27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Rana Dasgupta’dan ‘Solo’ Geçmişle bugün arasında asırlık bir münzevi Rana Dasgupta Türkçede yayımlanan ilk romanı “Solo” ile okuyucuların karşısında. Yazar, romanında asırlık kahramanı Ulrich’le, Bulgaristan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan komünist rejimin yıkılışına kadar tarihi çerçevesini sunuyor. Bunun yanında yine kahramanı Ulrich’in hayalleriyle günümüzün popülist savaşlarından doğan apayrı bir hikâye yaratıyor. ? Eray AK eryüzünün en “acılı” coğrafyalarından biri Balkanlar. Bu toprakların yaşadığı savaşlar, yıkımlar, devrimler, göçler ve daha nice insan kanından kan alan olaylar bugüne kadar hakkıyla ele alınmasa da yavaştan dünya edebiyatının gündemine girmeye başladı. Hatta nitelikli edebiyat ödüllerine de değer görüldüler. Sanırım en güzel örnek de daha geçtiğimiz haftalarda Türkçede yayımlanan Téa Obreht’in romanı Kaplanın Karısı. Bu roman aslında edebiyatın değişmez kurallarından birinin de hâlâ işlediğinin önemli bir kanıtı: “Dedelerin, ninelerin yaşadıklarını torunlar yazar”. Obreht dedesi ve büyükannesinin başından geçen, kendisinin de bu acıya ucundan ortak olduğu romanıyla, Balkan coğrafyasına; bu acısı eksik olmayan topraklara içeriğinden acıklı, edebi değerinden nitelikli bir ağıt yakmıştı. Bu topraklara bir nitelikli ağıt da Rana Dasgupta’dan geldi: Solo. Ancak durum bu kez biraz farklı. Dasgupta ne Balkan topraklarının çocuğu ne de bu acıya ortak olmuş dede ve ninelere sahip. Sadece görüp, duyup okuduklarından yola çıkarak yazmaya karar vermiş bu toprakların hikâyesini. Hint asıllı bir Britanyalı’nın kaleminden okuyoruz Solo’da Balkan coğrafyasının çilesini bu kez. Bulgaristan’ın asırlık tarihini yine bir asırlık kahramanın dilinden dinliyoruz. Ancak dedim ya durum bu kez biraz farklı diye; sadece geçmiş zamanın acı günlerini anlatan bir nevi yüz yıllık “almanak” değil Solo; “modern” dünyanın “postmodern” yaşamlarının acımasız yüzünün de bir yansıması aynı zamanda. Hayallerimizde bile zorla bir araya gelecek zıtlıklardan, kafaları karıştıran birçok unsur ve durumdan besleyerek hırpalıyor romanında bizi Dasgupta: Keman ve tüm dünyada konuşulan bir yıldız, savaşın yıkımı ve piyano nağmelerinde aşk, özlenen devrim ve onun gerçek yüzü... Ancak bir de anlatılan salt gerçekler var ki romanda, hemen her gerçek gibi kan dondurmaya yetiyor. Bir de romanın kahramanı var. Tüm olay da onunla birlikte seriliyor, düğümleniyor, çözümleniyor zaten ama onun romana kattığı tek değer olayların kendi üzerinden serimine ve çözümüne kavuşması değil. Canlı bir tarihin zar zor ayakta kalmaya çalışan ve kendi kıyametinden önce son bir vuruşla mirasını yaşatmak isteyen son temsilci aynı zamanda o. BİR BULGAR “ULRICH” Kahramanımız “hayatının onuncu yüzyılını tamamlamak üzere olan” Ulrich. Bir Bulgar’da “Ulrich” isminin garip durduğu aşikâr ama Dasgupta bir araya gelmeyecek ilginç ayrıntılar üzerine kuruyor ya romanını, bunu da yazarın okurlarına “kurguladığı” bir şakadan öte yaşamın olmazsa olmazı ilginç tesadüflerine yorabiliriz. Ama Dasgupta “tesadüf” deyip geçiştirmiyor işi. Romanında uyumsuz görünen bir dünya ayrıntıyı birbirine ustaca düğümlediği gibi bu isim mevzuunu da hiç allandırıp pullandırmadan yaşamın tam göbeğine düğüm ediveriyor: “Bu tuhaf adın sorumlusu, Alman kaynaklı her şeye meftun olan babası”. Ancak kahramanımızın adından öte yaşamı asıl ilginç olan. Zengin bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geliyor Ulrich. Mühendis babası sayesinde daha çok küçük yaşta herkesin merak ettiği toprakların kokusunu alıyor. Savaşı görüyor, müziği seviyor, keman çalmayı öğreniyor, keman çalması yasaklanıyor, devrimi yaşıyor, üniversite eğitimi için Almnaya’ya gidiyor, âşık oluyor, savaş bir kez daha kapısını çalıyor, aşkından ayrılmak zorunda kalıyor, komünist rejimde fabrika işletiyor, arkadaşlarını kaybediyor, evleniyor, terk ediliyor, yalnız kalıyor, kimya deneyleri yapıyor, çalışıyor, gözlerini kaybediyor, üzülüyor, kaybettiklerine yanıyor… Bunların hepsini kısa sayılmayacak “yüz yıllık” bir sürede gerçekleştirse de son yıllarını tüm yaşadıklarını tekrar hatırlamakla geçirmek istiyor. Bunun yanında gözleri görmese de hayalgücü hâlâ zehir gibi. Karanlık dünyasını hayalleriyle aydınlatıyor. Bir yandan hatırlıyor, hatırladıkça da hayalleri harlıyor, canlanıyor. Şimdi anlatılınca tadı kaçacak ancak romanın satırları arasında giderken duvara toslamışcasına birden karşınıza çıkacak bazı “hadiseler adamın körlüğüne sebep oldu. Ancak işitme duyusu mükemmel; başlıca eğlencesi ise hâlâ televizyon.” Ayrıca, “sabahları azap veren sırt ağrıları olmasa, adamın sağlığı pek fena sayılmaz; lakin sayıların somut gücü hesaba katıldığında, ölümün pek o kadar uzak olmayabileceğini kabul etmek gerekir.” Ve Ulrich ardında kuru cesedinden başka bir şeyler de bırakmak istiyor haklı olarak. Tüm bu düşlerinin sebebi ise belli: “(…) lime lime edilmiş bir mirasa sahip olduğunu düşünüyor; geleceğe bir şey aktaramayacak kadar örselenmiş bir miras. Yaşamını yeniden gözden geçirmeye kalkmasının nedeni de bu. Ne serveti ne de vârisleri var ve eğer arkasında bırakacak bir şeyi varsa, karmakarışık bir halde derinlerde bulunabilir ancak o da olağanüstü meşakkatle.” Ulrich de yazarı Rana Dasgupta’nın desteğiyle kendi içine doğru bu meşakkatli ve bir o kadar derin yolculuğa çıkmaya karar veriyor. TARİHİN PEŞİ SIRA Bu asırlık çınarın geçmişine doğru Dasgupta rehberliğinde açılan kapı ise bizi 1901 yılının Bulgaristanı’na götürü Y kesik halde geri döner. Sonrası ise sefalet günlerinin habercisi olur hep. Ancak romanın bize anlatmaya çalıştığı o geniş tarihi alan elbet bununla sınırlı kalmaz. Bulgaristan’da işlerin kötüye gittiğini anlayıp Almanya’ya üniversite eğitimi için gider Ulrich. Burada da yakasından hiç düşmeyen “tarih” peşini bırakmaz onun ve bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı’nın habercisi olayların ve kişilerin akışında bulur kendini. Parasızlık yüzünden ülkesine geri döndüğünde ise bir başka tarihle yüz yüze gelir: Kral devrilmeye yüz tutmuş, ülkesinde devrim yanlıları ve kralın askerleri savaş halinde, bir yandan da hatırlarındaki Berlin ateşler içindedir. İkinci Dünya Savaşı patlak vermiştir. Sonrasında ise komünsit rejim ve Todor Jivkov yönetiminde geçen yıllar başlar. “Savaş, bir diktatörlüğün yerini bir başkasının almasıyla sonuçlanmıştı” (s.99) Yazar buradan yola çıkarak Bulgaristan’da uzun yıllar yaşanan komünist rejimi ağır bir bombardımana tutuyor. Aslında yaptığı eleştiri ya da karalama da değil Dasgupta’nın, sadece herkesten dinlenen hikâyeleri edebi bir vuruculukla dile getiriyor. Ancak yukarıda da dedim ya Ulrich’in görecekleri sınırlı diye. Gözleri kör oluyor ve yaşadıklarının yerini hayalleri alıyor. Roman buradan sonra ise adeta boyut değiştiriyor. Bambaşka kahramanlar ve hikâyelerle bugünün savaşları ve bu savaşların yarattığı dünyaları dile dökmeye başlıyor. YENİ DÜNYA Ulrich’in gerçekliğinden hayal dünyasına geçiş yaptığımızda Bulgaristan’ın tüm o keşmekeşi ve hırgürünü bir kenara bırakıp çok daha vahşi bir “modern” dünyanın içine sokuyor bizi yazar. Biri Gürcistan’dan diğeri Bulgaristan’ın tek kişilik bir köyünden çıkmış kahramanlarını New York’un “sanat” dünyasının ortasına bırakıyor. Arka planda ise şimdiki zamanların yıllar sonra tarihin nasıl bahsedeceğine kendi karar vereceği olaylar yer alıyor. ABD’nin Irak’ı işgali, ÇeçenRus savaşı, ErmenistanAzerbaycan gerginliği Dasgupta’nın bu arka plana bugünün fotoğrafı olarak astığı karelerden sadece birkaçı. Yazarın bu ikinci bölümde tüm bu toplu tüfekli savaşlardan öte öne aldığı durum ise ekonomik savaş ve bu savaşın çok farklı yollardan icra ediliyor olması. Terk edilmiş bir Bulgar köyünde kemanıyla yaşayan kahramanımız Boris karşılıyor bizi burada. Onu keşfeden Amerikalı yapımcı da bu “ekonomik savaşın” temsili durumunda. Bunun yanında işlerin içine mafyanın ve sanat dünyasının karıştığı, hatta sanat dünyasından insanların bu mafyöz terörün kendisi olduğu pek çok olay da gözler önüne seriliyor. Dasgupta, Ulrich’in hayallerini yarattığı bu bölümden bir ikinci roman doğurmuş adeta. Ulrich’in gerçek yaşamından ince ayrıntılarla bezeli, bambaşka bir “yeni dünya” sığdırmış sayfalarına. Ulrich’in hayallerinin, dünya realitesini yansıttığı bir “yeni dünya”… Romanın tüm bu çetrefil tarihsel, sosyal ve siyasal tabakasının ardından edebi değerini bir kenara bırakmak olmaz. Tarihi ve siyaseti işin içine katarak nasıl “edebiyat” yapılırın cevabını vermiş yazar Solo’da. Tabii, Beril Eyüboğlu’nun güzel Türkçesini asla dışlamadan söylemek gerekir romanın edebi değerini. Eyüboğlu’nun Türkçesi başka bir değer katmış okuma keyfine. ? e.erayak@gmail.com Solo/ Rana Dasgupta/ Çeviren: Beril Eyüboğlu/ Metis Yayınlar/ 356 s. ARALIK 2011 ? SAYFA 11 ? Hint asıllı bir Britanyalı, Rana Dasgupta’nın kaleminden okuyoruz Balkan coğrafyasının çilesini... yor. Ulrich’in ilk anıları da “Osmanlı İmparatorluğu’nda muazzam bir yatırım yapan Deutsche Bank adına Anadolu ve Mezopotamya’da müteahhitlik yapan Philipp Holzmann’ın, babasını yeni BerlinBağdat hattına başmühendis tayin ettiği döneme” kadar uzanıyor. Buradan yola çıkarak tarihin çok önemli bir kesitine içeriden, olayların tam göbeğinden bakma olanağı sağlıyor bize yazar. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılma süreci ve tüm dünyayı Birinci Dünya Savaşı’na götüren olayların “hızlı” gelişimi Solo’nun sayfalarında kendine yer buluyor. Birinci Dünya Savaşı tüm insanlığın yüreğinde bazı duyguları parçalar ve “Genç” Ulrich’ten de alacak bir şeyler bulur: Babası askere gider ve bir bacağı 29 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1141 SAYF
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle