19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ ve Avrupa bu değişimin merkezidir. Almanya’da ise yaşam günden güne zorlaşır. Zweig olup biteni “Para değerinin sürekli değişmesi, insanları her gün yeni hesaplar yapmaya zorluyor, bence bu durum düşünürler için bir ‘zehir’dir” diyerek özetler (s. 241). Umudu ise, bu günler geçip gittiğinde “düşünsel gücünün geri geleceği”dir. Gorki ile Zweig’ın mektuplaşmalarından anlaşılan, hem Avrupa hem de Almanya için ortalığı toparlayacak “güçlü bir el”in belirmesine yönelik beklentidir. Beri taraftan tekdüzeleşmeye başlayan yaşamda, kafasını kaldırıp olanı görmek için bakanlar, ki Zweig ve Gorki de bunlardan biridir, farklılıkları arar ve serinkanlı durmaya çabalar. Zweig ile Gorki’nin konuştuğu ana konu belli bir süre sonra tamamen edebiyata döner ve Rusya’dan Almanya’ya dek uzanan edebi bir sohbet boy verir. Tolstoy, Dostoyevski, Stendhal ikisinin de yanı başındadır. Gorki’yle Zweig’ın sanatçı dayanışmasını tartıştığı satırları 4 Mart 1930 tarihli mektuptadır. İkisi de herhangi bir saldırı anında, düşünür ve sanatçıların bütünleşmesini bir güç olarak görür. Üstelik bu destek ve bütünleşme, çoğu zaman sınır ötesine taşar. Sigmund Freud ile Zweig’ın mektuplaşmaları ise Dostoyevski’nin geçmişinin irdelenişiyle açılır. Eserleri ve kişiliğinin karşılaştırıldığı satırlar, Freud ve Zweig’ın ilk tartışmasıdır. Freud, Dostoyevski konusunda uzmanlığını konuşturur; patolojik ruhsal çözümlemeler, Zweig’ın merakını gidermeye yöneliktir. İkinci aşama, Zweig’ın öykülerinin psikolojik ayrıştırılışını kapsar. Duygusallık, kişilerin konumu ve insan ilişkilerini irdeleyen Freud, Zweig’ın yaratıcılığına vurgu yapar. Bunun yanı sıra Zweig’ın sanatçılarda pek rastlanmayan ölçüde alçakgönüllü oluşuna işaret eder. Freud da, Zweig’ın mektuplaştığı diğer isimler gibi zamanından şikâyetçidir. Ancak yakın dostlarının varlığıyla avunduğunu ve “ortak değerlerin yitirilmemesi nedeniyle kendini güvende hissettiğini” ekler (s. 323). Zweig’ın Hermann Hesse’e 1922 sonbaharında yazdığı mektup, ikili arasında gidip gelen mektupların ilki ve Hesse’in gezginliği üzerine kurulu: Zweig, onun göçebeliğini ve Avrupa’yı gezişini hatırlatır. Hesse’in gençliğinde olduğu gibi aynı yollardan Zweig da geçer. 1920’li yıllar, Hesse’in sanatoryumda hastalıkla boğuştuğu dönemlerdir aynı zamanda. Zweig, Alman öykücülerin psikolojiye fazla yer vermemesini eleştirirken, Hesse’in yaratılarında varoluşun köklerine doğru yaptığı atılımdan övgüyle bahseder. Zweig, Hesse’le de gününün ilişkileri üzerine sohbet eder: “İçinde yaşadığımız zaman çok tuhaf oldu, insanlar arası ilişkiler de değişti. Başkasından gelen bir selam kişiyi sanki büyük bir armağan almış gibi sevindiriyor” (s. 352). 1933’te Naziler tarafından kitaplarının yakılması karşısında kendisine destek veren Hesse’i “bireyin makineleşmeye karşı kendini nasıl geliştirmesi gerektiğine ilişkin mücadelesi” nedeniyle takdir eder (s. 354). Zweig’ın dostlarıyla yazışmasında açıkça seçilen şey, saygı ve sevgidir. Bunun yanında yazan taraflar, birbirine samimiyetle hemen her konuda yardımcı olmak için çabalar. Satırlarda ortaya çıkan bir diğer özellik ise gerçeklik. Gerçek dostluk ve dostluğun kendisine duyulan saygı. Bir başka ifadeyle dostlukların derinliği. Tüm bunları pekiştiren ise nitelikli, dolayısıyla kalıcı üretim. Sonuçta Dostlarla Mektuplaşmalar, Zweig ve yazıştığı önemli isimlerle yaşadığı içtenlikli zaman dilimlerini yansıtır nitelikte.? Andre Aciman’dan ‘Adınla Çağır Beni’ Ölürken bir sana elveda diyeceğim Andre Aciman‘ın romanı Adınla Çağır Beni‘nin, zamanın insana has çağlarıyla da katmerlenerek, iç içe geçerek sorgulattığı mesele, aslında kişisel tarihlerin ne kadar ‘özel’ diye adlandırılsalar da imrenilmesi zorunlu deneyimlerden ve fizyolojik cesaretlerin at koşturduğu ‘gizli/tehlikeli iyi şeyler’den çıkartılacak doyurucu sevinçten öteye geçemeyeceği, belki de geçmemesi gerektiği... Ë küçük İSKENDER kuduğunuz bir romanı ‘sizin’ yazmış olmanızı istediğiniz oldu mu hiç?! Oradaki bir kahramanla benzeşme, örtüşme dileği de değil bu ya da yazarı kadar usta bir kalem dehasının yerine geçme dürtüsü/yok, bu da değil; doğrudan, onu yazmış olmak, yazılanları tek başına kıskançça sahiplenmek arzusu. “Benim de demeye çalıştığım tam da buydu”nun karşılığı her zaman sahibini bulamıyor ne yazık. Yaşarken, zamanın kontrolünüz altında olduğunu düşünmeden ama öyleymiş gibi davranarak kanat çırpmanız, size uçuyormuşsunuz hissini veren o deneyimsizlik, o hayat amatörlüğü mekânın/tabiatın sonsuz duruşuyla kolayca kırılıyor aslında. Zaman ve mekân/tabiat kalıyor, bir siz gidiyorsunuz; sizin boşalttığınız yere başkaları geliyor. Yaşadığınız eve, kaldığınız otele, uçakta oturduğunuz koltuğa, çalıştığınız masaya hatta gömülüp çürüdüğünüz ve tamamen yok olduğunuz mezara sonraları hep başkaları geliyor; sizin iz bırakarak tamamladığınızı sandığınız her şey bir başkasıyla yeniden başlıyor durmadan. Yüzyıl sonra dünyada şu an dolaşan insanlardan belki de hiçbiri hayatta olmayacak; başkaları yönetiyor, başkaları acı çekiyor, başkaları sevişiyor olacak hep. ‘Zaman geçmiyor, çok sıkılıyorum’ diyenlere bu yüzden kızmışımdır; oysa ne büyük bir şans o. Zamanı hak ettiği hatıralarla durdurabilme yetisi. Geçmişi hak ettiği hatıralarla yeniden tanımlayabilme eziyeti ve memnuniyeti. Andre Aciman’ın romanı Adınla Çağır Beni’nin, zamanın insana has çağlarıyla da katmerlenerek, iç içe geçerek sorgulattığı mesele, aslında kişisel tarihlerin ne kadar ‘özel’ diye adlandırılsalar da imrenilmesi zorunlu deneyimlerden ve fizyolojik cesaretlerin at koşturduğu ‘gizli/tehlikeli iyi şeyler’den çıkartılacak doyurucu sevinçten öteye geçemeyeceği, belki de geçmemesi gerektiği. Cinselliğin alıngan yüzeyinde hep romantik yakamozlar yakalamalı. Normal ve doğru diye dayatılan, kabullendirilenin pasifize ettiği, daralttığı, körelttiği zekânın patlaması, onun bir ruh şelalesine dönüşebilmesi için biri çıkıp gelmeli. Siz sıradanlığınızın saltanatını sürdürürken biri çıkıp gelmeli. “Ayaklarımızın uygun adım, solla sol basması ve yere tam aynı anda vurması hoşuma gidiyordu; sahilde ayak Andre Aciman O Dostlarla Mektuplaşmalar/ Stefan Zweig/ Çev.: Ahmet Arpad/ Yordam Kitap/ 368 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1012 izlerimizi, sonradan gelip gizlice ayağımı onunkinden kalanın üzerine koymak istediğim ayak izleri bırakıyorduk.” Ayak izleri, ayaklar. Masa altlarından birbirine gizlice dokunan, sevişen, oynaşan ayaklar. Karşılıklı ayaklar yollarda değil, birbirinin üstünde yürüyebiliyorsa aşktır o. “Biz tek bir çalgı için yazılmamışız; ne ben ne de sen” diyebilecek kadar Bach’ı Bach’ın bestelediği gibi (bile bile) çalmamak. Gerçek burjuva kültürüyle büyüyen on yedi yaşındaki Elio ile feleğin çemberinden geçen yirmi dört yaşındaki felsefeci Oliver’ın iki akışkan gibi birbirlerinin sularına karıştığı, isimlerinin, cisimlerinin, eşyalarının yer değiştirdiği, erkeğin/kadının tasvirinin dışlanmadan çürütüldüğü ve ‘gövdelenme’nin bir kez daha baştan yapılandırıldığı çatışma; “Onun bedenine yalnızca teslim olmaya değil, o bedenin kalıbına girmeye de hazır olduğumun farkına varmış mıydı?” sorusuyla, aslında hem ergenlikte hem de yetişkinlikte aşkın bir model bulma/yaratma ve önce ona âşık olup sonra reddederek rüştünü ispatlama kimyasından ibaretliğini gözler önüne seren ıstırap. Kim bu acıya orgazm diyebilecek yüreği taşıyor?! “Gençlerin utanması yoktur, utanma yaşla gelir.” Şiir açıklanmaz; kimi şiirler açıklanırsa roman olur. Adınla Çağır Beni bu yanıl(t)ma payını taşıyan bir yapıt. “Hiç denememektense, deneyip de yapamamak”: İşte insanları ikiye ayıran özellik; denemeyenler ve deneyip de yapamayanlar. “Eski insanlar haklıydı belki de: Ara sıra kan akmasından hiçbir zarar gelmez.” Bedel daima dışarı yönlenmez çünkü; bedel bazen iç akıntı ya da iç çalkantıdır. Rimbaud Sendromu kafası çalışan bütün delikanlıları on yedi yaşında yakalar; aslolan onu anlayacak, onu anladıkça kızıştıracak Verlaine’ini bulabilmesidir. Yoksa Oscar Wilde da bas bas bağırdı mahkeme salonlarında: “Bu güzel bir sevgidir, hoştur, en asil sevgi biçimidir. Bunda doğaya aykırı hiçbir şey yoktur. Entelektüel bir sevgidir. Ve sürekli olarak, daha büyük ile daha genç bir erkek arasında gelişir. Büyük erkeğin entelekti vardır; genç erkeğin de önünde, yaşamın tüm neşesi, umudu ve görkemi vardır.” Siz kendi zavallı ve fakir aşklarınızı hayatta tutabilmek için bizlerin baştan aşağı onur ve erdem olan, bilgiyle, tabiatla kuşatılmış, ışıklı aşklarımızı ezip geçtiniz. “Uykusunda bile yüreği parçalanan” Elio, arzu ve utanç arasında bırakılmışlığıyla aşkının kaynağını açıklar: “Ona bir şey vermeyi delice istiyordum. Tersine, almak çok kişiliksiz, çok kolay, çok mekanik geliyordu.” Dışarıdan durumsa şu iki yaralayıcı cümleyle özetleniyor: “Durursan öldürürsün beni” / “Durursam öldür beni.” Güçlü olmayı sağlayan nedir böyle bir sevginin içinde: “Kederi etkisiz kılmak için kederi tahmin etmek’” ya da “Acı gelmeden acıyı düşünmek”. Ayrılığa hazırlıktan ötededir bu algı; kötü günler için bugün mutluluktan tasarruf etmek anlamındadır. Salt çiftleşmeyi hedeflemeyen aşklar toplamında en tanrısal aşktır homoerotik olanı; çünkü üremeyi reddetmiş ve toplumsal, kurumsal tüm yasaların dışında bağımsız bir duygu limitine dayanmıştır. Ahlak yavaş yavaş oluşturulurken bu insanlardan fikir alınmamışsa şimdi ahlaksızlıkla suçlanmaları ne kadar akılcıdır, ki Adınla Çağır Beni toptan yok sayıyor böyle bir mekanizmanın varlığını ve hiç yokmuşçasına akıyor. ‘Önemli olan biziz’in, önemli ve biz olanını ayrı ayrı irdeliyor; önemli olan, bilerek özlemek’ken biz olan ise bir sanat yapıtına dönüşebilme evresidir. Evet, özlem ve evre; aşkın koordinatları bunlar zaten. Ya, karşı cin(s)le aşk? Elio, açıklıyor: “Fırıncılarla kasaplar birbirleriyle rekabet etmez.” Elio, durumundan da çok memnun, “Roma’nın her tarafında Eros’la karşılaşıyorduk, çünkü biz onun kanatlarından birini kesmiştik ve daireler çizerek uçmak zorundaydı.” Romanın her tarafında Eros’la karşılaşmak da biz okurların payına düşüyor. “Kitap okuyanlar gizlenen insanlardır. Kim olduklarını gizlerler. Gizlenen insanlar kim olduklarından her zaman hoşlanmazlar.” Peki, böylesi sert virajları olan ilişkilerde ruhla beden nerede buluşur? Elio, bu noktanın epifiz olduğunu iddia eden kişiyi salak ilan edip çarpıcı gerçeği açıklıyor. Bu gerçek noktayı öğrenmek ve onunla yüz yüze gelmek ise homofobisini yenmeye kararlı okurların bu kitabı okumasına kalıyor ne yazık ki. Okur dediğin bazen soyunmasını da bilmeli. Dip Not: Çevirmen Süha Sertabiboğlu’na ve kitabın Türkçe yayımlanmasında katkısı bulunan Selçuk Altun’a teşekkürler. Bir gün Pasquino heykelinin altına birlikte kusmak umuduyla. ? Adınla Çağır Beni/ Andre Aciman/ Sel Yayıncılık, Haziran 2009/ Roman/ 245 s. SAYFA 5
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle