Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Emre Aracı’yla ‘Kayıp Seslerin zinde’ ‘Bir devrin hür bir şekilde tanınmasını istiyorum’ Emre Aracı bizi bu kez Kayıp Seslerin İzinde bir yolculuğa çıkardı: Opera binaları, kompozitörlerin evleri, bugüne uzanan hatıralar, tozlu raflarda unutulmuş notalar ve tarihin kuytularına doğru bir gezinti. Bunun nedeni ise Emre Aracı’nın 1990’lı yılların sonundan günümüze uzanan çeşitli dergi ve gazete eklerinde yayımlanan makalelerinden oluşan seçki, yani Kayıp Seslerin İzinde başlıklı yeni kitabı. Aracı’yla kitabını konuştuk. Ë Selvi SERİN alışmalarınıza baktığımızda yazılan eserlerin yanı sıra müzik ve müzik tarihi hakkında onlarca makale görüyoruz. Sizi aynı zamanda akademik çalışmaya yönlendiren neydi? Bir müzisyen olarak tarih sevgimle beslenen araştırmacı ruhumu disipline etmek için akademik bir formasyonun son derece önemli olduğuna inandım. Böyle bir eğitim görmenin, aynı zamanda fazlasıyla hayallerle bezeli romantik ruh yapısındaki bir insan için esasında hakikatle hakikat dışı arasında yaptığı sanatsal yolculuklarda düşüncelerinin berraklığını sağlamada çok faydalı bir kazanç olduğunu anlamam uzun sürmedi. Yirmilerimde Edinburgh Üniversitesi Müzik Fakültesi’nde Adnan Saygun’un hayatı ve eserlerini doktora tezi olarak dört sene incelerken esasında akademik titizliğin merceğinde bir besteci hayatının birikimlerinden kendi gelecek hayatıma dair ders niteliğinde pay çıkarma fırsatını da yakaladığımı hissettim. Yüksek eğitim amaçlı sekiz senemi geçirdiğim Edinburgh gibi 1583’ten beri üniversitesiyle bir bütün olmuş bir şehrin estetik dokusu ise belki bana akademik formasyonun da ötesinde değerler kazandırdı diyebilirim. Cephesi zamanın taşa işlediği organik dokuyla asil bir şekilde yaşlanmış olan bu şehirde kaybolmaya yüz tutmuş bir zarafetin pırıltısında yatan güzelliği tattım ve kitabımdaki makalelerimde de ortak bir dil şeklinde akıp giden kayıp zaman ve seslerin izini sürmeye burada başladım. Dolayısıyla kitabımın ilk yazısı da “Bir Festival Şehri Edinburgh.” Enteresan ki akademik bir formasyon için gittiğim bu şehir içimdeki romantizmi daha da disiplinli ve bilinçli bir şekilde tetikledi. Ardından Cambridge yılları geldi... Ama benim için Londra’nın ayrı bir ken değişmeyecek. Osmanlının geleneközelliği vardı. Parkları, bahçeleri, müzesel müziği son derece zengindi; monofoleri, konser salonları, Kraliyet Operası nik müzikteki makamsal zenginliği Batı ve Türkiye’de konservatuvar mezunu olmüziğinde bulamayız örneğin ama Batı mayan benim gibi geç yaşta müzik eğitimüziğinde de makamsal zenginliğin mümine atılmaya karar vermiş bir öğrencisaade etmediği armonik zenginlik mevye tanınan imkânlar. Kısa sürede Loncut. Batı zaten makamlarını majör ve dra Okulları Senfoni Orkestrası’na viyominör olarak ikiye indirgediğinde mülacı olarak katılmış Royal Albert zikteki üçüncü boyut olan armonik zenHall’dan Royal Festival Hall’a kadar ginliğe ulaşmış. Bu iki sanat türünü biri pek çok meşhur sahnede kıymetli şeflerdiğerinden üstündür şeklinde kesinlikle le Londra’nın en tarihi öğrenci orkestrakıyaslamamak gerekir. Osmanlının on sının mensubu olarak çalma heyecanını dokuzuncu yüzyılda Sultan II. Mahmud duymuştum. Esasında basmakalıp şabreformları sonucu Batı müziğini benimlonlar yerine bireyselliğin arayış tohumsemesinin ardından sarayda polka malarının da bu ortamda atıldığını anladım zurka ve valsler bestelenmesini doğrusu sonradan. Bugün de kitabımdaki yazılaben yüksek bir sanat zevki olarak görrımdan görüleceği üzere, müyorum. Ama bunu aynı şekilde kühep kendi topraklarımıçük de görmek istemiyorum. Siz hemen zın kültürünü ortak bir ortaya Beethoven’lar mı çıkmasını bekdünya perspektifinden, lerdiniz? Ben bir devrin hür bir şekilde şoven bir anlayıştan tanınmasını istiyorum. Sultan Abdülmeuzakta olduğumu hissecid İstanbul’a Dolmabahçe Sarayı Tiyatderek orada aradım, bulrosu ya da Naum Tiyatrosu gibi, bugün maya gayret ettim, hâlâ ne yazık ki ortada olmayan, önemli opeda aramaya devam ediyora binaları kazandırmış ve temsilleri bizrum. Osmanlı’nın çokzat onurlandırarak bu sanatın hoşgörüysesli müziğini deşifre ettiğim İngilizlerden oluşan ve 2000’lerin başında faal olan müzik topluluğumu da Londra’da oluşturdum. Türkiye’deki kayıtlarımız dünya listelerine girdi, BBC Dünya Radyosu’ndan da pek çok ülkeye dağıldı. İstanbul’dan Londra’ya yapılan bu yolculuk sonradan bir albümün adı oldu. Özellikle Osmanlı dönemi ile ilgili dikkat çekici çalışmalarınız bulunuyor. Bu çalışmalar ışığında anladığımız şey Osmanlının sanat zevkinin özellikle müzik alanında yüksek olduğu, yanılıyor muyum? Osmanlı Sarayı’nda Opera ve Klasik müzik merakı ne zaman başlamış, nasıl yaygınlaşmıştı? Esasında her devrin kendine göre sanatsal alanda rafine zevkleri bulunan üretken insanları var; dünya değişse de böyle insanların sesleri Emre Aracı’nın özellikle Osmanlı dönemi ile ilgili dikkat çekici çadaha az çıksa da, bu etlışmaları bulunuyor. 2011 le topraklarında yeşermesine katkıda bulunmuş ise bunun bilinmesini istiyorum. Franz Liszt’i sarayında ağırlamışsa, Gaetano Donizetti’nin ağabeyi Giuseppe Donizetti’yi başmüzisyeni olarak onurlandırmışsa, bunların unutulmamasını istiyorum. İstanbul operası bugün karanlık bir silüet olarak dururken bu sanata bu topraklarda bizlerden çok öncelerde, hem de en üst makamlar tarafından sahip çıkıldığının bilinmesini istiyorum. “TEK BİR BESTECİYİ SEÇMEK İMKÂNSIZ” Kompozisyonlarınızda özellikle Osmanlının ve İstanbul’un etkilerini görüyoruz. Müzikal olarak sizde kimlerin etkilerini okuyabiliriz? Sizin klasik müzikteki hayranlığınız kimedir? Esasında tek bir besteciyi seçmek imkânsız. Hayatımın değişik evrelerinde değişik pek çok besteci hissiyatıma yön verdi. Puccini operalarına ve bilhassa Manon Lescaut’ya çok hassasiyetim var. Tchaikovsky ve Sibelius da aynı şekilde ruhumun dingin sularında fırtınalar kopartıyorlar. Bu kitabımda sadece Osmanlı çoksesli müziği değil, işte bu bestecilerin evlerine yapmış olduğum seyahatlerin notları da var. Burada hissedilenler, yaşanan tesadüfler. Wagner’in Lohengrin operasını Neuschwanstein Kalesi’nde keşfediş, Elgar’ın doğduğu evinde Nimrod’u duymak, Gian Carlo Menotti ile İskoçya’daki malikânesindeki bir öğlen yemeği. Müziğin de ötesinde edebiyatla yolculuklar: Castle Howard’da Brideshead Revisited’i yaşamak. Tüm bu sıfatlar arasında siz; kompozitör, müzikolog, müzik tarihçisi. Siz hangisine daha yakın hissediyorsunuz kendinizi? Kitabı incelediğimizde edebiyata ve özellikle Abdülhak Şinasi Hisar’a karşı özel bir ilginiz olduğunu görüyoruz. Nedir sizdeki önemi Hisar’ın? Dile getirdiğiniz bu özelliklerin hepsi benim için bir bütünün parçaları esasında. Kayıp Seslerin İzinde’de, bu parçaların hayatımda birer amaçtan çok araç olduğunu ortaya koyuyorum. Kitabımın önsözünde de belirttiğim gibi kültürleri, ülkeleri, sınırları, milliyet ve ırkları, daha da önemlisi zaman kavramını aşarak ulaşılmaya çalışılan bir bireyselliğin arayışında, hayal edilen bir dünyanın artık gerçekmiş gibi görünmeye başladığı hissinin duyulmasında, sevilen ve yerleri doldurulamayan yüce insanların birer birer ayrıldığı geri dönüşü olmayan bir süreçte, mevcudiyetlerini canlı tutmakta, aceleci ve kalabalık bir insan kütlesi arasında, esasta yalın bir halde, yalnızlığın ve çaresizliğin ürkütücü yüzünü gösterdiği anlarda içimizi dopdolu ve sımsıcak hissetmede bir amaç sadece. Muhtemel ki bu kitap ülkemizin yoğun gündeminde unutulup gidecek ama ben yine de içindeki değerlere hassas insanlara ulaşacağına inanıyorum. Aynen Abdülhak Şinasi Hisar’ın hissettiği hüzünle aktardığı hatıralarının benim hayatıma bugün kattığı renk gibi burada aktarmaya çalıştığım hikâyeler de başkalarının hayatlarında filizlenecek. Hisar bana bunun mümkün olabildiğini ve hayattaki en büyük tesellilerden biri olduğunu gösterdi; çok sevdiğim İngiliz yazarı E. M. Forster’ın çizdiği ve Merchant Ivory filmlerinde harika bir görsellik bulan o kayıp dünyalar gibi ya da Proust’un kahramanının çayına küçük parça “madeleine”ini batırarak geçmişin ses ve kokularını şuuruna davet ettiği gibi... Kayıp Seslerin İzinde/ Emre Aracı/ Yapı Kredi Yayınları/ 444 s. Ç “ARAYIŞ TOHUMLARINI LONDRA’DA ATTIM” İstanbul’daki eğitimin ardından Londra’daki süreç başlıyor. Aslında sıklıkla klasik müzikte Alman ekolü tercih edilirken siz Londra’da bu işi yürüttünüz. Londra’nın özel bir nedeni ve yeri var mıydı? Evet liseyi İstanbul’da bitirdim ve ardından Londra’ya gittim. Çeyrek asırdır da Britanya’da yaşıyorum. Tercih edilen sadece Alman değil, pek çok ekol var. SAYFA 4 23 HAZİRAN CUMHURİYET KİTAP SAYI 1114 CUMH