29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K aşadığımız toplumsal gerçekliğin, yaşanan kirlenmenin, salgın halinde bulaşıp yaygınlaşan bozulmanın, bunun birey üzerinde yarattığı tükenişin, sonuçta yok oluşun yazınımızda kendisine pek de yer bulamadığından söz edilmiyor mu yıllardır? Özellikle yazarların bireye yer açarken, sorunsalı toplumsal dışı bağlamlarla aldıkları, bununsa bir içe bakıştan ya da iç dökmekten öteye geçmediği öne sürülmüyor mu? Bir yanıyla görece doğruluk taşıyabilir belki bu görüş, ama böyle bir yargıya tümden katılabilmenin olanağı var mı peki? Öyle ya, yazınsal alanın da bir bütün olarak kabulü gerekmez mi? Toplumsal çürümenin, sınıfsal çöküşün, ahlaksal yıkılışın, ekonomik, ekinsel uçurumun veya ayrışmanın, yabancılaşmanın ya da tek tipleşmenin kıskacındaki bireyin yaşadığı bu en temel gerçekliğe sırt dönülerek, hayatın dışında sözümona bir sanal gerçeklik varmış da böyle de yaşanabilirmişçesine buna yoğunlaşan sinik, sönük anlatılar geniş yer tutuyor olabilir yazınımızda. İyi de bunun dışında bize ayna tutan, tokat halinde yüzümüze inen, bizi sarsıp silkeleyen hiç mi verim yok ortada? Bize bizi gösteren, bizi arındıracak roman, öykü, şiir, oyun, deneme, günlük, şu, bu? Hayır, hayır, haksızlık boyutunu da aşıp bir ölçüde yazınımıza kastetmeye dönüşür böylesi öne sürüş. Sonra, bunu paylaşacakların önüne birer karşı sav kanıtı olarak inen nice nice yapıta dönüşür ki, kalkıp da hiç kimse yanıt veremez o zaman bu temelsiz önyargıya… Ahmet Oktay’ın, son yılların genç yazarlarında ortaya çıkan ya da gözlenen bu yöndeki kimi eğilimler, yazınımızdaki kimi olumsuz yönsemeler üzerinde durarak örnekler vermesi, yazınımıza tutulmuş aynanın daha bir parlatılması anlamında alınmalı bana sorulursa… Evet, doğru, böyle acınası bir durum da yaşanmıyor değil bir kıyısından kuşkusuz, ama öte yanıyla gürül gürül akan bir ırmağın olmadığı da söylenebilir mi peki? Üstelik bu olumsuzluğu genç yazıncıların bütününe yüklemek de gerçekçi görüş olamaz. Belki böylesi olumsuzluk yansıtan bir dolu genç yazarın adı sıralanabilir, aralarındaki koruklara baka baka karardıklarını sanan, ama ne yalan söylemeli, şuracıkta bir çırpıda düzinelerle ad da sayılabilir, yazınımıza su taşıyan birer vahşi ırmak gibi göz kamaştırıcı… Ama bütün bunlar arasında, debisinde herhangi değişim olmadan gürül gürül akışını sürdüren elli yıllık bir ırmak da var ki yazınımızda, onu görmemek olanaksız: Tahsin Yücel… KENDİ AYNASINDA BİR DEĞİRMEN: TAHSİN YÜCEL Tahsin Yücel, öyküleriyle, denemeleriyle olduğu denli, romanlarıyla da son yarım yüzyıla damga vurmuş bir yazar… İlk romanı Mutfak Çıkmazı’ndan (1960) son romanı itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Yalan dolan toplumu için bir yazınsal kurulum modeli... Sonuncu’ya (2010) dek geçen elli yıl içinde verimlediği toplam sekiz romanın sayısına bakarak bunu hiç de azımsamamak gerekiyor. Birkaç hafta önce (17 Mart) Mutfak Çıkmazı’ndan başlayıp Vatandaş (1975), Peygamberin Son Beş Günü (1992), Bıyık Söylencesi (1995), Yalan (2002), Kumru ile Kumru (2005), Gökdelen (2006), Sonuncu adlı toplam sekiz yapıtından kalkarak Tahsin Yücel’in bu elli yıllık sürede romancılığımızda ürettiği saltık değere yoğunlaşmıştık… Tümü de Can Yayınlarınca sunulan bu yapıtların ilk ikisinden, Mutfak Çıkmazı ile Vatandaş’tan kalkıp son iki romanı Gökdelen’le Sonuncu’ya bakmak, karşılıklı ilişkiler bağlamında dört romanın aynasında toplumsal oluntulara, bunların Yücel romancılığı içindeki yerine, sonuçta roman evrenlerindeki kurulumuna göz atmak, yarım yüzyıldır romanlar kaleme alan bir yazarın da serüvenine eşlik etmek olacaktır elbette… Tahsin Yücel, Mutfak Çıkmazı’nda neredeyse bir Dostoyevski değişkesi getirir önümüze. Zaten Dostoyevski izlekleri ile kahramanları bütün romanlarında sürer onun. İlk roman olmakla birlikte 1950 kuşağı yazarları verimlerinde gözlendiğince bir yetkin kitaptır bu da. “Dedesi, cumhuriyetin ilk yargıtayında üye” olan (14) İlyas Divitoğlu onun yolunda, hukuk fakültesinde başarılı bir öğrencidir. Ne ki yoksullaşmış bir ailedir Divitoğulları. Bu soylu yoksulluğun içinde “İlyas her şeyleri(dir): parlak gelecekleri, şanlı geçmişleri…” (13) İlyas’ın öldürülüşüyle başlar roman, bir geri dönüşle bu sona doğru evrilir. Kendisine umut bağlanan, bir açıdan söylen haline gelen İlyas’ın gün gün eriyip tükenişine tanıklık ederiz sayfalar boyunca. Sevdiği kızın yüz vermeyişi, bir karasevdaya düşürür delikanlıyı, sonrasında bireysel tükenişin toplumsal çark içinde dağılışına tanık oluruz. Söylen, bunun bağlayıcılığı, tabulaşmasıyla bireyi yok oluşa sürükleyip insanın tepesinde Demoklesin kılıcı haline dönüşü daha ilk yapıtta kavramsallaştırmanın da önünü açıyor. On beş yıl sonra yayımladığı Vatandaş’ta yazarın bu kez bireysel olanı doğrudan toplumsallaştırdığı görülüyor. Kimdir vatandaş; içimizden biri… Bir yanıyla tuvalet duvarı yazıcısı bir yanıyla derin entelektüel. Herhangi vatandaş işte… Ama derin korkuları, kaygıları olan… Yücel, bu yapıtıyla bir açıdan Türk bireyinin bir açıdan bireyin kendisi dışındakileri algılayışının, bunları yerine oturtuşunun kazısını yapıyor. Gittikçe kendisi olmaktan çıkarılan bireyle hep kıvrılıp başka şeylere dönüşen toplum değişik biçimlerle, artık her romanda yeniden karşımıza çıkacaktır. Nitekim Gökdelen bütün bunların yerleştirildiği bir karşı ütopya (distopya) olarak alınabilir herhalde. Ancak yapıtlarına dağılmış kimi karamsar çözümlemelerine karşın hiçbir romanında kötümser (pesimist) olduğu söylenemez Yücel’in. Örneğin Gökdelen’in sonunda, Temel Diker tarafından bir örnek olarak tasarlanmış gökdelenlerin “moloz dağları”na (171) dönüştürdüğü İstanbul, yine de ucu bucağı görünmez bir kalabalık halindeki “yılkı adamları” tarafından kuşatılacaktır. Zincirlerinden başka yitirecek bir şeyleri olmayan insanlar, nice sonra bunun bir değişkesi olarak “yılkı adamları”na dönüşmüştür âdeta. İlk romanından elli yıl sonra Tahsin Yücel, Sonuncu’da yine söylene, bunun yalanla beslenip tabulaştırılan gücüne, bireyle toplum üzerinde yol açtığı etkilere, bütün bunları olumsuz yönlendirişine getiriyor sözü bir kez daha. Şimdi, Tahsin Yücel’in roman evrenlerine yerleştirdiği aynadan kuş bakışı göz atmaya çalışalım bu toplumsal yaşama… TAHSİN YÜCEL’İN AYNASINDA TOPLUMUMUZ Bir kez Tahsin Yücel, romanlarında gerçeklik olgusunu ters yüz ederek bunu kendi göreceliği içinde öne çıkarmaya çabalıyor. Sözgelimi Gökdelen’de perde cumhuriyetin ilanından yüz elli yıl sonra 2073’de açılır. Artık yargı da özelleştirilmiştir. Yücel, böylelikle yargının, yargı kurumlarıyla üyelerinin nerelerden nelere dek değişebileceğini de göstermiş olur bize. Bu yüzden kavramsallaştırmaya koşut bir kara anlatı hatta güldürü eşlik ediyor yapıta, üstelik tam da bugüne yönelerek. Öte yandan son dönem yapıtlarında “salaklık” vurgusundaki belirgin yükseliş de dikkati çekiyor. Belki bu yönde toplumsal açıdan sergilediğimiz tutuma da açık bir gönderme bağlamında alınabilir yazarın yaklaşımı.Öte yandan salaklığı denemelerine taşıması bu yükselişteki görünür yaygınlaşmaya bağlanabilir. Nitekim Sonuncu’da salaklık kurumsallaşmıştır neredeyse. Buna “yalan”ın dizgesel olarak kurumsallaştırıldığı savı da eklenebilir herhalde. Sonuncu’nun kahramanı Selami Harici, Yalan’ın roman kişisi Yusuf Aksu’nun başka açıdan ardılıdır zaten. O halde gerek evrenleri gerekse izlekleri, karakterleri özelinde Yalan’ın süreğeni gözüyle bakılabilir Sonuncu’ya. Burada yalanı pekiştiren salaklık bir temel karakter gibi karşımıza çıkıyor her kezinde. Kimi genel doğrularla örtüşmüş gibi görünen, ama kimi öncüller aradan kaldırıldığı için veya çeşitli sapmalardan ötürü bambaşka konuma gelen bir karakter yapılandırmasıyla karşılaşıyoruz. Sonuncu’da üç, hatta dört roman kişisinin anlatımıyla bu tutumun daha bir pekiştirildiği bile öne sürülebilir. Toplam yirmi dört bin yedi yüz on sekiz (24 718) sayfalık tek ciltten oluşmuş (192), belki de dünyanın en büyük kitabı olan “Serencam”, bu kişilerin gözünden bize anlatılır. Bugüne dek etkileyici bir kitap üzerine kurulmuş, kitabı da neredeyse karakter yapan kimi romanlara yönelik bir nazire olarak da alınabilir elbette yapıt. Geçen yüzyıl, bir bütün halinde roman evreninde kendisine yer bulur böylelikle. Gökdelen’le birlikte alındığında bu zaman, bir yuvarlamayla en az iki yüz yıla ulanacaktır ki, Niyazi Berkes’in yönelttiği, ülkemizde iki Tahsin Yücel Y yüz yıldır neden bocalandığı sorusunun da karşısına çıkarır bu bizi… Roman kişileri, yaşadıkları zamandan koparılmışçasına bir tutum sergiler çünkü sürekli. Roman evreni ütopyaya dayansa da yine de kişiler zamandışı gibi görünür bu nedenle. TOPLUMA AYNALIK YAPAN TAHSİN YÜCEL ROMANI... Yalanın gizle sarmalanıp kutsanması, söylenin gizeme dönüştürülüp tabulaştırılması, anamalcı düzenin çağcıl gelişiminde onun önünü açan iki temel etkime halinde roman evrenlerine yayılır yapıtlarda. Bunlar yansıttığı rastlantısallıkla da dikkati çekiyor denebilir. Yazarın, bu rastlantısallığı biçemsel açıdan roman evreninin doğal verileri olarak aldığı görülüyor. Başlangıçtaki romanlarında Tahsin Yücel kendini, bir anlatımcı olarak koyuyordu belki daha çok. Bu çerçevede roman kahramanlarını, “kendileri” olarak temele alıp kuruyordu. Oysa son iki romanda bu tutum alttan alta sezilse de göstermeci bir yansıtımla karşılaşıyoruz daha çok. Yücel, dışarıdan anlatıyormuş gibi bir konum sergiliyor âdeta. Bu nedenle dramatik duyguyuetkiyi kırarak, roman evreniyle kişileri göstermeci biçimde ortaya sererek romandaki aykırı gerçekçi anlayışı daha da pekiştirmeye girişiyor sanki. Bu doğrultuda kişilerini çizgiselleştirmekten çekinmediği öne sürülebilir onun. Sözgelimi roman kişilerinin, yazarın doğum yeri Elbistan’la, Adana’yla, Ceyhan’la, Galatasaray Lisesiyle, Sorbonne’la, hatta Fransa’yla ilişkilenişi bir rastlantısallık yansıtmaktan çok romanların aynı bir evrenin uzayıp giden halkaları olduğunu düşündürtüyor insanda. Kişilerin trajik yaşamı da bu yönde örneklenebilir herhalde. Roman evrenlerinde bu kahramanların her birine yer buluyor çünkü yazar, bu yeri yadırgamak ise olanaksız. Böylelikle yaşamdaki trajikkomik yanları vurguluyor bir bakıma. Bu arada kurgu, örüntü yönünde sergilenen anlatımın, dolgu ya da yığma ayrıntıya ayırdığı yer açısından bunu gereksinip gereksinmediği tartışılabilir. Çünkü zorunlu olmayan kimi yinelemelerle karşılaşılabildiği gibi azımsanmayacak ölçüde bir dolgu, yığma ayrıntı da çıkabiliyor karşımıza. Bu da yapıtlarda kimileyin takırtı ya da kopmaya yol açabiliyor. Tahsin Yücel romanlarında öne çıkan kavramsallaştırmanın neden olduğu kaçınılamaz bir yazgı gibi de alınabilir bu durum. Nitekim roman evrenlerinin yanında kişiler, kurgu vb. hep hedeflenmiş kavramsallık yönünde ilerliyor. Yine de onun romanlarında müthiş bir uyum dikkati çekiyor. Çünkü verili koşullara dayalı olarak yapılandırılan bu romanlarda yalnız aykırı gerçekçilikle kara anlatı, güldürü öğeleri değil, bunların yanısıra gerçeküstü veya saçma öğeleri de kendine yer bulabiliyor. Böylece Yücel’in yapıtlarında bizi, yukarıda değindiğim bütünselliğin yanısıra her kezinde farklı bir okuma serüveni karşılıyor aynı zamanda. Sonuçta bizi nefes kesici romanlarla karşılıyor denebilir son iki yapıtında da Tahsin Yücel. Bu çerçevede ilk romanlarından on yıllar sonra ortaya koyduğu Gökdelen, Sonuncu onun, roman yörüngesinin birer doğal sonucu olarak alınmak zorunda. Birkaç hafta sonra, Yücel’in bu kez bir başka açıdan bütün romanlarına döneceğim yeniden… NİSAN 2011 SAYFA 21 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1106 28
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle