19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K B ertolt Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sını izlememiş, okumamış olanlar bulunabilir, ama adını duymayan kalmış mıdır, kestiremiyorum. Brecht, dünyanın dört bucağında sahnelenen bu oyununda yoksulların dünyasına eğilirken toplumsal yapının işleyişinde, özellikle karanlıkta bırakılmak istenen kimi yanlara çarpıcı ışıklar düşürür aslında. itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Üç Kuruşluk Eleştiri... miştir… 1940’larla 50’lerin yazınımızda bir doruk olarak görünmesi de bununla ilişkilendirilebilir. Sonuçta denememiz de eleştirimiz de ancak bu tarihte kendi özgün yatağını bulmuş, düzenli su rejiminde gözlendiği biçimiyle akışa kavuşmuş, sonuçta sağlıklı bir işleyiş başlamıştır. Daha önceleri herhangi eleştiriye rastlanmadığı, diyelim dürtmeyle birlikte, bir anda başlayıverdiği gibisinden hamhalat yargıya vardırmamalı bu bizi… Tam bu noktada Beşir Fuat’ı (18521887) anmak yerinde olacaktır herhalde. (Bunun için özellikle Bak.: Selâhattin Hilav; “Beşir Fuat ve Unutulmak”, Beşir Fuad’ın Mektupları içinde, Yayına Hazırlayan: C.Parkan Özturan, Arda) 1940’lar ülkemizde toplumsal, siyasal eleştirinin büyük yükseliş gösterdiği yıllar olarak dikkati çekiyor. Bunun da kazandırdığı ivmeyle özellikle resim, tiyatro, müzik türlerinde belirginleşen sanatsal eleştiriyle yazınsal eleştiride büyük yol alındığı söylenebilir. Sonradan 1950, eleştiride de doruk oluşturmuş, örneğin Nurullah Ataç, yazınsal eleştiriyi hem yazın kamuoyunun gözünde bir yere taşımış hem de bunun toplumda doğru bir konumlanmayla algılanmasını sağlamıştır kanımca… Ataç’ın getirdiği kavrayışla örtüşen yaklaşımın ardılları olarak Asım Bezirci ile Fethi Naci’nin, hemen her fırsatta Ataç’a gönderme (atıf) yapmaları öteden beri dikkatimi çeken bir tutum. Bezirci’nin Ataç üzerine kitap verimlediğini de unutmayalım bu arada. Her iki eleştirmenin Ataç’a düşkünlüğünün ona gönderme yapmak gereği duymalarından kaynaklanmadığı, daha çok değerbilirlik gereği olarak ortaya çıktığı söylenebilir… Bu arada öncesi, sonrası Ataç’la birlikte başka eleştirmenlerin katılımıyla ilk kez bir yazınsal eleştiri sinerjisinin oluştuğu, buna bağlı olarak eleştiri entelijansının ortaya çıktığı öne sürülebilir. Adları bir başka türle anılsa da alanda belirgin ağırlığa sahip bu eleştirmenleri analım yeri gelmişken: Cevdet Kudret, Suut Kemal Yetkin, Vedat Günyol, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Eyuboğlu, Adnan Benk, Berna Moran, Behçet Necatigil, Rauf Mutluay, Muzaffer Uyguner, Atilla Özkırımlı, Bedrettin Cömert, Akşit Göktürk, Memet Fuat, Melih Cevdet Anday, Cemal Süreya, Fahir Onger, Mehmet H.Doğan, Tahir Alangu, Hüseyin Cöntürk, Mehmet Seyda, Muzaffer Buyrukçu, Selâhattin Hilav vb. Burada andıklarım kadar anamadıklarım aramızdan ayrılmış olanlar. Verimlerini sürdüren azımsanmayacak sayıda eleştirmenimizi, adlarını eleştiri yazınımız içinde de anabileceğimiz yazarımızı, şairimizi anımsayalım bu arada… şımıza çıkan çalışmalarda yoğun bir gönderge (atıf) tablosuyla karşılaşmak olanaklı yine de. Üzerinde asıl durmak istediğim, bilimden ayrılıp varlığını daha çok sanatsal düzlemde ortaya koyan yazınsal eleştiride gözlediğim gönderge eksikliği ya da gerektiğinde en az göndergeyle yetinme yaklaşımı.Yargılayıcı önermeler mantığıyla yol alan eleştiri nasıl olur da göndergeye başvurmaz? Bu da bizdeki yazınsal eleştirinin, daha çok denemeyle içlidışlı olduğunu, bu nedenle yazınsal temelde yapılandırılsa da yaslanmak zorunda olduğu dizgeselliğe, disipliner yapıya sırt çevirdiği, en azından uzak kaldığı izlenimi uyandırıyor… Eleştirmen, denemeci konumunda kalınca bir “hafızai beşer maluliyeti” ile örselenebiliyor demek ki… Onun, operanın yeni bir türü bağlamında 18. yüzyıl İngilteresi’nde sergilenirken “ballad operası”nı biçimlendiren John Gay’in The Beggar’s Opera’sından esinlenerek verimlediği Üç Kuruşluk Opera, tıpkı “The Beggar’s Opera“da (Yoksulların Operası) olduğu gibi daha yapıtın adından başlayarak parodi ve ince alay” yansıtıyor… Çünkü “adına ‘opera’ (aryalar ve reçitatifler) dinliyordu ama, ortada suçlular dünyasına ait bir oyun vardı (balladlar ve sokak şarkıları).” (Bertolt Brecht; Bütün Oyunları/ Cilt 3 içinde Üç Kuruşluk Opera, Çeviren: Yücel Erten, MitosBoyut, 1998, 270) “Üç Kuruşluk Eleştiri” derken, “Yoksul Operası” ile “Üç Kuruşluk Opera”daki bu ince göndermeyi öne alıyorum işte… Eleştiri, ister yazıncılar tarafından kaleme alınan yazınsal eleştiri konumunda sanatsal metin olsun isterse yazınbilimcilerce üretilen yazın eleştirisi türündeki yazınbilimsel metin halinde gelsin önümüze, saygın bir yer tutmamış mıdır yaşamımızda, buna eş kabul görmemiş midir hep? Toplumca yüklenen bu saygınlığın yanında tabulaştırılan bir nitelik yüklendiği unutulmamalı ama yine de eleştiriye. Nitekim “lüks” bir etkinlik gibi karşılanırlığından da belli ki, bunca yücelttiğimiz eleştiri türü, diyelim kurumu karşısında hep daha aşağılardaki al takke ver külah ilişkileri yeğliyoruz… Bu nedenle Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sı gibi bizimki de “Üç Kuruşluk Eleştiri”ye dönüşüyor bir zavallı çaresizlik halinde… Evet, yazık ki böyle… 1960’ların ortalarından başlayarak ilgilenmeye koyulduğum “eleştiri” alanı için bugün “eleştiriye giriş” demeyi yeğliyorum… Bunu ayırmaya kalkışmam boşuna değil. Toplumu bir yana bırakalım, hiç değilse yazın kamuoyumuzda bir eleştiri görgüsü oluşturduğumuz öne sürülebilir mi? Öyleyse eleştiri değil henüz eleştiriye giriş toplumu olduğumuz ortada. Bu ekin için gerekli yoğunluğa ulaşılabilmiş olmakla birlikte süreğen, dizgeli bir eleştiri verimi, yeterli sayılabilir mi tek başına? Bunun gereksinim olarak yaşamımıza katılmasının önemli işlev taşıyacağı göz ardı edilebilir mi? Ellerin ülkesinde opera, insani bir gereksinim. Bu yüzden İtalyanlar spagetti düşkünlüklerince özlüyor operayı. Biz, lahmacuna ağzımız sulanarak gösterdiğimiz ilginin binde birini operadan geçtim tiyatromuza yansıtsak, neler değişmez oysa ülkemizde? Mustafa Öneş Beşir Fuad AİLE ELEŞTİRİSİ GÖRMEMİŞ YAZINIMIZ... Toplumun eleştiriden kopuk yaşayışı, aileçevreden bir eleştiri görgüsüne sahip olmayışı, lahmacuna yatkın külhanilikle örtüşebilir. Ancak yazın kamuoyunun eleştiriye gereken duyarlığı göstermeyişi sıkı sıkıya sorgulanmalı derim… Dilimizin köklü bir eleştiriye olanak vermeyeceği, bunun oturacağı tabanı, besleyecek ortamı taşıyamayacağı savlanabilir mi? Öncelikle sorulması gereken soru bu. Ne var ki, eleştirimizin sonradan ortaya çıkışına, daha doğrusu cumhuriyetle yaşıt olmasına bakarak geç kaldığımız gibisinden bir panik yaşanılmamalı yine de! Türkçe, yazın, bilim, felsefe deneme dili olduğu gibi eleştiri dili de aynı zamanda. Tür olarak eleştiriyle deneme aydınlanmanın verimi. Us inançtan sıyrılmadan ne eleştiri ne de deneme kaleme alınabilir. Açıklamaya, yoruma, yeniden yapıp kurmaya dayalı da olsa eleştiriyle denemenin yaslandığı yargılayıcı, sorgulayıcı söyleme ancak dogmalardan arınmış, tabuları yıkmış, inançtan bağımsızlaşmış bir usla varılabilir çünkü. Buna karşın, böylesi bir düzeye yine de bir anda, bir sıçrayışta değil süreç içinde ulaşılabileceği de gözden uzak tutulmamalı. Nitekim Türkçede genel anlamda kitleselleşmiş olarak romanın, oyunun, öykünün güzelduyusal bağlamda, birebir doygunlukta tadına varabilmek için cumhuriyetten sonraki yılları beklemek gerek ELEŞTİRİDE DİZGESELLİK, YÖNTEM, DİSİPLİN... Bütün bu eleştirmen ordusunun verimlerine bakıldığında, her birinin kendi dizgesini kurarak eleştiriye giriştiği görülüyor. Birbirlerinin ürettiklerinden yararlanmamış gibi izlenim bırakıyor nedense eleştirmenler. Çok seyrek gönderme yapıyorlar çünkü. Buna göre her eleştirmen, yazınımızı sanki kendince yeniden yapılandırıp kurguluyor, kendi değerleri yönünden bunu ayrıştırıp bölümlüyor ya da farklı bireşimlere yöneliyor… Prof.Dr.Mehmet Doğan, Cumhuriyet Bilim Teknoloji’deki (19.6.09) seçkin yazısında, “Bilimsel değerlendirmede yayın sayısından daha çok atıf sayısı(nın) önemli bir kriter olduğuna” vurgu yaparken eleştiriyi düşünmüş değil elbette. Eleştiri, bilim dalı da değil zaten. Ancak ister yazınsal ölçütlerle sanatsal metin, isterse bilimsel alan verileriyle kaleme alınmış yazınbilimsel metin olsun, eleştirinin göz dolduran bir bilim, yazın ürünü sayılmasa da disiplin bağlamında alınması zorunlu. Eleştiri, salt metnin kendisine dönük verisel ilişki kurmaya dayalı, bir açıdan kaba matematiksel açılım getiren dal olarak kalırsa yazın eleştirisinde görüldüğü gibi, sanata değil daha çok yazınbilime yakın duracaktır. Nitekim üniversite çevresi yayınlarında kar UNUTULAN ELEŞTİRMEN: MUSTAFA ÖNEŞ... Bana sorarsanız unutulan eleştirmenlerin başında ağabeyi Ali Avni Öneş’in de unutuluşa terk edildiği şair Mustafa Öneş geliyor. 1964’te Memet Fuat’ın Yeni Dergi’sinde Mehmet H.Doğan’la birlikte aldığı eleştiri ödülünün ardından tam kırk beş yıldır alana yönelik verimler somutlayıp yansıtıyor o. Bugüne dek iki kitap yayımladı Mustafa Öneş: Şair/ Şiir Yazıları (Oğlak, 1996), Şiir Kuşatması (Say, 2006). Andığım kitaplar üzerinde durulduğuna, kimi yazılarda bunlara yaklaşıldığına tanık olduk kuşkusuz. Nitekim Fethi Naci onu, “günümüzün en iyi şiir eleştirmenlerinden” sayıyor. (“Kıskanmak”, Oğlak, 1998, 271) Ne var ki yaşayan eleştirmenlerden kaçı, Öneş’in yazılarına, kitaplarına kaç atıfta bulunmuştur acaba? Peki bu durum, Mustafa Öneş yayınlarının gücünü, dile getirdiği yargıları zayıflatacak mı? Hayır, ama ondan gereğince yararlanılamadığını göstermeyecek mi bu durum? Onun, ihtiyatı elden bırakmadan Behçet Necatigil şiiri üzerine getirdiği yargısına bir göz atalım gelin: “Necatigil’in şiiri keskin dönemeçleri olmayan, bir ucundan bakınca diğer ucu az çok görülebilen bir yolu izlemektedir.” “Ama onun ‘şair kişiliği’ ile ‘birey kişiliği’ birbirinden ayrılamaz, bence. İki kişilik birbirinde görünüşe ulaşmaktadır. Yani şiirsel kişiliği yaşantısına, bireysel kişiliği şiirine sızıyor. Böylece, gerek şiirlerinden, gerekse –tanıdığım denli kendisinden, zaman zaman çatışmalarına karşın, bir arada yaşayabilen iki ayrı benliğin yarattığı iki ayrı dünyası olduğu, bu dünyalardan dıştaki ölçülü ve düzenlisinin şiirinin biçimini, içteki tedirgin ve düzensizinin şiirinin içeriğini yarattığı analojisine varıyorum.” (1996, 22, 23) Ahmet Hamdi Tanpınar’la ilgili şu yargıyı getiriyor Öneş: “…’zaman şairi’ yakıştırması yanlış değilse bile eksik bir nitelemedir. O, zamanı ‘güncel’ ve ‘evrensel’ diye ikiye ayırır, şiirinde evrensel kökenli zamana yönelir.” (2006, 29) “Mehmet Taner’in Şiirine Giriş” başlıklı yazısında Öneş’in şiir eleştirisi üzerine düşüncesine de ulaşıyoruz: “Bence, şiir eleştirisine kalkışan kimsenin yapacağı ilk iş, elinden geldiğince şairin duyarlık düzeyine koşut bir konum edinmek, oradan sezgi, çağrışım, andırışma vb. yollara başvurarak varacağı yargıları, gerektiğinde kanıtlayıcı örneklerle destekleyerek tutarlı bir biçimde sunmaktır. Değişik söylersek, şiir eleştirmenliği şiirin ele avuca sığmaz doğasına egemen olma, bir bakıma onu kendinizce uysallaştırıp evcilleştirme, okurun gözü önünde öğelerine ayırıp gene okurun tanıklığında yeni baştan oluşturma işlemidir.” (2006, 19) Eleştiri eylemi, mıh çakmaya benziyor; çivi çaksanız kolayca sökülebilir yerinden, ama mıhı çıkarmaya kalkarsanız, çakıldığı yeri de sökmek zorunda kalırsınız. Eleştirimizde bir mıh çakıcı bana sorarsanız Mustafa Öneş, bu nedenle de unutulmaması gereken bir ad. ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1013 SAYFA 20
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle