04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? diğinde ilk işinin, “bu resmi berraklaştırmak, kesinleştirmek olduğunu” vurgular. Pamuk’un “merkez” dediği şey, aynı adlı bölümde belirttiğine göre, “hayat hakkında derin bir görüş, bir çeşit sezgi, derindeki gerçek ya da hayali, esrarlı bir noktadır.” Yazarlar, romanları “bu yeri araştırmak, onu sezdirmek için yazarlar ve böyle okunacağını bilirler.” Romanın merkezi, yazar için “kendisini o romanı yazmaya sürükleyen sezgi, düşünce, bilgi vs.dir.” Pek çok romancı, “merkezi önce bir konu, anlatılacak, hikâyeleştirilecek şeyler olarak görür ve derindeki anlamı da romanı yazdıkça keşfedeceğini, ortaya çıkaracağını bilir.” Okur açısından “merkez”, okunan romandaki “asıl konunun ne olduğunu araştırma işidir.” Peki, yazar/romancı malzemesini nereden alır? “Yaşadığı hayat ve hayal gücü”, romancıya “geniş bir malzeme” sunar. Romancının “hayat hakkında ima edeceği derin görüş”, bir başka anlatımla, ‘merkez’ ise, “romanın yazıldıkça genişleyen ayrıntıları, biçimi, kahramanları ararsından çıkar.” Dostoyevski’nin benzer düşüncelerle romanlarını yazdığını öne süren Pamuk’a göre, “merkez” denilen ve romancıların “içgüdüyle hissettikleri bu yer” o kadar önemlidir ki, onu hayallerinde değiştirmek bile, onlara “romanlarının her tümcesinin değiştiği ve bambaşka bir anlama kavuştuğu duygusu verir.” Romanın merkezi, “kaynağı belli olmayan, ama ormanı, tek tek bütün ağaçları, çıkış yollarını, arkada bıraktığımız yolu, gideceğimiz yeri ve dikenli çalılarla en karanlık, anlaşılmaz köşeleri aydınlatan bir ışık gibidir.” Romancı bu merkezi “hissettikçe” yoluna devam edebilir. “Karanlıktaysa” bile yakında bu “ışığı” görme umuduyla ilerler. Pamuk deyişiyle, roman yazmak ve okumak, “hayattan, hayal gücümüzden gelen bütün malzemeyi, konuyu, hikâyeyi, kahramanları, hatta kişisel âlemimizi bu ışıkla, bu merkezle birleştirmektir.” Bir romanın “bu ışığın değdiği, yani merkezin aydınlattığı her köşesi yeni bir anlama kavuştuğu gibi ışığın geldiği yer de kafamızda sürekli değişir.” Bir romanda “merkezin yerinin belirsizliği”, okurun “aradığı, istediği bir niteliktir.” Merkezin yerinin derinlerde olması, hemen ortaya çıkmaması, okuma heyecanının kaynağıdır. Dolayısıyla, bir romanın merkezi, “yazarın niyet ettiği şey kadar, okurun metinden aldığı zevklere bağlıdır.” Bütün bunların bir sonucu olarak Pamuk, merkezi şöyle belirler: “Romanın merkezi dediğim şey, bir romanın en sonunda bize hayat hakkında öğrettiği, hissettirdiği, ima ettiği, gösterdiği ve yaşattığı o derin şeydir.” Büyük yazınsal romanlara “hayatı anlamlandıracak bir rehber gibi” gereksinme duyulduğunu belirten Pamuk, bu tür romanlar aracılığıyla “hem hayatın anlamı dediği şeyi ya da dünyanın merkezini aradığı için hem de bu romanların yazarlarından, Tolstoy, Stendhal, Proust, Mann, Dostoyevski ve WoSAYFA 20 ? 29 ARALIK olf’tan edindiği bilgiyle kendisini inşa ettiğini, dünyaya bakışını, ahlaki ilkelerini oluşturduğunu” yazar. ROMAN SANATI HAYATI DOĞRU TEMSİL ETMEKTİR Yazarın “Merkez” bölümündeki deyişiyle, roman sanatı, “hayatı doğru temsil etmektir” ve insanlarda “romanlarda gösterildiği kadar ‘karakter’ yoktur.” Yazar “kendinde de romanlardaki gibi bir karakter” görmediğini vurgular. Romanda belirleyici olan karakter değil, onun dünyasıdır; romanın genel manzarası içindeki yeridir. Roman kişisinin karakterini, “tıpkı hayattaki gibi içinde yaşadığı ve yaşacağı hikâye ve durumlar belirler.” Peki, Pamuk’un icat ettiği ve romanın genel manzarasına yerleştirdiği kahramanları ve ayrıntıları, okur nasıl okur? Bu yazara göre, okur “genel manzaradaki her ayrıntıyı, olup bitenlere yakın bir kahramanın duygularıyla, ruh haliyle ilişkilendirerek okur.” Bu, roman sanatının “kendi içyapısından gelen altın kuralıdır.” Romanının “zamanı”na gelince: Pamuk’a göre, “romanlar, dünyayı içinde yaşayan insanların bakış açısından, onların ruhlarının ve duyarlılıklarının bütün ayrıntıları üzerinden anlattığı için, romanın zamanı, Aristoteles’in işaret ettiği düz ve nesnel zaman değil, kahramanların öznel zamanıdır.” Nesnel zaman, “romanın parçalarını birleştiren ve bir manzara resmindeki gibi ortaya çıkmasına yarayan bir çerçeve” işlevi görür. Genel anlamda edebiyat tikel anlamda roman sanatını “siyasi yapan şey”, Pamuk’a göre, “yazarların siyasi görüşleri, sınıf, cinsiyet vs. olarak kendimize benzemeyen birisini anlamak, ahlaki, kültürel, siyasi yargıdan önce şefkat duymak, yani bütün bu özdeşleşme ihtiyacı ve onun gücüdür.” ROMANIN VERDİĞİ ASIL MUTLULUK, ÖZGÜRLEŞİP BAŞKASI OLMAKTIR Romanda sorun ve asıl mutluluk, “roman kişisinin karakterini, onun davranışlarından çıkarmak değil, roman kişisiyle, en azından ruhumuzun bir yanıyla özdeşleşebilmek, böylece özgürleşip başkası olmak, dünyayı bir başkası olarak görmektir.” Roman sanatı, Pamuk’un söyleyişiyle, “kendimizden bir başkası gibi ve başkalarından kendimiz gibi söz açabilme hüneridir.” Roman yazmanın ve okumanın, “özgürleşmek, başka hayatları taklit etmek ve kendini bir başkası olarak düşünmekle ilgili bir yanı vardır.” Pamuk, romancılığı, kendisini “kendi görüş açısının dışına çıkmaya, başkası olmaya zorladığı için” sevmektedir. Orhan Pamuk’un okuma ve yazma edimine bakışını konulaştırdığım bu yazıyı, Umberto Eco’nun aynı konulara bakışını irdelediğim ikinci bir yazı izleyecektir. ? (*) Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi. ( 1) Saf ve Düşünceli Roman/ Orhan Pamuk/ İletişim Yayınları/ İstanbul 2011/ 154 s. Acılı bir coğrafyanın geçmişi Kısa Ortadoğu Tarihi Kısa Ortadoğu Tarihi, bir ders kitabı niteliği taşımasının yanı sıra tarafsız anlatımı ve farklı bakış açılarıyla bölgedeki olayların iç yüzünü ve tarihin arka planında yer alanları sistematik bir çerçevede açıklamaya çalışıyor. ? Duru SOMAY alnızca ne olduğunu değil neden olduğunu da sormak, Ortadoğu’yu araştırırken nedensonuç ilişkisini takip ederek kayıtlı olaylara eşit önemi vermek, okuyucunun entelektüel yolculuğunda atması gereken ilk adımlardan. 11 Eylül olayları, Ortadoğu’ya yönelik Amerika’nın bitmek tükenmek bilmeyen ilgisi, Arapİsrail Çatışması, Petrol, İslami Diriliş, Irak Savaşı, Körfez Savaşı ve ABD’nin işgali gibi konu ayrımlarına gittiğimizde yazarın deyişiyle “ideolojik karmaşa sisi ve siyasal kavganın tozu arasında, fırtınaların hep kopmaya hazır beklediğini” ve 1967’den itibaren Ortadoğu’yu nasıl kasıp kavurduğunu bilmiş olacağız. İran Körfezi çevresindeki kimi bölgeler geniş petrol kaynaklarıyla dünyanın petrol rezervlerinin yarısından fazlasına sahip. İran’ın özellikle tarih sahnesinde kazandığı rolle İngilizRus ticari ve askeri rekabetin önemli bir odağı haline gelmesi, ilk adımda Ortadoğu’yu üzerinde hareket edilen bir alan haline getirdi. Ortadoğu bağımsız hareket eden bir bölge olamadı. Ortadoğulu ise sanki Avrupa yokmuşçasına hayatını sürdürürken esas can alıcı nokta, kendi yöneticilerince gerçekleştirilen reform politikaları olmuştur. Hanedan devletlerinin yükseliş ve yıkılış kalıbını bu noktada hatırlatmak faydalı olacaktır. İmparatorluk genişledikçe ordu ve bürokraside genişler. Bu genişlemenin bedelinde tebaanın vergilendirilmesi kaçınılmazdır. Egemen sınıfulema zenginleşerek güçlenir bu ise tutuculuğu beraberinde getirir. Bu sırada Hükümdarların soyundan gelenlerse yönetme yeteneklerini yitirmektedir. Tebaa isyana yatkındır ve isyan eder, imparatorluk çöker. Unutulmaması gereken tebaaların asker ve bürokrat olarak yeteneklerini kullanmasını sağlayan kurumları sunan da aynı imparatorluktu, isyan edilerek yıkılan da. Batılılaşma reform denemeleri öncesinde, İslam’ın ilk dönemindeki Ortadoğu’nun Müslüman halklarının, yüzyıllar boyunca ticaret, sözlü ve yazılı edebiyatla, din bilimsel ve felsefi fikirlerle, heybetli cami ve bahçeleriyle bu çok yönlü uygarlığı geliştirdikleri bilinmelidir. Kısa Ortadoğu Tarihi, yaptığı çözümlemelerle gerçekliğe bir adım daha yaklaştırır. Siyasi tarih, saray darbeleri, bürokratik düşmanlıklar ve köylü ayaklanmalarının kayıtlarıyla doludur. Bu noktada yeni bir soruyla karşılaşırız: İslam etnik farklılıkları sil(e)medi mi? Halifelik çökerken yükselen siyasi liderlik türlerini ve bu liderliklerin güçlendirdiği kolektif Müslüman dünyasını ele almak şaşırtıcı nitelikte sonuçlar verebilir. On dokuzuncu yüzyıl Batılılaşma Reformlarına geri döndüğümüzde bildiğimiz bir olay öbeğiyle karşılaşmamız an meselesidir. Reform, para demektir dersek yanlış olmaz. Yüksek borçlanmaya gittiğiniz takdirde, tanıklığımız hükümetlerin gelir ve harcamalarının kontrolünü Avrupalılara bırakmak zorunda kaldığı yönündedir. Ortadoğu’da insanların, yabancı emperyalizm tarafından kurulan sözde ulusların yapay karakterlerine güveni yoktur. Yirminci yüzyılda kötü şöhret edinen “Batı milliyetçiliği” sonucunda laik milliyetçilik Ortadoğu’da eleştirilmekte, “İslam birliği” ise yüceltilmektedir. Buradaki önemli nokta eğitimsiz çoğunluğun milliyetçi zaferleri İslam’a atfetmeleridir. Bunun yanı sıra Ortadoğu halkları için ilk milliyetçi hareketler bugün dahi sürmekte olan devrimci değişimlerin açılışını yapmıştır. Bir diğer önemli konu Siyonizm ve Arapİsrail çatışmasıdır. Siyasi siyonizme göre Yahudilerin kendilerine ait bir devlet oluşturmaları ve bunu yaşatmaları gerektiği inancı temel hedeftir. Hatta bazı Hıristiyanlar, İsrail’in yaratılmasının İsa’nın ikinci kez dünyaya gelişinin habercisi olacağına inanır. Bir İngiliz gazetecinin “Suriye için mücadele” başlıklı çalışması ilginç bir iddianın sahibidir: “Ortadoğu’ya egemen olmak isteyen yerel veya yabancı herhangi bir gücün merkeze yerleşmiş durumdaki Suriye’yi kontrol altına alması gerekir.” Kısa Ortadoğu Tarihi, İsrail’in yeniden doğuşundan, Arapların ithal bir ideoloji olan milliyetçiliği yanlış anlamalarına, savaş ve barış arayışlarından, İslami gücün yeniden ortaya çıkışına dek uzunca bir yol izler. “Körfez Savaşı” ve “terörle savaş” başlıkları altında son bulmaz, ileriye yönelik düşüncenin sınırlarında gezinerek olasılıkları ortaya koyar. Bu noktada mevcut verilere değinmenin zamanı gelmiştir: İnsanlar din, milliyet, ideoloji dışında nedenlerle de savaşır. Ortadoğu’nun en keskin özelliği birçok çatışmanın içten içe yanarak aniden patlak vermesidir. Günümüzün karmaşık dünyasında “köktenci” çıkış noktalarında gezinen ülkeler çatışmaları dindirmek ve sorunları çözmek için dinin bilgeliğine sarılacaktır. İnternet, uydu TV kanallarıyla gelen veri ve fikirler hükümetleri ve destekçilerini zora sokmaktadır. Ortadoğu’nun, aşırı nüfusu bunun yanı sıra su ve diğer kaynakların sınırlılığı çözülmesi gereken sorunlardandır. Yazarın ifade ettiği gibi “İktidardakilerin ne kadar orada duracaklarını kimse tahmin edemez”. ABD ve İsrail’e ters düşen Arap yönetimlerinin değiştirilmesinin ilk adımı olarak Irak’a saldırılmış, saldırma nedeni olarak ortaya atılan iddialar kanıtlanamamıştır. Diktatörlükleri devirerek yerine insan hakları ve özgürlükleri getirme iddiasındaki demokrasi yanılsamaları varlığını sürdürüyor. Tarafsızlaştırmak ve İsrail’in gücünü, güvenliğini arttırmak sarsılmaz bir misyon. Sonuç olarak tüm bu süreci ve Ortadoğu çatışmalarının temel nedenlerini anlamak isteyenlerin, konuya yabancı olsalar dahi, bu önemli çalışmaya uzak durmamaları gerekir. ? Kısa Ortadoğu Tarihi/ L. Davidson, A. Goldschmidt/ Çeviren: Aydemir Güler/ Doruk Yayımcılık/ 688 s. Y 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1141
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle