27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Orhan Bursalı’dan ‘Ulus Yıkıcılığı Zamanları’ Ulusları kim yıkmak ister? Orhan Bursalı’nın Ulus Yıkıcılığı Zamanları adlı kitabı, ulus gerçeğine ve ulusal sorunlara bakışımıza yeni ufuklar kazandırmayı amaçlıyor. Ë Osman BAHADIR lus, üzerinde en çok konuşulan ve tartışılan, fakat buna karşın belki de en az anlaşılan kavram, olgu ve konulardan biri. Ulusların ve uluslaşmanın, her zaman düşmanları oldu. Ulusların doğuş zamanlarına karşılık gelen Rönesans yıllarında, krallar, kilise büyükleri ve feodal toprak sahipleri, kendi egemenlik ve otorite alanlarını zayıflatma özelliği gösteren her türlü düşünceyi ve hareketi bastırmaya çalıştı. İlerleyen yıllarda Avrupa’nın eski ulusları, dilsel, dinsel, düşünsel ve yöresel kabuklarını kırıp atarak modern uluslar haline geldi. Bugün dünyamız, sosyal ve siyasi bakımdan yirminci yüzyılın son çeyreğinde başlamış olan yeni ve daha farklı bir süreç içerisinde. Bu sürecin, iç içe olan ve birbirleriyle uyuşan veya çelişen birçok yönü bulunuyor. Günümüzde uluslaşma (yeni ulusların tarih sahnesine çıkmak istemesi), ulusların varlıklarının korunması, ulusların doğuşunun ve gelişiminin engellenmesi ve uluslararasılaşma (ulusların birbirlerine yaklaşması ve benzeşmesi) gibi çok farklı dört süreç ve dinamik bir arada yürüyor. Orhan Bursalı, Ulus Yıkıcılığı Zamanları adlı kitabında, işte bu dinamikleri inceliyor. Bursalı’ya göre ulusu yaratan ve güçlendiren etkenler doğru olarak anlaşıldığı ve saptandığı takdirde, kimlerin onu yıkmaya çalışabileceği de açık olarak kavranabilecektir. Ulus Yıkıcılığı Zamanları’nın en önemli tezlerinden ikisi şu: Çağımız hâlâ ulusal devletler çağı ve dünya ekonomisine egemen olan devletlerin hepsi ulusal devletler. İkincisi, ülkemizde ulus inşasında 1940’lara kadar süren, göz kamaştırıcı bir çaba dönemi var. Bu dönem, ulusal devletin temel taşlarının döşendiği dönem. Bursalı’nın, bir topluluğu ulus yapan etkenler ve niteliklerle ilgili olarak ileri sürdüğü başlıca saptamalar ise şöyle: “Ulusçuluğun en önemli yönü, dış dünya ile eşit ilişkilere önem vermektir (...) Örneğin Türkiye’nin ulusal yararını savunmak demek, dış ilişkilerde kaybeden bir ülke olmasını engellemeye yönelik mücadele etmek, önlemler almak demektir.” “Eğitimin ulusal ve evrensel standartlarda yapılıyor olması, iki yüz elli yıl önceki uluslaşma sürecinin başlangıcında ve gelişiminde, modern ulusal devletlerin ortaya çıkışında en büyük etkendir.” “Dinin toplumsal yaşam üzerindeki etkisi, yönetim iddiası ve rolü azaldığı ölçüde, ulusal devletler ortaya çıkmıştır.” “(Bu Orhan Bursalı U nedenle) Dini ve kurallarını topluma dayatmak da büyük bir ulus yıkıcılığıdır.” “İnsan hak ve özgürlükleri, egemenliğin halka ait olması, parlamenter demokratik kurumların varlığı, uluslaşmanın tarihinde ve gelişmesindeki diğer kilometre taşlarıdır. ‘Tanrıların yönettiği’ toplumlardan uzaklaşıldığı ölçüde, laik ve demokratik ulusal devletler gelişti.” “Ulusal devlet, bir anlamda ekonomidir, en geniş anlamıyla ise yaratabildiğin değerler bütünüdür ve bu değerler toplamının ülke halkına paylaştırılmasında kişi başına düşen maddi ve manevi mutluluktur, hazdır, güvendir ve ayakta kalma becerisidir.” Nihayet Bursalı, genellikle gözden kaçan ve kaçırılan, uluslaşmada gelir dağılımındaki adaletsizliklerin giderilmesinin rolüne, bu son derece hayati konuya işaret ediyor; “2010’da, en düşük gelir grubunu oluşturan yüzde 20’lik kesim, milli gelirden yüzde 5.8 pay alıyor. En üst yüzde 20’lik kesim ise yüzde 47 pay alıyor. İki kesimin geliri arasında sekiz kat fark var. Bu durum, ulusallığı da önleyen bir etkendir. Büyük kitleler vatanlarında rahat yaşamıyorlar ve itilip kakılıyorlarsa, bu, ulusal kimliğin de zayıflamasına yol açar.” Bu önemli saptamalar, nelerin ve kimlerin ulus yıkıcısı olduklarını da göstermeye yarıyor. Bursalı, ulusu güçlendirmenin hayatın her alanında olması gerektiğini söylüyor. Bilimde, sanatta, eğitimde, teknolojide, ekonomide, sporda vb., bunların her birinde ve her biriyle ulusallaşılabileceğini belirtiyor. Bunun da en önemli yolunun ne olduğunu kitabının sonunda şöyle açıklıyor: “Yeter ki, kaliteli önderlikler her alanda cesurca öne çıksın, içinde bulundukları koşulların her türlü engeline karşın tutumları bir adım öteye, yakın ve uzak geleceğe olsun, ulusal devletin sürekli demokratik yapılanması konusunu hep gündemde tutsunlar.” Bursalı’nın Ulus Yıkıcılığı Zamanları, ülkemizin bu kritik tarihsel döneminde, ulus yıkıcılarına karşı mücadelenin önemli bir aracı olma amacı taşıyor. Ulus Yıkıcılığı Zamanları/ Orhan Bursalı/ Cumhuriyet Kitapları/ 194 s. Ertuğ Uçar’dan ‘Dünyayı Seyretmek çin Bir Yer’ İnsanlar bitse de sönmez deniz feneri Ë Serra AYDIN ütün insanların bittiğini sandığınızda deniz fenerinin gülümsediğini yazar Fazıl Hüsnü Dağlarca. Tam da bunu düşünürken aklınıza Edip Cansever’in Fener Bekçisi Salih’i gelir. 444’e benzer bir bahçenin ortasında, dünyanın ıssızlığında bir yerdedir Salih. Belki de Ertuğ Uçar’ın son kitabında olduğu gibi Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yerde’dir Salih. Dağlarca’nın “İnsanların bittiği yer” dediği yer de belki orasıdır. Ertuğ Uçar’ın deniz fenerlerine dair öykülerinin olduğu Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer adlı kitabını okuduğumuzda aklıma ilk bu küçük gibi görünen devasa cümleler geliyor. Ertuğ Uçar yaşamdan fırsat buldukça deniz fenerlerini geziyor. Çocukluğunda Bababurnu Feneri’nin yanıp sönen ışıklarını nasıl saydığını anlatıyor. Başka yaşamların kapısını aralıyor, ışığa gidiyor ya da belki birazdan aydınlanacak olan denizin kara ıssızlığına. Uyarıyor bizi: “Tüm fenerler yalnızdır diyerek kesitirip atmamak gerekir. Bazıları daha da yalnızdır (...) Belki de en yalnız fenerler kentlerin içinde kalakalmış olanlarıdır. Şüphesiz ki sistemler tamamen otomatik çalışır hale getirildiğinde, yani hiç bekçi kalmadığında etraflarını ot bürümüş, sıvaları çatlayıp, demirleri paslanmış, fenerler iyice yalnız kalacaklar. Ufukta dolaştırdıkları ışık hüzmesi yardım sunar değil, sohbet diler olacak.” Evet, deniz fenerleri her zaman yalnızdır, SAYFA 18 28 NİSAN B Ertuğ Uçar’ın kitabı Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer’in toplamına baktığımızda deniz fenerlerinin yalnızlığından öte gördüğümüz bir başka yalnızlık daha var aslında. hatta Ertuğ Uçar da 2007 yılında yayımladığı Yalnızlığın 17 Türü adlı kitabının baş kahramanlarından biridir. Burada Ertuğ Uçar’ın deniz fenerlerinin o ıssız, gizemli ve elbette kocaman yalnızlığın sarmaladığı dünyalarına ne kadar yakın olduğunu görüyoruz. Uçar bu son kitabına bir giriş yazısıyla başlıyor ve bize var olan deniz fenerlerinin 1850 ve 1925 yılları arasında yapıldığını söyleyerek artık efsanevi kurtarma hikâyeleri yerine romantik kartpostalları süslediğini belirtiyor. Efsanevi maceralar ve deniz feneri deyince Jules Verne’in o muhteşem romanı Dünyanın Ucundaki Fener’iyle Vasquez, Felipe ve Moriz’i unutmamak gerekiyor. Uçar, tüm fenerlerin kötü anıları olduğunu söylüyor. Ama özellikle de Manş ve Kuzey Denizi’ndekilerin daha çok. Peki, ya güzelim boğazıyla İstanbul fenerlerinin? “İstanbul fenerleri içinse, birbiriyle çarpışan, yanan, patlayan tankerler artık sıradan olaylar haline gelmiştir. Bu da şunu gösterir: Düzenli yanan bir fener her zaman kurtuluş anlamına gelmez. İşlerine kendini adamış bekçilerin ve şaşmaz elektronik sistemlerin güvenilirliği yanında her zaman inatçı, tecrübesiz ya da şaşkın kaptanlar, yaşlı gemiler ve en önemlisi deniz vardır. Son kararı deniz verir.” Ertuğ Uçar Işığın alfabe fenerin ise onu heceleyip anlaşılır bir dil haline getirdiğinin altını çizen yazar deniz fenerleriyle ilgili ne kadar anlatılsa, yazılıp, çizilse de bir şeylerin hep eksik kalacağını söylüyor ve eksikleri tamamlamayı biz okurlara bırakıyor. Biz de eksikleri tamamlamak umuduyla Uçar’ın dünyayı seyrettiği o yere; deniz fenerleri öykülerine giriş yapıyoruz; tam da o sırada bir fener ışığı selamlıyor bizi... Babasından devraldığı fener bekçiliği mesleğini sürdüren Mustafa’nın hikâyesi bu ve bir batık hikâyesiyle birleşiyor. Mustafa düşünüyor: “Bir gece açık denizde olsaydı ve fenerine doğru yaklaşsaydı ne görecekti? Kaç fenerci vardı bu memlekette? Bir gün bir araya gelseler neler anlatırlardı birbirlerine? Peki, onlar bir araya gelmişken gemilere kim yol gösterecektir?” Tüm bu soruların yanıtını ne Mustafa, ne de biz biliyoruz aslında. Mustafa da bizim Cansever’in Fener Bekçisi Salih gibidir; yalnızdır tüm bekçiler gibi. Fırtına, İskenderiye, Gelidonya, Beyaz, Bekçi, Gece, Yağma ve Boğaz’la tarih içinde denizler boyu yolculuk yapıyor ve fenerlerin sıvası dökülmüş gövdelerine yaslanıyoruz. Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer’in toplamına baktığımızda deniz fenerlerinin yalnızlığından öte gördüğümüz bir başka yalnızlık daha var aslında Uçar ne de olsa eksikleri tamamlamayı okura bırakmıştı Öykülerin anlatıcısı karanlığı, dünyanın karmaşıklığını, tarihten bugüne ulaşan deniz hikâyelerini, geceyi, günü, Ay’ı görür. Hikâyeler dinler, hikâyeler anlatır ve sanki deniz fenerinin yalnızlığı bu olan bitene baktıkça ve ışıkları yanıp söndükçe, etrafına yaydığı ışıkla harlı bir yalnızlıkla çevrelenir dünya. Yani deniz fenerine baktığımızda gördüğümüz biraz da kendimizizdir aslında. Ama artık belki bizden bile yalnız olacaktır deniz fenerleri. Jules Verne’in kahramanlarının, İskenderiye Feneri’nin, abanoz yüklü teknelerin kaptanlarının hiç haberi olmadığı bir şey vardır: Otomasyon, uydu ve haberleşme... Bekçilere gerek olmayacaktır; ne Salih’lere, ne Mustafa’lara. Fenerlerin ışıkları yine yanıp sönecektir ama kimse onlara hikâye anlatmayacaktır. Ama yine de dünyaya açık olacaktır penceleri... Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer/ Ertuğ Uçar/ Yapı Kredi Yayınları/ 98 s. 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1106
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle