19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aslı Erdoğan’la ‘Taş Bina ve Diğerleri’ ‘İçinden farklı seslerin çıktığı boş bir kabuğum’ Aslı Erdoğan’ın yıllar sonra yeni bir öykü kitabı yayımlandı. Bu kez dört öyküden oluşan Taş Bina ve Diğerleri’yle okurun karşısında yazar. Erdoğan diğer kitaplarında olduğu gibi, acının merkezine oturtuyor hikâyelerini. Acının etrafınıda şiddet sarıyor; doğrudan kendisine değil, yansımalarına bakıyor. Erdoğan’la öykülerini konuştuk. me, bir karşılık çabasıdır. Klasik öykü biçimine uzun süre geri dönmedim, hatta “Taş Bina” bile –kitaba adını veren metin böyle adlandırılamaz. Önceki kitaplarımda, özellikle Kırmızı Pelerinli Kent’te boğuştuğum açmazlarımdan izler taşıyor ve ilk kez Hayatın Sessizliğinde’de değindiğim anlatım biçimlerini işliyor. Diğer öykülerle “Taş Bina”yı, tematik bir bütünlük oluşturdukları için bir araya getirdim. Kapatılmışlık, “korkunç sınırları bedenin”, parçalanma, ben’in ve öteki’nin yaraları, suçluluk… Sağ kalmanın suçluluğu. İNSAN RENGİ TAŞLAR... Taş Bina ve Diğerleri’nde taş’a, bina’ya vurgu yapılır ilk elden tüm öykülerde! Bir metafor aslında, tellerle örülü! Taşa çok mana yüklemişsiniz bu kez, anlatır mısınız biraz, gerçi okuyunca anlıyoruz ama ruh halinizin karanlıklarından çıkıp gelmiş bu öyküler, yanılıyor muyum? “Taş Bina” her öyküde değişik kılıklarda karşımıza çıksa da son öyküye dek içine girmeyiz. Önceleri yalnızca geçmiştedir; tek, uzun, kesintisiz bir çığlığın duyulduğu uzaklardaki bir binadır. Sonra ormanda bir uçurum belirir, parlak, siyah hançerler gibi gökyüzüne uzanan kayalar, gürüldeyerek, hiddetle akan bir ırmak… Soğuk, ürkütücü, görkemli. Bir cezaevi, bir sanatoryum, bir uçurum, bir mahkeme binası, ‘Mahsus mahallesiyle’ Sansaryan Han, beş katlı bir polis karakolu, tek kişilik bir hücre… Bunların hepsidir ‘taş bina’ ama hepsinden çok bir sestir. Ona adım adım yaklaştıkça, tenha, tekinsiz koridorlarında dolaştıkça, bu ses de sanki parçalanır, bir çığlıkla birlikte ben’in sınırları bütünüyle silinir. Bir çığlık olduğu kadar artık bir kahkahadır, bomboş odaları, geridönüşsüz kapılarıyla belleğin ta kendisidir; bir başımıza karnımızın üzerinde süründüğümüz, insan rengi taşlarla döşenmiş bir labirenttir. Kanayan bir beden olduğu kadar, tavanı delip geçen, ayışığını, yıldızları bu dünyanın gecesini çalıp getiren bir bakıştır da… Ama hepsinin ötesinde yeryüzünün en ıssız yerinden gelen, her şeyde yeniden doğan, gökyüzünü yeniden kuran bir ezgidir. Yazarın kendi sesiyle konuştuğu, öykü kişilerini üstlendiği ‘epilog’a vardığımızda, yazının bir metaforuna dönüşmüştür taş bina. Aralarında ağır ağır, ay ışığında beliren bir hayalet gibi dolandığın yol yol sözcük duvarlarıdır, ‘artık bana bile daha az yabancı olmayan hikâyem…’ Rüzgârlarla içi oyulmuş, eğreti, çatısız, kumlarla, yağmur suyuyla kaplanan… Metinleriniz gene alabildiğine sert! Neden şiddetin her daim hâkim olduğu öyküler kotarıyorsunuz? Son dönem (belki de başından bu yana) meseleniz şid Ë Erdem ÖZTOP slı Hanım, yeni öykü kitabınız yayımlandı. On yıl olmuş bizimle kurgu metninizi buluşturmayalı! On yıl oldukça fazla bir zaman değil mi? Neler oldu bu süreçte, neler yaptınız, biraz anlatır mısınız? 1998’te Kırmızı Pelerinli Kent’in yayımlanışından hemen sonra Radikal’de yazmaya başladım. Radikal yazılarını ve sonraki denemeleri iki kitapta topladım: Bir Delinin Güncesi ve Bir Kez Daha. 2005 yılında yazılması çok uzun süren belki ve ancak şiirsel düzyazı olarak sınıflandırabileceğim Hayatın Sessizliğinde yayımlandı. Önce Kırmızı Pelerinli Kent’in, sonra Mucizevi Mandarin’in yurtdışında gördüğü ilgi, ‘yazarlık görevlerimi’ çoğalttı; okumalar, paneller, turneler derken epeyce vakit kaybettim. Üstelik ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşuyordum bir yandan… Bu geçen on yıllık sürede, bildiğim kimi tutkun okurlarınız roman bekliyordu sizden! Hatta sizinle iki yıl önce yaptığımız söyleşide siz de kurgusu hazır, dili kurulu bekleyen bir romanınızdan bahsetmiştiniz. Baktık bizleri, öyküyle selamladınız! Neden? “İlla ki roman!” diye dört yönden bastıran sesin bilincindeydim elbet. Çağın talebi bu! Bense hem bir okur, hem de yazar olarak giderek uzaklaşıyordum romandan. İlk kitabımdan Mucizevi Mandarin ilk yazdığım kitaptır beri kendimi en yakın hissettiğim bir ‘novella’ ya da ‘uzun hikâye’. Bir imgeyi, bir sesi, bir gölgeyi izliyorum çoğu kez; sözcüklerin arasındaki mırıldanmayı dinliyorum, son biçimini arayan bir metaforun yörüngesinde daireler çiziyorum. Ağ gibi iç içe işlenen böylesi bir yapıyı romanın kocaman kalıplarına dökmek ilk tercihim değil! Ama roman projelerimden geri çekilmiş değilim, tam tersi… Kitap dört öyküden oluşuyor! Bunlardan “Tahta Kuşlar” örneğin, Almanya’da Deutsche Welle Ödülü’nü aldı! Ardından dokuz dile çevrildi. Türkiye’de yayınlanışı neden gecikti peki? “Tahta Kuşlar”, 1998’te Almanya’da iki dilde kitaplaştırılmıştı. En eski öykülerimden biridir. Çehov’un “Sürgünde” adlı öyküsüne kişisel bir yorum, bir çeşitleSAYFA 16 A det… Anlatır mısınız? Ana meselem şiddet olmadı hiçbir zaman; daha doğrusu, şiddetin doğrudan kendisine değil, yansımalarına baktım hep. Özünde bir imkânsızlığı, anlattıkça daha da anlatılmaz olanı seslendirmek, çok ender, çok korkunç bir sesle konuşan ama hep doğruları söyleyen yaraları dillendirmek… Sanırım baştan beri yazının hep aynı çözümsüz ikilemiyle boğuşuyorum. Dış dünya/iç dünya, özgürlük/yazgı, birey/anonoim… Ben ve öteki. Asıl meselem, ben’in kurulması, anlatılması ve parçalanması. Anlatan ve anlatılan, sağ kalan ve ölen, kendini kurgulayarak anonimleşen, ötekileştikçe öteki’ne dönüşen ben’ler… Bu öyküler, pek çok diğeri gibi kuzey ülkelerinde mi yazıldı? Kuzey ülkelerinin soğukluğu metinlerinize fazlaca ağıyor desem? Kuzey ülkelerinde toplam bir iki ay kaldım ve yalnız “Sabah Ziyaretçisi”ni oralarda yazdım. Ölüm oruçlarının başladığı o korkunç 2000 yılında… Cezaevlerinden yüzlerce mektup almıştım, sonradan ölüm listesinde adlarını bulduğum mahpuslardan gelen mektuplar… Hikâyeye “fazlaca ağan” Türkiye aslında! “Tahta Kuşlar”ı yazdığımda ise Almanya’ya henüz gitmemiştim bile! İlk öyküde göçmen yurdu, ikincisinde sanatoryum! Aklıma, Julia Voznesenskaya’nın Kadınlar Dekameronu geldi! Sahi bu öykülerin çatılması sırasında neler okuyordunuz? Bir de çevrenizde “Tahta Kuşlar”daki gibi karakterler var oldu mu örneğin? Akciğer hastalıklarını kuşaktan kuşağa aktaran bir aileden geliyorum, ben de astımlıyım. Almanya’da iki yıl sanatoryuma yatmış bir akrabamın ‘komik bir anısından’ doğdu “Tahta Kuşlar”. O, anısını bir yatılı okul muzipliği gibi anlatmıştı, ödül kazandığım yıl vefat etti. Hikâyemdeki trajik boyutu görmem için hastalanmam, bir sanatoryumda veremli kadınlarla karşılaşmam gerekiyormuş. İnsanın en zor, en yanlış anlattığı kendi gerçeği galiba! “Tahta Kuşlar”daki kadınlar, politik göçmenler, işkence kurbanları… Hepsi kurmaca. Çehov’un Sibirya’daki mahkumlar arasında geçen “Sürgünde” adlı öyküsü benim kişisel karşılığım ya da sorunun bir başka biçimidir. Hayata sıkı sıkıya sarılarak, hep tutkuyla isteyerek, sevmekten vazgeçmeyerek mi direniriz, yoksa ona tepeden bakarak acılarına ve mutluluklarına kayıtsız kalarak mı? “Taş Bina” göndermelerini kendi içinde barındırıyor zaten: Celan, Rilke, Nietzche, İsa’nın son sözleri… Toplama kamplarını anlatmış ve çoğu intihar etmiş yazarları tekrar okudum: Antelme, Primo Levi, Semprun… İlk öykü “Sabah Ziyaretçisi”nde bellek alaşağı edilir. Geçmişle hesaplaşılır sürekli! Bellekten kurtulmanın savaşı da verilir, ama ne mümkün! Belleksiz bir yaşam hayali neden kurulmaz? Kırmızı Pelerinli Kent’te alıntılamıştım: “Her insanın kaderi, ancak belleğinde varolana benzediği ölçüde kişiseldir.” ‘Ben’ diyebilmek için geçmiş ile şimdi ve gelecek arasında kesintisiz bir bağ kurmak zorundayız. Odysseia’yı, lotus yiyenleri hatırlayın. Benliklerini yitirmiş, çünkü geçmişlerini, geriye dönecek bir yurtları olduğunu dahi unutmuşlardır. Kaosa, yazgının bilinmezliklerine, anonimliğe karşı savaşında, Odysseus bile bir noktada ‘ben Udineis’imHiçkimse’yim’ demek zorunda kalacak, ama yoluna devam etmeden önce, gerçek adına sahip çıkacaktır. Ben “Hiçkimse” değilim. Yalnızca A., sokaklarda yaşayan bir deli, başarabilir bir kahkahayla vedalaşmayı kendi geçmişiyle… O yüzden hepimizden çok daha yakındır anonimliğe, herkesin yani Hiçkimse’nin sesi olmaya… Oysa o bile kendi kanını, kendi yaralarını ister –bir insandan geçmişini çalmak en ağır suçtur. “Çok güzel bir şey insanın bir geçmişi olması, gerçekten güzel hikâyesini geçmiş zamanda anlatabilmesi. Yoksa, insan dediğin nedir ki! Yersiz bir kahkaha işte.” A.’nın veda cümleleri bunlar… YAZGININ TEK İNSAFI... Geleceğe sığınılır. Ortaya çıkan geçmişin yansımasıdır, geçmişin yeniden, yeniden anlatılmasıdır. Bu kadarı da insafsızlık değil mi? Peki yazgıya burada söz hakkı tanıyamaz mıyız? Yazgının insaflı olabileceğine inanıyor musunuz gerçekten! Bence yazgının tek insafı, bize acılarımızın anonimliğini göstermesi, bizi şiir duygusuyla tanıştırmasıdır. Politik göçe/göçmene gönderme yapılır öykülerde! Kahramanlarımız en acımasız işkencelerin mahkumudur öykülerinizde! Bu bir tesadüf olamaz, değil mi? Elbette değil. Kırk küsur yıl önce Türkiye’de doğmuş, burada büyümüş, okumuş, yazmış, sağ kalmış birinin politik baskıyla, işkenceyle, göçmenlikle hemhal olmaması mümkün mü? Ama işkencenin –bir metafordan değil, bildiğimiz kaba işkenceden söz ediyorum yalnızca siyasilerin yazgısı olmadığını hatırlatmak için “Taş Bina”nın kişilerini, eski deyimle ‘adi suçlular’ arasından seçtim; hırsızlar, yankesici çocuklar, bir deli… Hiç de ‘masum’ olmayan, soğuğa, dayağa, aşağılanmaya bizden daha alışkın, kemikleri daha hızlı kaynayan, vesikalık fotoğraflar¥ da birbirinden ayırt edilemeyen ço CUMHURİYET KİTAP SAYI 1013
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle