19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K Sevgili Turhan Günay için… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Zanaatta ustalık, sanatta aşarlık... taları kadar onların ustalarının da adını anıyordu. Kimileri, ölüm tarihlerini bile saklamıştı belleklerinde. Çünkü gözlerini ilk açtıklarında gördükleri insandı ustaları, anneleri babaları kadar değerliydi onlar için… Ne adlarını unutuyorlardı ne de anmaktan geri duruyorlardı. Dudaklarında değil yalnız, yüreklerinde de hayır duaları vardı tümünün, ustalarına yönelik olarak… Gerek milliyet gerekse inanç bağlamında çok farklı kökenlerden geldikleri halde bu insanlara minnetlerini sürdürüyordu hepsi de. Çıraklık yıllarını ise, dudaklarına yerleşen tatlı bir tebessümle anımsıyorlardı. El yatkınlığı sağlamak, elalet arasında birebir kurulacak uyuma kavuşmak, bir açıdan aleti, elinin uzantısı haline getirmek… Sonra bütün bunlara süreç içinde daha farklı hünerler kazandırıp üretilen işi, gereci hem daha yarayışlı, daha kullanışlı hem daha bir güzelleştirmeye çabalamak… Adını andıklarım ya da yer darlığından anamadıklarım Tanrı vergisi bir yeteneğe inanmakla birlikte kendini işine vermenin, disiplinli çalışmanın, buna dayanarak yaratıcı düşünceler üretmenin önemini vurguladı sürekli. Bunun için yalnız göz kulak değil, beyin de açılmalı, geniş bakışla, uzak ufukla yeniliklere, açık düşüncelere kapı hep aralık bırakılmalıydı. Zanaatta tutucu olmamak gerekiyordu; küçücük bir esinin nereden, nasıl çıkacağı, kapımızı çalacağı belli olmazdı. Nitekim bütün ustalar, aldıkları küçücük bir kıvılcımla kendilerini geliştirmişti. Böyle olduğunda ekonomik kazanç da buna koşut kendiliğinden artardı nasılsa. Bu nedenle ustaya saygı kadar hoşgörüyü de elden bırakmadan, bu arada çıraklara da sevgiyle davranmak esas olmalıydı. Ustaların tümü yoksul koşullardan gelmiyordu belki, ancak zanaata bir yoksulun tek umudu olarak yapışıyor, giderek ona aşk duyuyor, tutkuyla bağlanıyorlardı. Sonraki yıllarında zanaatlarının kendilerine kazandırdığı saygınlık, yakalarında taşıdıkları madalyaya dönüşüyor, yörelerinin resmi değil, ama sivil protokollerinde önemli, anlamlı konum kazanıyorlardı. Bir ilginç yan da bu insanların, ustalıklarını dille yansıtmak yerine, yeterlilik, hünerlilik temelinde bunu çevrelerine yayıp bir büyüyle içli dışlı yaşamak, bundan duydukları hoşnutluğu yansıtmaktı. Çocukluğumuzdan bu yana hepimize belletilen Yunus Emre’nin Taptuk Emre’ye kırk yıl boyunca düzgün odun taşıması meselinin ne anlama geldiğini, bunun nasıl yorumlanması gerektiğini kıyı bucak bir kez daha gözden geçirme fırsatı bulmuş oldum birkaç ay boyunca ustalarla yaşadığım bu deneyimin eşliğinde… ZANAATIN USTALIĞINDAN SANATIN AŞARLIĞINA... Sanatla zanaatın o ince, kırılgan çizgisinde bunları birbirinden ayıran yanlar neydi peki? Zanaatın ustaları onlarca yıl boyunca uğraşıp didiniyor, ama yaptıklarını bir sanat edimi olarak ortaya koyamıyordu bir türlü. Öte yandan zanaat olarak kendini geliştirmemiş diyelim yazar, ressam, müzikçi, yontucu gibi sanatçı sayacağımız kişiler de konumlarının hakkını veremiyordu buna koşut olarak. Demek ki sanat bir yere kadar kopyalamayı, bunda mükemmelleşmeyi zorunlu kılıyordu kılmasına da aynı zamanda bu düzeyi aşarak bulutların ötesine geçilmesini emrediyordu sanatçıya… O halde sanat dediğimiz edim biçimi, zanaatın bir dönüştürümünden ibaretti. Evet böyle olmaya böyleydi de insanı hayvandan ayıran milyon yıllara dayalı evrim sürecinde olduğu gibi yolları ayrılıyordu yine de birbirinden. Derken sanat da zanaat da ayrı yollarda kendi serüvenlerini sürdürüyor, varlıklarını kendi çizgilerinde ileriye götürüyordu. Sınırları, kavramları ayrı iki alanın nerede buluşup örtüştüğü, nerede ayrışıp uzaklaştığı üzerinde sıkı sıkıya durmak gerekiyor öyleyse. Usta Eller’de ikişer satırla zanaatlarına tanıklık yaptığım ustaların anlattıklarına bakarsak, örtüşmenin işe yatkınlık kazanılmasında, işçiliğin geliştirilerek özgünlük için altlık oluşturulmasında yattığı söylenebilir herhalde. Ya ayrışma? Yanılmıyorsam zanaatla sanatı ayıran yan, amaçlarında, yapılma biçimiyle bu yöndeki üretim süreçlerinde kendini gösteriyor olmalı. Nitekim zanaat, herhangi nesneye, gerece yüklenecek işlev, kullanılırlık, yararlılık temelinde yaklaşıyor. Bu çerçevede zanaat, daha yararlıyı, kullanışlı olanı daha güzel yapabilmek, sunabilmek temelinde kendini koyuyor. Sanat, yapılan işin kendisi için gerçekleştirilen bir iş, eylem biçimi yalnızca. Herhangi gerecin yararı, kullanışı değil gözetilen. Daha güzel resim, müzik, şiir üretebilmek, sonra da hepsinden ayıran bir biriciklik kazandırmak yapıta… İkisi de güzeli ortaya koymakta, yapmakta yarışıyor, ama zanaat bunlarda yarara, kullanıma dönük işlevlilik arıyor, sanat ise yalnız kendisi için yapıyor ne yapacaksa… Buradan şöyle bir çıkarsamaya da gidebiliriz herhalde: Zanaatta hedefi kullanıcı kitle belirleyip oluşturuyor, sanatta ise sanat yapıtının kendisi! İşte bu yüzden zanaat için ustalık yetiyor, ama sanat elhak aşarlık gerektiriyor, hem de her ürün için… Eğer Usta Eller’i okuma, bu albüm kitaba, hiç değilse fotoğraflar üzerinden göz gezdirebilme fırsatı yakalarsanız eğer, bu söylediklerimi bir kez de siz düşüneceksiniz, hiç kuşkum yok bundan… Peki sanatını, bu bağlamda yaslanılması zorunlu temeldeki zanaatını hakkıyla yapan kaç yazar var dersiniz Türkçemizde? Bu sorunun yanıtını siz verin…? alil Çelebi (1933), Tahsin Kalender (1928), Abdurrahman Gökbulak (1940), Ömer Karabulak (1947), Nihat Atacan (1944), İzzet Özdemir (1960), Arif Demirdöven (1954), İsmail Alkış (1934), Alaattin Kopar (1938), MustafaHacı Akküncü (19331937), Ömer Mangıroğlu (1960), Hacı Külekçi (1930), Mustafa Büyükçıkrıkçı (1954), Fatma Görmez (1931), Saim Bayrı (1934), Hatice Taner (1932), Feyzi Lofçalı (1929), Salih Gölemez (1932), Hasan Kuşgöz (1946), İsmail Karadeniz (1943), Mehmet Bal (1955), Osman Kamsız (1953), Ömer Acar (1943), Kâni Bakcak (1960), Ali Gülgeç (1928), Rüstem Bakan (1945)… H Yaşları ellilerden seksenlere, ötesine uzanan bir kucak insan işte size… Kim bunlar? Ustalar ustası Anadolu’nun zanaatçıları… Oltutaşı, taş, baston, cam, demir, fıçı, yemeni, semer, külek, bakır, halı, beledi dokuma, keçi kılı dokuma, sorkun dalı sepetçilik, sayaçlık, saatçilik, yorgancılık, semaver, ahşap tekne gibi işlerde sergiledikleri ustalıklarla çevrelerine ışıltılar saçmış insanlar hepsi de… Adlarını andıklarıma benzer onlarcasını daha tanıdım üstelik. Oltu’dan Ahlat’a, Van’dan İstanbul’a, İznik’ten Kahramanmaraş’a, Antalya’dan Tire’ye, Bozdoğan’dan Aydın’a, Denizli’den Maçka’ya, Vezirköprü’den Kurucaşile’ye yurdu emekleriyle karmış, döktükleri kanterle ülkenin temellerine kendi hallerince harç taşımış bir dizi usta… Bir kucak insan olarak mı anmalıyım bunları, yoksa önlerinde saygıyla eğildiğim anıtlaşmış ustalar olarak mı? Durun baştan anlatayım… Yayın Yönetmenimiz Turhan Günay’ın, “Belgeselcisin, bu işin altından sen kalkarsın” diyerek katılmamı sağladığı, böylece yaşamımın çok özel, özgün anlamlarından birini yakaladığım çalışma süreci bu şekilde başladı. Yardımcılarım Okan Çançin, Ümit Topaloğlu ile birlikte hem yüzeysel hem dikey çalışmayla tüm Türkiye’nin bir zanaatzanaatçı haritası çıkardık. Harita üzerinde yürütülen seçimin ardından Esra Kuşçu’nun yönlendirmesinde fotoğrafçı arkadaşlarım Cengiz Karlıova, Merih Akoğul, Sıtkı Kösemen, Bennu Gerede ile “Ver elini Anadolu” dedik birlikte… Onlar fotoğraflayacak, ben de kaleme alacaktım yurdumuzun ustalarını. Bu arada Okan’la, Ümit’le bunu belgesele dönüştürmenin çabası içine girdik aynı zamanda. Nitekim Karlıova’nın bakışına dayalı bir grup ustanın görüntüleriyle bir belgesel ürettiğimizi de söyleyebilirim: Bir Fotoğrafın Anlatamadığı (2009, 20’) Ama asıl önemlisi, bu çalışmanın süreç sonunda bir kitapla taçlanması elbette: Usta Eller (Novartis Kültür Yayını, 2008). BİR SANATIN ZANAATÇISI OLABİLMEK... Daha önceki bir “Kitaplar Adası”nda SAYFA 20 Usta Eller’den, bu çalışmadaki deneyimimden kalkarak zanaatla sanat arasında kurduğum kimi ilişkilenişler zincirinden şöylece söz etmiştim. Sonradan Rıza Kıraç’ın, yazınımızdaki 40. emek yılı nedeniyle Hulki Aktunç’la yaptığı nehir söyleşide Aktunç’un da buna çok yakın dile getirişlerine rastlayınca şaşırmadım. Sözgelimi Aktunç, çocukluğunda tanıdığı “sinemaların alnacını kaplayan kocaman afişler”in yapıcısı Tabelacı Kıvanç Usta’yı anlatıyor bize. İstanbul sokaklarında cinliklerini gezdirip tüttüren Hulki, çocukluğunun bu güzelim ustasını şu satırlarla belleğimize kazıyor: “Kıvanç Usta çok küçümen, sağ eli de çolak bir adamdı. Çekirge gibiydi, boyayacağı muşambayı sokağa yayardı, tıkır tıkır resim yapardı ve ben hayran hayran onu seyrederdim. Bir yandan Turhan Vecdi Karal’dan (1960’ta Aktunç’un Selimiye’deki resim öğretmeni/ A.) Monet’leri, Sisley’leri, Van Gogh’ları, Lautrec’leri yani izlenimcileri tanımışım. Bir yandan da Kıvanç Usta’yı tanımışım. Nedir bu ikisi arasındaki bağ? Bunu düşündüm. Diyelim Senede Bir Gün brandasını/afişini sinemada görseydim, ‘Ne lan bu ilkellik,’ derdim ukalaca. Ama Kıvanç Usta’nın onun üstünde çalışmasını görünce, o verdiği emeği ve çalışma biçimini görünce öyle diyemedim tabii ki. Acaba ikisi arasında bir ilişki var mı? Yani onun çizdiği Senede Bir Gün’le Lautrec’in bir afişi arasında hiç mi ilişki yoktu? Var olduğunu gördüm. O zamanlar bunun bilincine varamıyorsunuz. Ancak hissedebilirsiniz…” Sonra o kayayı taşıyıp önümüze yuvarlıyor Aktunç: “…Kıvanç Usta’nın sanatsız zanaatı gösteriyor, zanaat olmazsa üstüne sanat da koyamıyorsunuz.” Rıza Kıraç’ın ballandıra taşıra sürdürdüğü bu söyleşiden bir parmakçık daha tadalım mı: “…Kitaplardan kopyalar çalışmaya da başladım. Turhan Vecdi Hoca’ya bundan bahsettim, ‘Hırsızlık mı yapıyorum?’ diye sordum. ‘Asla,’ dedi, ‘yap ve yaptığını bana getir. Ustalardan mutlaka kopya yap, böylece renk ve desen duygunu anlamış olacağız,’ dedi. O yüzden öğrendim ki resimde de başka işlerde de işin bazında zanaat var, Kıvanç Usta’nın yaptığı iş. O zanaat yüzde yüz sağlam olacak ki üzerine sanat denilen şeyi koyalım. Başka bir deyişle, taşçılık zanaatı en yüksek düzeyde olmasa Mimar Sinan o yapıları yapamaz. Bu yüzden Kıvanç Usta’yı orada seyretmek büyüleyici bir şeydi. Düşünebiliyor musunuz 1,5 metre boyunda bir adam yirmi otuz metre kare üzerinde bıcır bıcır resim yapmaya çalışıyor. Defterciklere resim yapmak isteyen bir çocuk için bundan daha ilginç ne olabilir?” (Yoldaşım 40 Yıl/ Edebiyatta 40. Yılında Hulki Aktunç, Söyleşi: Rıza Kıraç, Say, 2008, 43, 44) Hulki Aktunç’un söylediklerine eklenecek bir söz bulabiliyor musunuz siz? Usta Eller’e yaptığım yolculuk, bir açıdan bu düşüncelerin pekişmesine, çeşitlenmesine de yol açtı kuşkusuz… TAPTUK EMRE’YE DÜZGÜN ODUN TAŞIMAK... Neler öğrenmedim bu ustalardan… Uğraşlarını yürütür, zanaatlarına eğilirlerken, damıttıkları her ne varsa tanıklığını yaptım bunun, açık, yalın. Dikkatimi çeken ilk yan değerbilirSemaver Vezirköprü / Kâni Bakcak (Fotoğraf: Cengiz Karlıova) likleri oldu onların. Hepsi de kendi us CUMHURİYET KİTAP SAYI 1012
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle