Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ cuklar… Yeniden, yeniden, her seferinde daha az görkemle yenilenler… İnsan ruhuna dair bir öykü aradığımızda, başkalarının temizlediği merdivenlerden aşağılara indiğimiz, fazlaca gürültülü adımlarla geçtiğimiz arka sokaklar… Ama ben buralarda yıllarca yaşadım; şiddetin, zulmün, aşağılanmanın daha önce ve daha sonra görmediğim boyutlarını hardım. İnsan olmanın başka yol ayrımlarını… Peki ya yitip giden sevgililer? Haliyle doğmak isteyen bebekler? Bu kitap da, Hayatın Sessizliğinde gibi, yitip giden bir sevgiliye ağıttır aynı zamanda. Taş binada yitip giden, kanatlarını çok erken, birini ışığa, birini karanlığa açan birine… SIR DOLU DÜNYA Sanatoryumdaki hastalar, “Tahta Kuşlar”da, AMAZON EKSPRESİ’ne doğru yol alırlar. Mekân, “tuhaf gölgeler, çelişkiler, ürpertilerle kaplıydı.” Hal böyleyken, böyle bir atmosferde açığa çıkası varken tüm sırların; üzerini niye böylesine titreşimli bir hava tülle örtme gereği duyulur? Pek çok farklı nedenden, ama öncelikle yazmanın, dünyaya ondan çaldığımız büyüsünü iade etmek olduğuna inandığımdan… Benim metinlerimde sır dolu olan yalnızca dünyanın kendisidir, o yüzden de hep ana kahramana dönüşür. Yoksa hikâye kişilerim, bir kahraman bile denemeyecek, bazı adları bile olmayan alelade kişiler… “Amma taş kalplisin.” Her öykünün çeperini taş binalar doldurduysa, illa kalpler de mi taşlaşır? Kahramanlarınıza neden acımıyorsunuz? Bir yazarın karakterleriyle kurduğu ilişki, acıma ilişkisi değildir çoğu zaman. Tolstoy Andrey’e, Dostoyevski Mışkin’e, Flaubert Madam Bovery’e, Turgenyev Bazarov’a acısaydı, düşünün neler kaybedecektik… Bir özdeşleşme/yabancılaşma ilişkisi biçimine bürünen, yazarın kendi ben’leriyle bakışmasıdır, onun hangi seslere açılabileceğini, geri dönüşlü veya dönüşsüz hangi adımları atabileceğini, hangi yörüngelerde dolanacağını belirler. Ama ben karakterlerimi hep sevdim, fazlasıyla sevdim. Hatta yazmak benim için insanları sevmenin en tehlikesiz yolu! Hepsi şu ya da bu biçimde bir dönüşümü başarır, görülmemiş bir boyutuna bakar hayatın, kendinin ya da ötekinin düşlerini, yaralarını üstlenerek özgürleşir. Hiçbir dönüşüm acısız gerçekleşmez, bize hayatın tamlığını gösteren de acının kendisidir çoğu kez. Filiz ağlayarak başardı bu özgürleşmeyi, A. hep başka başka dünyalara seslenen bir meleği işitti taş binada. Gözaltındaki kadınsa, falakadan geçmiş çocukların ezgisini… Yeryüzünün en ıssız yerinde doğan, durmamacasına yükselen, onu işiten her insanla daha da yükselip ufukların ötesine geçen ezgiyi işitti. Hiç olmadı küçük mutlulukların peşine düşeyim diyorum, metinleriniz ona da imkân vermiyor! Örneğin deniyor ki bir yerde: “Şu dünyada bir parçacık mutluluk istiyorsan, oradan oraya hoplayıp zıplayan bir kız çocuğuna dönüşmelisin.” Umutlanır gibi oluyorum, sonra da bu cümlede bile hastalıklı, histerik bir yan buluyorum, haksız mıyım? Bu da karakterlerimden birinin, Filiz’in cümleleri. Kuşkusuz, benim mutluluk üzerine akıl yürütmelerime değil, Filiz’e işaret ediyor. Daha önce alıntıladığınız cümleyi, “Benim yüreğimde de birkaç taş parçası vardır elbet” diye yanıtlayan, akciğer hastası, politik göçmen Filiz, sanırım bütün bunları, işkenceyi, sürgünü, hastaneyi yaşamasaydı da zaten mutsuz bir kadındı. Mutluluk arayışını, her yerde ve her koşulda mutluluğun peşinden koşmayı, tamı tamına “hastalıklı ve histerik” olarak nitelendirirdi. Benim için edebiyat, küçük mutluluklardan çok, bir dönüşümün, yüzleşmenin, özgürleşmenin, çoktan yitirilmiş bir bütünlüğün arayışıdır. Bir anlığına bile olsa, görkemi ve sefaletiyle, kutsallığı ve tamlığıyla hayatı, hayatın içinde kendimi hissedebilmenin… “Taş Bina”nın cümleleriyle anlatacak olursam: “Bitimsiz bir çığlıktan olduğu kadar, meleğimsi bir gece gülüşünden de, yaşanmış olan kadar yaşanmamıştan da doğan o ezgiyi” işitebildiğim yerdir. Bu da çok büyük, mutluluk sözcüğünün taşıyamayacağı kadar büyük bir mutluluk. Her yer boşluktur haliyle! Boşluğun içinde/Taş binada kaybolmaya mahkum mudur insanlar, bizler? Taş Bina’da ‘Hiçkimse’ kaybolmadı, ya da Taş Bina’da kaybolan ‘Hiçkimseydi’ zaten… Teker teker vardılar labirentin yüreğine, her biri, tek başına karnının üzerinde sürünerek insan rengi taşlarda… Kimi bir çığlığı, kimi kılavuz yıldızını, kimi duvarların berisinden kendisini çağıran bir sesi izleyerek… Anlatıcılardan biri, sütunsuz, yankısız, bomboş bir oda buldu orada, belleğin diğer odalarından hiçbir farkı olmayan… Bir diğeri, kendi paramparça imgesiyle karşılaştı, onun ardında, bir çatı katı penceresinde beliren son özgür ülkesiyle, rüzgârın, ayışığının, uçurumların ülkesi… Orada, bulanık bir aynada beliren, yıldızlara seslenen meleğe gelince… Belki yalnızca oydu taş binadan çıkamayan. Aramızda yaşamaya gelmiş, bu dünyanın gecesini bir uçtan ötekine kat etmişti. Her şeyi görmüş, her şeyde kendini görmüştü. Gün doğmadan yıldızlara göçmüş, ardı sıra bıraktığı bir ezgiyle, geceyi hepimiz için durdurmuştu. YAZMAK BİR AYİN... Hadi söyleyin bize! Oyun mu oynadınız, kukla kılığına girip? Yoksa mahpus mu olduk sayenizde bu dünyaya? Hayalet, akciğer hastası kadınlar, politik göçmen Filiz ve Graciella, mahpus ve komik kadın… “Taş Bina”nın karakterleri içinde başrol A.’nın, kendi deyimiyle ‘esas oğlan’ o bu hikâyede. Kendimi pek çok başka şeye dönüştürebildiğim gibi bir kuklaya da dönüştürebilirim. Ben, içinden farklı farklı seslerin çıktığı içi boş bir kabuğum, o kadar. Ama yazmak, benim için bir oyundan çok, bir ayin. Her şeyi her şeye dönüştüren bir ayin, geçmişi geleceğe, ölümü hayata, maskeleri birer ruha, beni ötekine… Yalnızca bu ayin sırasında kabuğun içinden hayatın akmasını umabilirim. Ayin, mutlak hakikatin, ilksel olanın peşindedir, her şeyin kutsal ve sahici olduğu en eski zamanın… Sözcüklerle dış dünya arasındaki kopuştan, bizi bizden ayıran ve bu dünyada sürgüne yollayan parçalanmadan önceki altın çağların yeniden kurulmasıdır. Bu dünyada yaşamak için önce onu kurmamız gerektiğini söyler bize. Mahpusluk ve sürgün, insan olma halinin en uzun sürenidir, zamanın ölçüleriyle ölçülemeyecek kadar uzun… Taş Bina’ya giren herkes, eninde sonunda o ezgiyi duyacaktır: Hiçlikten çıkıp gelen ve her şeyden yeniden doğan, yoluna çıkan her insanla daha da yükselen, ufukların ötesine geçen, aslında seslendiği yere, Hiçkimse’nin yüreğine doğru yola koyulan bir ezgi… Benim tek temennim, bu ezgiyi hâlâ duyması, tanıması, tamamlaması. Bana gelince… “Ama elbet şarkıya hep yanlış yerden, yanlış perdeden katılıyorum.” ? erdemoztop@gmail.com Taş Bina ve Diğerleri /Aslı Erdoğan/ Everest Yayınları/ 134 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1013