekmecelerinden ortalığa dökülüverdi bir anda. Orhan’a açık mektup kadir Kemali Bey’in doğrudan tanıklık olarak aktarabileceği yaşantı dilimleri göz önüne alındığında Orhan Kemal acaba nasıl bir yaklaşım sergilemişti romancı olarak? Demek ki yeni bir serüven, yeni yeni okuma heyecanları bekliyordu beni… İlkin baba Abdülkadir Kemali Bey’in anılarını okudum, üstelik yutarcasına. Ardından oğul Orhan Kemal’in romanlarını… Şu ünlü “Küçük Adamın Notları”nı, Sevgili Işık Öğütçü’nün “Küçük Adamın Romanı 12” olarak yayımladıklarını yani: Baba Evi’yle Avare Yıllar’ı. Biri apaçık bir anı kitabı, ötekilerse roman. Ama oğul Orhan Kemal, baba evini roman evreni olarak alırken, Abdülkadir Kemali’nin anlattığı evi canlandırmaya girişmiyor kesinlikle. Ama bunu öylesine yerleştiriyor ki romanlarına, okur olarak biz hem bu baba evini çok daha yakından, ötesinde içerden tanıyoruz hem de babayı kendi anlatımından çıkaracağımız görüntüye oranla çok daha canlı yapılandırabiliyoruz. Neden mi? Baba, yaşadıklarının anlatıcısı olmaktan öteye geçemezken oğul, yaşadığı değil kurduğu evrene buyur ediyor bizi de ondan. rine eserler yazan bir bilgin, bitkilerin şifalılığını inceleyen bir kamus yazarı, ceza hukukunda içtihatlara kaynak olan görüşleriyle uzman bir hukukçu ve yakın politika tarihimizin renkli siması ve dinlenmesine doyum olmaz bir hatibi…” (6) Kemali Bey, anı türünün gerekleri yönünde yapılandırıyor kitabını. Bu nedenle olgusal gerçekler, daha genel söyleyişle tanıklıklar, yaşanılanlar aktarılıyor; bunlar öznel olmakla birlikte taşıdıkları değer, öncelikler yönünde sıralanıyor bir bakıma. Çünkü önemli olan olup biteni anlatmak onun için. Bu nedenle Abdülkadir Kemali de roman tekniğine uygun biçimde örgülüyor anılarını; ama onun “tahkiye”si, yüzeysel anlamda bir evren yayılışına karşılık geliyor, o kadar. Örneğin konuşma örgüleri ustalıkla yerleştiriliyor anılara, ne var ki bunlar kahramanları daha derinden tanımamıza olanak tanımıyor bir türlü. Kaba bir yaklaşımla “gecekondu roman” olduğu savlanabilir pekâlâ bu anıların. Buna göre Abdülkadir Kemali, duyduğu gereksinim yönünde, tıpkı gecekondu yapılarda görüldüğünce ana gövdeye ekleyip yapıştırarak genişletiyor anlatısını. Evet, anlatı oylum olarak büyüyor elbette, ne ki yeterli derinliğe ulaşamadan kalıyor öylece. Sığ suyun yüzeyinde, köksüz ağaçlar gibi devrilmeye hazır bir durumda. Bu, anlatının “anısal” değerine halel getirmiyor elbette, ama diyelim roman bağlamında ilkel bir tasarım olarak kalıyor yalnızca. Hoş Kemali Bey’in de böyle bir tasası yok. Amacı roman yazmak değil çünkü onun, anılarını paylaşmak, elbette bu arada olabildiğince okunurluk sağlamak. Bu çerçevede bir anlatı kahramanı odağında bunları kaleme almaya girişirken yazınsal bir kahramana dönüştüremiyor kendisini. Neden derseniz, o, yaşamın bir kahramanı, yazının değil de ondan. Hep idealist tutumla öne çıkıyor, topluma öncülük yapmaya girişerek. Gençlik yıllarından bu yana sürekli haksızlıklar karşısında direnen biri çünkü. Hapislikler, sürgünler, zulümler, baskılar… Okuduğu yasak kitapların biçimlendirdiği bir anlatıcı Abdülkadir Kemali, bu da saptanmalı: “…Hissediyordum ki, ben artık bir gün önceki Kemali değilim.” (30) Okuduğu yasak kitapların başını Namık Kemal çeker. Bu, onun nasıl bir yazarlık anlayışı yönünde biçimlendiğini gösteriyor bize. Gerçekten de bir toplumsal, siyasal tarih yazma denemesine “giriş” bağlamında bile alınabilir anılar. Ötesinde bir “savunma”, görece “manifesto” hatta… Bundan ötürü olmalı, Abdülkadir Kemali, anılarını kaleme alırken bunu güçlü tanıklıklarla, ötesinde onayla desteklemeye girişiyor ki, genel geçer kabul görebilsin… Bu çerçevede başkalarının anılarına da yer açıyor, hem de oldukça geniş biçimde. Şu satırlara biraz da bu açıdan bakılabilirmiş gibi geliyor bana: “…Biliyorum ki, hürriyeti meydana getirmek için hiç çalışmamış kimseler, hürriyetin ilanından sonra ikiyüzlülükleri sayesinde çeşitli görevler aldılar. Böyle gerçek vatanseverler devletçe, milletçe de unutuldu.” (75) Sonuçta bir hüzün yumağı Abdülkadir Kemali’nin anıları. Direnişlerle geçen bir ömrün, bir çatal yüreklinin kimseye minnet etmeyen pervasız duruşu… BETONARME ROMAN: YAŞANTIYI SOYUTLAMAK Orhan Kemal’in romancılığına işte bu noktadan yaklaşarak bakmak gerekiyor bana kalırsa. Pek çok yazarın “Falan Filan Bey ve Oğulları” ya da kızları gibisinden yayımladığı yığınla roman, nedense bende yerle bir edilen gecekondular üzerine dikilmiş apartmanları çağrıştırıyor biraz da. Alıyor kimi yazarlar bu tür anıları; yığma birer ayrıntı olarak bunlarla doldurup sayfaları, sözüm ona roman yayımlamış sayıyorlar kendilerini. Evet, belki betonarme bir yapı çıkıyor karşımıza çimentosu, demiri yerli yerinde, ama bu arada ruhunu yitiriyor yapı ister istemez, çünkü gecekondularda gözlenen o içtenlikli duruş kalkıyor ortadan. Oysa Orhan Kemal, olup bitenleri oluşları yönünde anlatmayı bir yana bırakıyor, bizim, okur olarak bunları çok farklı bir evrenin yapı gereçleri biçiminde algılamamız için çabalıyor işin başında. Yaşanılanlar da böylece yaşanılmaklığından ötürü değil, roman evrenindeki bağlamları, ilişkilenişleri yönünde yazınsal temelde çıkıyor karşımıza. Orhan Kemal’in kahramanları yaşadıkları için pay almıyor gerçeklikten, derinlikli, çok boyutlu yanlarıyla rol alıyorlar yalnızca romanlarda, böylelikle de çok daha gerçek, elle tutulur, gözle görülür hale geliyorlar. Bu doğruyu gerek Baba Evi gerekse Avare Yıllar için söyleyebilmek olanaklı bence. Önünde bir baba var, onun yazdığı, üstelik kendisinin de sıklıkla okuduğu (Işık Öğütçü, “Babam, bu defteri zaman zaman benden büyük kardeşlerime okurdu…” diyor. [5]) bir anı kitabı var, ama Orhan Kemal bunlara kanmadan apayrı bir yol izleyebiliyor yine de. Nitekim andığım romanlarda herhangi yığmayla karşılaşılmıyor kesinlikle. Yalnız bir soyutlayım eylemi de değil onun yaptığı, çünkü tam bir dönüştürüm getiriyor önümüze yazar. Günümüz genç yazarları Orhan Kemal’in romanlarıyla öykülerindeki dönüştürüm gücünün, evren kurma yetisinin, kahraman yapılandırma becerisinin ne kadar ayırdındalar dersiniz? Hadi gelin, bunu da örnekleriyle birlikte haftaya bırakalım… ? SAYFA 29 GECEKONDU ROMAN: YAŞANTIYI ANLATMAK Kim Abdülkadir Kemali (18891949), önce buna bakalım… Işık Öğütçü, Taha Toros’tan aktardığı alıntıyla şöyle tanıtıyor onu bize: “İlk devre milletvekili, üç günlük bakan, İstiklal Mahkemesi’nin hem reisi hem sanığı, yaman bir hükümet eleştiricisi, güçlü bir gazeteci, 1930’larda Ahali Cumhuriyet Partisi’nin kurucu başkanı, din üze ROMANDA YAŞAMAK, ROMANI YAŞAMAK Gerçekten de kitabı okuyunca, birer Orhan Kemal klasiği sayabileceğimiz o iki kısa roman geldi ilkin gözlerimin önüne. Orhan Kemal kitaplarının yayımcısı Epsilon Yayınevi yeni basımlarını da yapmıştı bunların: Baba Evi (On yedinci basım, 2005), Avare Yıllar (On üçüncü basım, 2005). Andığım yapıtlar, yeniyetmelik yıllarımda yazarlık hülyalarımı kışkışlayıp uçuran romanlardı diyebilirim. Orhan Kemal gibi bir yazar olmaya nasıl özenirdim, anlatamam. Açıktan açığa öykünerek yazdığım günleri de anımsıyorum. Romancı Orhan Kemal’i bu iki kitapla tanıdım diyebilirim ilkin. Bunlara Cemile’yle Murtaza’yı eklemem gerekiyor ardı sıra. Çünkü birinci derecede birbirine çengellenebilecek romanlar bunlar. Ancak Cemile’yle Murtaza için daha öncelerde yazmıştım. İlki için Cumhuriyet Kitap’ta, ikincisiyle ilgili olarak da Kitaplık’ta. Bugünkü bakışımla romanları birer kez daha okuduktan sonra üstelik. Sonuçta yeni bir kazı daha başlayacaktı benim için. Öyle ya özyaşamöyküsel nitelik taşıdığı bilinen romanların evrenine babanın açısından yaklaşmak da olanaklıydı çünkü. Bu çerçevede AbdülCUMHURİYET KİTAP SAYI Orhan Kemal ve Işık Öğütçü (1959 Unkapanı). Fotoğraf: Ara GÜLER 874