07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K llah hayırlara çıkarsın, bir tuhaf rüyayla uyandım sabah… Rüya ne, karabasan… Türkiye peynir dilimlenir gibi bölünmüş mü; Türkler bir yakada kalmış, Kürtler öte yakada… Rüya bu ya, üzerinden elli yıl geçmiş bölünmenin. Ben de yaşıyor muymuşum hâlâ? Yeniyetmeymişim hem de… Yine böyle bayrammış, çok sevinçliymişim… Çünkü KürtTürk akrabalar görüşmeye gidecekmişiz. TürkKürt akrabalar da bizimle görüşmeye gelecekmiş. Tel örgü falan da yokmuş sınırda, hepimiz çift pasaportluymuşuz, bu yüzden elimizi kolumuzu sallaya sallaya bu yakadan o yakaya, o yakadan bu yakaya geçebiliyormuşuz birbirimize… Üstelik hep birlikte söylenip; elli yıl önce Türkiye’yi bölenlere lanet okuyormuşuz durmadan… Yazar değil miymişim bir de… Yazarlık rüyalarıma bile girer olmuş demek, ah benim zavallı aklım… Yerden tavana tüm duvarları kitapla dolu bir odam varmış. Ben de akrabalarımızla görüşmeye gidecekmişim, kitaplığıma uğruyorum. Bir raf dolusu roman, öykü, 191015’lerde, 2025’lerde yaşanan acıları anlatıyormuş. Öteki sergende bu kez TürklerKürtler arasında yaşanan ayrılıklar üzerine kurulmuş anlatılar, öyküler, romanlar… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Bir karabasan ki, Allah hayırlara tebdil etsin da mübadillere özgülemiş öykülerini. “İstafil” ise Rumca üzüm demek. Kaç yıl önceydi anımsayamıyorum. İlhan Selçuk yazmıştı. Bir yazısında “Nato kafa nato mermer” deyişinden ötürü düzeltmen “nato”nun, “NATO” biçiminde büyük harfle yazılması gerektiğinden söz etmiş. Selçuk, sözcüğün askeri işbirliği örgütü NATO ile bir ilişkisinin olamayacağını söylemiş. Sonradan Hepçilingirler, Cumhuriyet Kitap’ta bunun Rumcadan geldiğini, Türkçedeki kullanımıyla aynı anlamda olduğunu belirtmişti. Celal Özcan, deyimin Rumcasını aktarıyor kitaba adını da veren öyküsünde: “Na to kefari, na to mermari!” (37) Özcan, farklı bir anlatım diliyle kuruyor öykülerini. Alışıldık sözdizimlerini eğip bükerek, ama böyle yaptığında bunun farklı tatlar üretebileceğini göstererek… Bir başarısı daha var Celal Özcan’ın: Vıcık vıcık hale gelebilecek özlem, içlenme odaklı bu öyküleri bıçak sırtı düzlemde kaydırarak duyarlılığa dayanıp öyküyü ferahlatmak, buna melodram giysisi biçmekten kaçınmak. Ne var ki sızdıran bent gibi öykülerden yer yer bir melodram havasının yayıldığı görülmüyor değil. O zaman bu öyküler, yazılan onca benzerinin arasında en azından adabıyla kurulmuş bir örnekleme olmayı başarıyor denebilir. Dildeki özeni, biçim değişikliklerine açık ruhu, yazarı bir öykü delişmeni gibi ayrıksı bir yere taşıyor ayrıca. Pek çok genç yazarın birörnek kalıba göre salt “tek etkiyi” önceleyerek verimlediği gözlenen klasikleşmiş kısa öykü ölçütü dışında bir yolda, kendi bildiği gibi öyküler kaleme aldığı görülebiliyor yazarın. Bu tutumu bilinçle benimseyip uygulamaya giriştiği kanısı uyandırıyor insanda. Bu farklılıkların, gerektiği kadarıyla dilde kurulduğu da gözleniyor. Bir yazınsal metnin olayda, kişide, olay örgüsünde, evreninde değil dilde dönüştürülüp kurulması gerektiği bir kez daha çıkıyor ortaya. İncelikli alaysamalar da katışıyor ayrıca bu dile. Yoksa onun öyküleri de bildik anlatımcı öykülerin peşinden giden verimler olarak alınabilir. Ancak kimi örneklerde yazar, kısa öykünün yapısını zorlayıcı bir yayılma, dağılma da göstermiyor değil. O zaman Burhan Felek’in “Vatandaş Ahmet Efendi”si olup çıkıyor öykü. Bu dilde konuşan yazan insanların yine de yazara bir teşekkür borcu var bence. ÖTEKİ ÖTEKİ KİNLENİP SAHİP SAHİP TAFRALANMAK! Ah Mana Mu, Handan Gökçek’in üçüncü kitabı, ama ilk romanı. Daha önceki Düş Hırsızı (2002), Sır Dökümü (2008) adlı öykü kitaplarını okumuş, “Kitaplar Adası”na da buyur etmiştim. Öykülerinde anlatımcı değil anlamlandırmacı bir tutumla karşılaşmıştım özetle söylemem gerekirse. Oysa Ah Mana Mu’da tam bir anlatımcı yazar tutumuyla karşılaşıyoruz. Handan Gökçek, anlatıs ını iki koşut kurguyla yapılandırıyor. İlk düzlemde yüzyıl önceye giderek Yunanistan’ın Yanyası’na yöneliyor, ikinci düzlemde ise 1950 başlarının Türkiyesi’nde Hatay’la İzmir arasında bir düzlemde yol alıyoruz. İlkinde birbirine tutkun Rum kızı Rena’yla Türk delikanlısı Sakuş’un evlenmeyi başarması, İzmir işgalinin o yakada yarattığı olaylar yansıtılırken ikinci düzlemde adlarını Havva, İsa olarak değiştirmiş görünen kahramanların (119) büyükanne, büyükbaba oldukları dönem, bu doğrultuda yaşadıkları güçlükler, aşklarının karşılığı olarak kendilerine ödettirilen bedeller geliyor önümüze. Yazar, Rena’nın yaşadığı dramı, öz ailesiyle çatışmasını kimi işlevsel ayrıntılarla sezdirmekte ustalıklı. Ancak zaman zaman kendini melodramın havasından kurtaramadığı gözleniyor. Önceki kuşak yazarlarımız, Birinci Dünya Savaşı sürecinde Balkanlarda, Yunanistan, Bulgaristan içlerinde yaşanan dramları, göçenlerin iç acılarını Anadolu’da kışkırtılmış yerli yığınların Türkleri, Kürtleri nasıl ötekileştirdiğini, umarsız insanların çektiği acıyı işlemişti. İlhan Tarus, Samim Kocagöz, Orhan Kemal, Necati Cumalı, Yaşar Kemal vb. yazarlar bu grup içinde anılabilir. Mübadelenin gerek kavramsal açıdan gerekse izlek bağlamında saltık olarak öyküye, romana buyur edilişi çok daha sonraya uzanıyor görebildiğimce. Bu nedenle yaşananlardan yaklaşık yüzyıl sonra, özellikle kimi genç yazarların bu sorun yumağıyla karmaşasına yaklaşımdaki nostaljikmelodramatik tutum enikonu birbirine girebiliyor. Bu çerçevede mübadeleye odaklı öykü, roman kaleme alan yeni kuşak yazarların kimi ortak tutumları üzerine birkaç satırla da olsa değinmek zorunlu hale geliyor bana göre. Hemen tüm yazarların, akrabalarından ya da çevrelerinden duyduğu anı, aktarı odağında sözlü anlatıdan yararlanmak yanında kimileyin konuya değgin tarihsel bilgiye başvurduğu, belge kullandığı görülüyor. Ancak metinlerini bir “belgesel” olarak kurmaktan kaçınıyor yazarlar. Bu durum, kaleme alınan metinlerin öncelikle öykü, roman bağlamında kurulması gerektiğinin düşünüldüğünü ele veriyor. Olumlu bir nokta. Ne var ki, genelde yaşananlara üzülen, bu nedenle iç dökmeye göz yuman bir kavrayış da tehlike olarak bunun yanında duruyor. Sorunsalın bu metinlerde kavramsallaştırıldığı öne sürülebilir mi? Gerekli soyutlayıma, dönüştürüme gidilmeden kurulan öykü, roman evreni ister istemez kahramanların çizgiselleşmesine, yazarların dıştan birer anlatıcı konumuna geçmesine yol açıyor. Andığım verimlerde böylesi sakıncalarla karşılaşılıyor ne yazık ki… O zaman mübadele sorunsalı yerine bir mübadele melodramı çıkıyor ortaya. Kahramanların konuşmaları da çizgiselleşmeye destek veriyor denebilir. Egeliler nasıl “gari”, Karadenizliler “ha uşak”, doğulular “vay babo” vb. söyleyişlerle tipik kılınırsa bu yazarlar da metinlerinde “mu”, “…kimu”, “…aki” vb. ekleri, “(h)ayde”, “vre”, “(h)em”, “te be” vb. sözcükleri öylesine çok kullanıyorlar ki, tattan çok tatsızlık yayıyor bu. Bunları, genel sakıncalar bağlamında yazmış olayım. Yoksa andığım öykülerin, romanın böylesi eksiklikle sakatlanmış olduğunu söylüyor değilim. Tam tersine, şu sıralar yüzyıl öncesinden kimi dersler çıkarmak üzere okunabilecek kitaplar… Gördünüz mü, 9 Eylül’e dönük bayram yazısı yazacaktım bugün, şu karabasan berbat etti işi. Handan Gökçek, Ah Mana Mu’nun bir yerinde “Çocuklar için öteki yoktu” (31) diyor. Oysa insanoğlunun ötekileştirmeyle yarattığı tehlike atom bombası denli etkileyici! Sahiplenme ile ötekileştirme, insanın elleriyle kendi boynuna doladığı ilmek… Yüzyıl önce Türklerle Rumlar arasında yaşananların yüzyıl sonra bu kez Türklerle Kürtler arasında yaşanmasına izin verip vermemek bizim elimizde… Ama bunun için ilk olarak 1910’lara, 15’lere geri gidip Anadolu’nun işgalini, bu işgal sürecinde yüzyıllardan bu yana birbiriyle candaş, kandaş olmuş insanların emperyalizmin oyunlarıyla bir anda nasıl birbirine girebildiklerini iyi bellememiz gerekiyor. Hey Bursalılar, İzmirliler, İstanbullular, Ankaralılar, Çanakkaleliler, Antepliler, Urfalılar, Maraşlılar, Karslılar, Erzurumlular sayamadığım, ama nice nice destan yaratmış öteki kentliler, kentlilik bayramınız, 9 Eylülünüz kutlu olsun! Hay Allah, bugün şükür, şey şeker bayramıydı değil mi? ? SAYFA 25 A 2050’lerde, 60’larda yayımlanmış kitaplarmış bunlar… 2010’ları anlatan romanlarla öykülere bakarken parmaklarım bir kitaba takılmasın mı, aa, bir öykü seçkisi: “AnkaraDiyarbakır Mübadele Öyküleri”. Allah Allah diyorum, hep aynı acıları mı yaşayacağız biz böyle; emperyalizm efendi de durma ekmeğine yağ sürecek? Derken ter içinde uyandım, takvime baktım: 9 Eylül. Hayır, hayır, hayır dedim! Yüz bin kez hayır! Fırlayıp kalktım yataktan… Doğru kitaplığıma. Şükürler olsun, her şey yerli yerinde… Masamda üç kitap… Lozan Mübadilleri Vakfı’nca düzenlenen “Mübadelenin 85.Yılı Öykü Yarışması”na katılmış ürünlerin yer aldığı Mübadele Öyküleri seçkisi (Yayına Haz.: Müfide Pekin, 2009), Celal Özcan’dan bir öyküler toplamı İstafiller Oldu mu (Heyemola, 2010); Handan Gökçek’ten bir roman: Ah Mana Mu (Pupa, 2010). Andığım kitaplarla ilgilendiğim için rüyalarıma karışmış olmalı bu iç burkucu öyküler… HER BİRİMİZ YARIM YARIM İNSANIZ... Mübadele Öyküleri için bir “Önsöz” kaleme alan Feyza Hepçilingirler, konuyla ilgili bakın neler söylüyor: “…Girit’ten gelenler… Türkçe tek sözcük bilmiyorlardı. Analarından öğrendikleri, anadili olarak benimsedikleri dil, onları anayurtlarına en fazla yabancılaştıran şey oldu. Haklarını arayamadılar, dertlerini anlatamadılar.” “Türk oldukları için değil, Müslüman oldukları için sürülmüşlerdi; ama yeni yurtlarında ‘yarım gâvur’ diye aşağılandılar hep. Kendilerinin uğradığı bu aşağılanmayı yaşamasınlar diye çocuklarına, içine doğdukları bu dili öğretmekten kaçındılar.” “Osmanlı’nın eski topraklarında yaşayan ve Lozan Anlaşması’yla yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalanların tümü havasını, suyunu, hatta dilini bilmedikleri yeni yurtlarına ulaşmak için kimbilir ne zorluklar çektiler. Hep ‘oralar’ı özlediler. Oradaki tarlalarının büyüklüğü, ağaçlarının yüceliği gözlerinden; şırıl şırıl akan derelerinin sesi kulaklarından gitmedi.” “‘Oralar’, asla gerçekleşmeyecek düşler gibi, uzaklaştıkça güzelleşti onların gözünde.” “Sonra birer birer çekilip gittiler hayatımızdan. Umutları, düşleri, özlemleriyle birlikte ve anlatmadıkları, her anlatışta kabuk bağladığı sanılan yarayı yeniden kanatmaktan kaçındıkları için bir türlü söyleyemedikleri acılarıyla, dertleriyle birlikte, geride bıraktıkları anayurtları gibi onlar da tarih oldular.” Mübadele Öyküleri’nin içinde 24 öykücünün ürününe yer verilmiş. Bu yazarları anayım ilkin: Erhan Ceylan, Mahir Ulaş Yeşil, Arif Samet Çamoğlu, Hakkı İnanç, Büşra Akkuş, Ali Aksoy, Ayhan Altay, Pelin Böke, Maruf Evren, Serap Gökalp, H.İlhami Gülcan, Ümran Kartal, İhsan Tevfik Kırca, Tamer Kütükçü, Hasan Faruk Levent, Ahmet Murat, Saba Öymen, Hülya Sarıkaya, Aysun Sezer, Muzaffer Tansu, Kaan Temizel, Latife Türkyılmaz, Akın Üner, M.Hakkı Yazıcı. Bir biçimde yazın deneyimine sahip oldukları anlaşılan yazarlar, doğum tarihleriyle 1936’dan 1988’e geniş bir dağılım gösteriyor. Kadınlar erkek öykücülerin üçte biri kadar. Öykücülerimizdeki kadınerkek oranı yarı yarıya olduğuna göre kadınlar sayıca düşük demek ki… BENİM YARIMIM SENDE, SENİN YARIMIN NERDE? İstafiller Oldu mu Celal Özcan’ın Gökova’nın Yalazları (1977) ile Düğüncüler’in (1983) ardından yirmi yedi yıl sonra yayımladığı üçüncü öykü kitabı. Oysa ben ilk kez okuyorum Özcan’ı. Özcan CUMHURİYET KİTAP SAYI 1073
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle