19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ melleştirdiği düşüncesi egemendir (s.63). Minimalizm, “çerçevelenmesi mümkün olmayan” bir akımdır yazara göre. (Burada fenomenoloji ve yapısal dilbilimin yüksek modernizmle birlikte ortaya çıkması nedeniyle Husserl ve Saussure’e de gönderme yapılıyor.) Minimalist söylem konusunda, Donald Judd, Robert Morris ve Michael Fried’in yazdıkları metinlerde, iddia ve çelişkilerini de açığa vurmuş olurlar. Foster, söz konusu söylemi, bu sanatçıların yorumları açısından değerlendiriyor. Bu sanatçılar, minimalizm konusunda ortak noktalarda birleşmezler. Geç modernizmden kopar bir yerde bu akım, bu kopuş onu bağımsız bir söyleme götürür. Söz konusu kopuşta üç eylem söz konusudur: “Kök sal, bölün veya yok ol...” (s. 83) Minimalist kırılmanın öteki yüzüne bakıldığında burada akım, geç modern sanattan koparken, postmodern sanatın gelişini de hızlandırmış olur. Fried ise minimalizmi, ötekilerden farklı biçimde “ideolojik” olarak tanımlamıştı. Foster’e gelince o, akımı oluştuğu dönem içinde değerlendirirken, minimalizm ile popart’ı modernizm ve kitle kültürü diyalektiğine karşı ortaya çıkan bağlantılı tepkiler olarak görüyor (s. 91). Gelişmiş kapitalizmin gösteri kültürüne karşı olan bu iki akım, sonradan bu kültür tarafından bastırılır. Popart önce kitle kültürünü kullanma yollarını arar, fakat onun yerine gündelik olanı getirir. Kültür endüstrisinin çıkarları ağır basar sonunda. Pastiş ve nostalji, hem popart’ın hem de minimalizmin 1970 ve 1980’lerde ise tarihselciliğin etkisini tamamen yitirmesiyle kendini gösterecektir. İKİ TEMEL KAVRAM Yazarın kapsamlı biçimde minimalizm ve popart arasındaki paralellik ve karşıtlıkları, yeni avangardın iki temel kavramı olarak ele alıp incelemesi ilginçtir. Oysa birçok kaynakta bu iki akım, birbirinden farklı oluşumlar içinde gösterilmişlerdir. Foster, kitabında kapsamlı biçimde vurgu yaptığı bu akımların, makineleşmeyi ve standartlaşmayı kendi çıkarları için kullandıklarının altını çiziyor. Seri yapı, ikisi için de geçerlidir. Kitabın üçüncü bölümü, gösterge tutkusunu 1970 ve 1980’lerdeki postmodemizmin ana kavramlarından biri olarak alıyor. Gelişmiş kapitalizmdeki gösterge tutkusunun ele alındığı bu bölümde, göstergenin şeyleştirilmesi ve parçalanması üzerinde duruyor yazar. Burada gösterge kavramının aynı zamanda kendine özgü bir tarihi olduğu gerçeğine de işaret edilmektedir. Çünkü geriye giden bir gelişmeyi açığa vurur. Belirti ve gösterge arasındaki ilişki ve geçişler, Balzac’a kadar geriye giden bir gelişmeye tanıklık eder nitekim. (Derrida da postyapısalcı gösterge kavramını geçmiş döneme yansıtmıştı. Derrida: “sonsuz anlamlandırma”.) Yazar burada sanatçılardan verdiği örnekler üzerinden göstergenin dönüşümlü yapısına ilişkin gözlemlerini açıklıyor. Göstergenin çözülüşüdür bu; göstergenin yerini kimi zaman “belirtisel işaretler” alır. Postmodern sanattaki alegorik yöntemleri Marksist ideoloji eleştirisiyle birleştirme yönünde eğilimler ya da 1970’lerde görülen “alegorik metinsellik”, yeni avangard sanattaki açılımlarla ilgilidir. Alegorik sanat, bilinen anlamının dışında yeni içerikler edinmiş olur böylece. Kitabın dördüncü bölümünde bütün bu açılımlar eşliğinde 1980’li yıllarda Stella, Ryman ve Briçe Mardin gibi sanatçılarda görülen simülasyona yönelik soyutlama, yeni geometrik anlatımı (neogeo) ve simülasyonizmi gündeme getirir. Bir “temellük” sanatıdır bu tür soyutlama. Böylece yapıbozum teknikleri tersine çevrilmiş olur. Simülasyon resmiyle eşzamanlı olarak “meta heykel” kavramı (commodity sculupture) hazır yapıtla yakınlık gösterir. Çünkü o da satın alınmış eşyayla yapılmış heykeldir. Böylece seri üretim, sanata bir kez daha nüfuz etmektedir. Meta fetişi, mükemmel bir nesne olarak gösterilir burada. Daha önce Duchamp’ın kullandığı tekniğe, yeni avangard paralelinde bir gönderme söz konusudur. (Yazar bu yöndeki gelişmeleri “kinik akıl” altbaşlığı altında yorumluyor.) Ve nihayet kitaba adını veren bölüme, gerçeğin geri gelişiyle ilgili sorunsallığa geliyoruz. Yeni avangardın minimalist soykütüğü üzerinde analitik yorumlardan sonra gelinmiştir bu noktaya. Burada özellikle Lacan’ın “bakış” konusundaki ikilemli tezine sık sık göndermede bulunuyor yazar. Lacan’a göre, resmin gerisinde olan bakıştır, nesnedir, gerçektir. POSTMODERN? Son bölümde ise postmodern kavramı sorgulanır. Sol düşünce içinde de tatışmalı olan bu kavram, önce “moda” iken sonradan “demode” olmuştur. Ancak eleştirel bir güç olma özelliğini gene de sürdürmektedir. 20. yüzyılı üç ayrı döneme ayırır yazar ve bu üç dönemi “özne” konusundaki söylemler açısından değerlendirir. Geçmiş bir eylemin “eleştirel” olarak yeniden kazanılmasına ilişkin bir çalışmadır sonuç olarak Hal Foster’ın kitabı. Çünkü “eleştirel mesafe” vazgeçilmezdir ve her zaman yeniden ele alınmalıdır. Bu mesafe, Panofsky’nin deyimiyle “şimdiki zamanla geçmiş arasında bırakılan zihinsel mesafe”dir aynı zamanda. Çevirmenin kitap metninde geçen bazı kavramlarla ilgili dipnotları da konuya vâkıf bir çevirmen karşısında olduğumuzu gösteriyor. Türkçeye aktarımda genel bir özenden söz edilebilse de yer yer ihmaller dikkat çekiyor gene de. Bir süreden beri “Sanat ve Kuram” dizisine ağırlık veren Ayrıntı Yayınları’nın, bu kitap da dahil olmak üzere, dizinin öteki kitaplarındaki kapak kompozisyonları konusunda biraz daha titizlik göstermesi gerektiğini belirtmek isterim. ? Gerçeğin Geri Dönüşü/ Hal Foster/ İngilizceden Çev. Esin Hoşsucu/ Ayrıntı Yay. Sanat ve Kuram Dizisi: 24/ Mayıs 2009/ 282 s. SAYFA 11 Sol LeWitt, A 9 (“Seri Proje no. 1”), 1966. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1012
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle