19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sıvas katliamının 16. yıldönümünde Burhan Günel’le ‘Ateş ve Kuğu’ üzerine ‘Ülkem baştan aşağı yanıklar içinde’ Ateş ve Kuğu... Burhan Günel imzalı. 2 Temmuz 1993 tarihli Sıvas kıyımının romanı... Günel yapıtında insanın insanı yakma eylemine ve bu yolda giriştiği vahşiliğe ışık tutuyor. Öyküsüne ilkel toplumların kurban törenlerinden başlayıp Sıvas kıyımına kadar uzanıyor. Burhan Günel ile Ateş ve Kuğu adlı yapıtını, acılar içinde konuştuk. Ë Gamze AKDEMİR lk soruda okurlara rehber olması adına katliamı hangi çerçevelerde, ne biçemde, ne içsellikte ele aldığınızı anlatmanızı rica ederek başlamak istiyorum söze. Yakılmak, yakmak, insanlığın yakma eğiliminin kaynakları, kökeni üzerine yazmak ve tanık olduğunuz katliamı/katliamları yeniden, yeniden yaşamayı da açarak… Sıvas Yakımı’nı insanlığın yüzünü karartan bir olgu olarak ele aldım. Bu utanç yalnızca bizim toplumumuzun değil; Almanya’da yabancıların konutlarını yakan Yeni Naziler de örnekler arasında seçkin yer tutar. Dolayısıyla, tüm insanlığın geçirdiği evreleri görmek için geçmişe çevirdim yüzümü önce; bu eğilim nereden geliyor diye. Sonra, kendimi, insanları yakanların yerine koymaya çalıştım. Yakılma konusunda deneyimliyim, çocukluğumdan beri hayatın çeşitli alanlarında yakıla geldim; ama yakma eğiliminde olmayan insanların bu kara eylemi anlaması, kavraması zor oluyor. Bu yanıyla içselleştirme çabasında bulundum. Sıvas Yakımı, ikinci tanıklığımdır diyebilirim. Kitlelerin yakılması, yok edilmesi örneklerinden Kahramanmaraş Soykırımı sırasında Adana’da (İncirlik’te) görevliydim. Olayları neredeyse içinde yaşamış kadar yakından izlemiştim. Sıvas, çok da farklı bir oluşum gibi görünmedi. Dolayısıyla, genel bir bakış içinde olguyu kavrayıp Sıvas özelinde irdelemeye özen gösterdim. Olayların biçemine gelince, bir yanda kaba güç, bilisizlik, aldatılmışlık, kötüye kullanılma; öte yanda ince hesaplara dayanan kurnazlıklar vardı. Romanın bir yerinde, bunun ensest bir saldırı olduğunu söyledim; Sam Amca ile Süleyman Baba’nın kotardığı. Bunu kurnazlık mı sayarsınız, kaba güç kullanma mı? Değerlendirme okura kalıyor. Bence ikisi de var. Ama kurnazlığın aptallığa dönüştüğü bir süreci yaşadık, hâlâ yaşıyoruz. Geçmişe dönüp baktığımda ise özellikle ilkel toplumların kurban ve yakma ritüellerinde destansı bir anlatım ve uygulama olduğunu gördüm. Dolayısıyla, bunlara uygun biçemi kurmam, özgün nın oluşturulmasında gerekli bir eşikti. Düşünüyorum da, hemen hemen tüm aydınların (Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili’nin bile) izlendiği bir ülkemiz var çok şükür. “Ülkemizin güzel geleceğinin (!) kotarılması ve korunup kollanması için” derneklerde, sendikalarda, sivil toplum örgütlerinde, üniversitelerde, basında, şirketlerde, marketlerde, taksi duraklarında, telefon santrallarında, hastanelerde, postanelerde, hayatın her alanında görev yapan, ücretli “sayın muhbir vatandaşlar”ın varlığı iki kere iki dört eder gerçekliğinde olduğu halde, bu olayı dönemin yöneticilerinin bilmemesi, olacaklardan habersiz olmaları mümkün mü? Bu sorunun yanıtı netleşti günümüzde. Romanı yeniden okuyunca, orada bulunanların arasında da bilgi sahibi olanların varlığını görüyorum; tanıklıklarımı safça, yorumsuz anlatmışım. Aradan geçen bunca yıl, hiç olmazsa bana, asıl gerçeği göstermiş oldu. Bir de bu yüzden yanıyor yüreğim. ‘ERK BU İŞE TALİMLİDİR!’ (…) Kolluk güçleri kısa sürede bu kokuyu yasaklamışlar, böylelikle isyanı bastırmışlar, kokunun başka ülkelerin halkları tarafından duyulmasını engellemişler, televizyon kanallarını karartmışlar, habercileri olay yerinden uzaklaştırmışlar, değerli halkımıza erinç, güvenlik ve esenlik haberleri ulaştırmışlar; bütün bunları yaparken kaşla göz arasında, ulusal birlik ve beraberlik ilkesini gözeterek, Türkİslam sentezine uygun olarak, 1980 ihtilaliyle davet edilen ve alkışlar tutulan Amerikancı küreselleşmenin önünü daha da açarak ve kırarak aydınlanmacıların direncini bilinçle, kılıç kalkan ekiplerinin gösterisi eşliğinde, ziller takarak, davullar çalarak, görkemli Cumhuriyet Bayramı takları kurarak, kürsülerden söylevler çekerek ve gurur duyarak vandallıktan; bin üç yüz yaşındaki zorbanın yaymakta olduğu korkuya yollar açmış, sonra da bir güzel asfalt döşemişlerdi o yollara.” Sıvas’ta yakılmak… Kitleler ve erk… Nasıl bir deneylimleme çıkardı (mı)? “Erk”in öğreneceği bir şey yok; o her şeyi biliyor. Osmanlı bu işin talimini çokça, sıkça yapmış bir devletti; belirlemeye kalksak Anadolu’daki yakımların, yıkımların sayısını kolayca çıkaramayız. Gelenek, deneyimler doğrultusunda 1993’te de sürdürüldü; hem de “dış mihrakların” desteği alınarak. Dedim ya, “ensest” bir saldırıydı bu. ‘Amca’mızın ve ‘baba’mızın gözetiminde. “Tehlikenin farkında mısınız?” diye soruyor Ateş ve Kuğu… İnsanlığın kaybettiği bu irtifaya onulmazca yürek koyan Ateş ve Kuğu’da, “Ülkem, çocuğum, sevgilim. Belki de onlar adına kıvranıyorum, sancılanıyorum yalnızca. Yaşayan ben değilim. Ülkem: baştan aşağı yanıklar içinde. Ona ilişkin iyi duygularım, umudum köreldi ama yine de o olmazsa hiçbirimizin olamayacağını düşünüyorum. Hepimizin varlık nedeni, dayanağı, geçmişi, amacı, geleceği. Onsuz olmaz” demeniz de bundan… Tıpkı, “Gövde göstermiyorsa da ağacın içi çürüdü” demeniz gibi… Devamını getirir misi¥ niz? dili yaratmam gerekiyordu anlatıcı olarak. Ateş ve Kuğu’nun temel başarısı bu yaklaşımdan güç almıştır bence. İNSAN DENEN MAHLUK! Ateş ve Kuğu’yu yazmak neden bu kadar zaman aldı? Soğukkanlı ve bir ölçüde tarafsız olabilmek için. Can acısıyla yazsaydım öfkeme yenik düşerdim. On yıl sonraki yazma sürecinde bile öfkemi dizginlemekte çok zorlandım. Bu yüzden, her şey tasarlanmış olmasına karşın, yazma eylemini üç yıla yaymak zorunda kaldım. Dehşetin tarihsel kökenine de yer veriyorsunuz yapıtınızda… Ve meşum ritüel “yakma” eyleminin tarihteki “geleneğine”… Evet, “ilkelliğin yamyamları, Hitler’in kanla beslenen canileri, balta girmemiş ormanların kafatası avcıları el ele vermişler ölüm dansı yapıyorlardı ve arabesk şarkıyla uyumlu olarak tamtamlar çalınıyordu…” Tanrıların Arabaları ya da Spartaküs’ten sahneler gibi karabatakların kuduruşunun tasviri… Yazık ki ilk değildi ve belki de son olmayacaktı… Anlatır mısınız bu kıyası? Hayvanlara (karabataklara) haksızlık ettiğimin farkındayım ama “insan” denen “mahluk”un bu denli alçalmasını, alçaklaşmasını kabul edemedim. Bu yüzden, karabataklar üzerinden anlatmaya çabaladım. Karşıtı da kuğu olabilirdi. Bu ikili üzerine kurdum romanı. Dediğiniz gibi, Sıvas barbarlığının ilk ve son olmadığını bilmemin de etkisi oldu bu yeğlemede. Roman kılığında sahici bir belgeselle birlikte “kavrulduk” ve/veya “öldük” aydınlarla omuz omuza otel merdivenlerinde… İşte bu yanıklarla, acı içinde soruyorum: Neden roman diyoruz ki, düpedüz günce bu, düpedüz gerçekler? Bir bakıma haklısınız ama görüşünüze tümüyle katılamayacağım. Bir kez, olayın içinden geçmiş biri olarak, 2 Temmuz 1993 ve hemen sonrasındaki günleri acılar içinde kıvranarak, kimi zaman hastanelerden, ilaçlardan medet umarak yaşayan Burhan Günel, romanı yazan kişi olamazdı; olsaydı, öfkesine yenik düşerdi, az önce söyledim. Dolayısıyla, olguya on yıl sonra serinkanlılıkla bakmak için, belgeseli aşan bir metin yaratılması gerekiyordu. O yeniden yaratılan gerçekliği yaşayan kişi de değişmişti geçilen zaman içinde; hatta bugün de aynı kişiden söz edemeyiz. Ortak bir ad taşısalar da üç ayrı kişiden söz İ ediyoruz aslında. Bu yüzden, kaba gerçeğin anlatıldığı bölümlerde de metnin özgün olmasına çabaladım, olabildiğince, başkalarının bilmediği ayrıntılara yaslandım; kurmaca bölümlerde ise yaratıcılığın ve güzel Türkçemizin olanaklarını alabildiğine kullandım. Söz konusu metni roman yapan da bu tutumdur aslında. Bir de belgesellerde eksiksiz anlatımını bulan, kaba gerçekle yaratılmış yeni gerçekliğin kimi zaman iç içe, kimi zaman da yan yana yer aldığı, örneği olmayan özgün bir roman yazmayı istedim. Kuğu metaforu… En çok neden kuğu? Kuğular beyazdır ve bilmezler otel yakmayı, insan kurşunlamayı… Kuğu sevgilidir, kuğu hür iradedir. “(…) Karabataklar vardı kalenin önündeki kayalıklara tünemiş, fırsat kolluyorlardı. Fırsat ne demek, bütün olanaklar, ataklar, saldırılar onlarındı. Kanatlarında birer mancınık vardı. Mancınıkların ağızlarında han kapısı iriliğinde ateşlenmiş fitiller yanıyordu, keskin benzin kokusu yayılıyordu her yöne doğru. Bütün ülke yanıyordu. Körfez dolusu kuğunun üzerine haydi yaa Allah maşallah ve tekbiiiir çığlıklarıyla mancınıklar alev toplarını andıran mermilerini fırlatmaya başladı. (…) ‘Tekbiiir!’ Mancınıklar yolun kıyısına önceden yığılmış kaldırım taşlarını durmaksızın fırlatıyordu otele doğru. Camlar şangırtıyla kırılıyor, pencerelerden dumanlar çıkıyordu. İşte öyle bir zamandı.” Sıvas’ta ne/neler yakıldı asıl? Deri değişimi, kabuk tutan yaralar, deride izi, yürekte öfkesi (mi?) Şimdi geçen bunca yıldan sonra değişen bir şey var mı? Şimdi nasıl bir zaman? Bu toplum acıya alışıktır ama yaşadığımız travma, acı duymamıza neden oldu; bir yandan yakılıp yıkılırken bir yandan uyanmaya başladık o süreçte. Dolayısıyla, olayın fazla büyümemesi için Sıvas Yakımı’ndan sonra, anestezi ile iyice uyutulduk. Anestezinin adına “küreselleşme” diyenler oldu, “postmodernizm” diyenler oldu. Böylelikle, özellikle edebiyatta, acıyı gerektiği gibi yaşamamız bile engellendi. Yanı sıra, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin engelsizce hayata geçirilebilmesi için kotarılan yıkımlardan biriydi bu, başarıyla uygulandı ve sonuçları alındı. Sıvas kalkışması, günümüz koşulları SAYFA 16 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1011
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle