06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Server Tanilli’yle ‘Din ve Politika’... ‘Yaşamın ta kendisi, laiklik diyor’ Laiklik ne demektir? Din ile devlet ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması demek olduğunu artık küçücük çocuklar bile biliyor dersek abartmış olmayız. Türk laikliği ne demektir? Prof. Server Tanilli yeni kitabı “Din ve Politika’Laik Barış’ın Dostları ve Düşmanları” da bu ilk soruların yanıtından başlayarak, sapla samanın karıştığı/karıştırıldığı noktalara ışık tutuyor en geniş perdeden. Fransızcadan Türkçeye aktarılan “laik” terimi, Yunancadaki “laik” ve Latincedeki “laicus” sözcüklerinin kökünü oluşturan “Iaos”tan (Yunancada “halk”) türetilmiş. Ve eski çağlardan bu yana, dinin dışında bir alan olagelmiş. Batı’da önce Fransa’da yeşeren ve oradan yayılan laiklik, Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın ürünüdür ve özellikle Katolik Kilisesi’nin baskıcı yapısına karşı direnişin sonucunda da gelişmiştir. Tüm bu direnişin ana nedenlerinden biri kuşkusuz egemenliğin kaynağı ve kullanılışının dünyevileştirilmesidir. Laiklik ilkesine yöneliş özellikle Fransa’da (1793) militan bir nitelik kazanır; İspanya (18681876), Portekiz (19081917), Fransa etkisindeki Meksika (XIX. yüzyıl) ile cumhuriyetçi rejimlerde oldukça köklü değişmelerle yaşama geçirilir. Osmanlı monarşisi, çökene kadar dinle iç içe olma niteliğini sürdürdü. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise laik atılımlar olağanüstü bir sıçrayışa dönüştü. Türkiye’de laiklik, klasik Batı örneğinden önemli özelliklerle ayrıldı. Dün olduğu gibi bugün de düşmanları kol gezdi/geziyor. Bu kitap tüm bunların anlatısı değil; derinlemesine incelemesi, karşılaştırmalı analizi, Türkiye’de kırılma noktalarında halkın getirilmek istendiği noktaya yakın plan bakıyor. “Türkiye bir ‘İslamlaştırma’ baskısı altında. Laikliğin geçerli olmadığı bir İslam toplumunda demokrasi rafta kalır; laik eğitimin bulunmadığı bir eğitim düzeninde de inanç özgürlüğü yoktur”un net bir açılımı da aynı zamanda. Prof. Server Tanilli “Din ve Politika’Laik Barış’ın Dostları ve Düşmanları” adlı kitabıyla, aklın yolunun bir olduğu yerden sesleniyor. SAYFA 20 Ë Gamze AKDEMİR atı’da Kilise ile devletin birbirinden ayrılmadan önceki süreçte görülen en büyük sakınca neydi ki, Fransa’dan başlayan süreçte laik düzene geçilmesi adeta şart olmuştu? Batı’da, Ortaçağ’da din yetkilileri ile siyaset sahipleri arasında bir ayrım anlamsızdır. Toplumun doruğunda, papalarla krallar, iktidarı korumak için birleşirler ya da onu ele geçirmek amacıyla çekişirler. Kilise ile devletin birbirinden ayrılması fikrinin ortaya çıkmasından önce, yani 13. yüzyıla kadar görülen, iktidarların iç içe olmasıdır. Ne var ki, 14. yüzyılın başlarında önemli bir olay olur: Fransız Kralı Güzel Philippe, 1301’de Papa 8. Bonifatius ile bir güç denemesine girişmiştir; amacı da, kendi ülkesinde mutlak üstünlüğünü sağlamaktır. Olayın sonucu da şu olur: Fransız Kilisesi doğmuştur; onun tek başı kraldır ve Papa’dan da üstündür. Papalığın “evrensel” niteliği hatırlanırsa, olayın çapı anlaşılmış olur. Fransa’da laiklik adına ilk adım budur ve gelişecektir. Papalığa karşı bu tavır, 16. yüzyılda Avrupa’da giderek bir Reform hareketine dönüşür ve yeni darbeler indirir Roma Kilisesi’ne. 18. yüzyılda ise... tim”dir... B ‘LAİKLİK YENİ AVRUPA İÇİN MEYDAN OKUYOR’ Fransa’ya baktığımızda, “laikliğin dostları ve düşmanları” açıkça belli oluyor. Aydınlanma bütün Batı’yı kuşattığına göre, laiklik tüm Batı’da da oturmuştur değil mi? Hiç kuşkusuz! Bir ülkeden ötekine farklı mantıklar olsa da, bütün Batı’da din, toplum ve devlet ilişkileri laikleşmiştir. Bu süreçte, Akılcılığın ardından Siyasal Liberalizm ve Pozitivizm laikliği savunmuştur. Ancak, bu fikri kaynaklardan beslenen laikliğinin “sınıfsal” bir anlamı da vardır: Laiklik, feodalaristokratik toplum ve siyaset anlayışına karşı çıkarak iktidara yürüyen burjuvazinin ideolojik, siyasal ve kültürel özlemlerini dile getiriyordu. Günümüzde, Avrupa Birliği’nde, Kiliselerle devletin ayrılması fikri, yani laiklik ağırlığını koruyor. Bununla beraber, kimi ülkelerde din ayrıcalıklı bir yerde. Ne var ki, ne olursa olsun laiklik, yeni Avrupa için meydan okuyor. Öte yandan, Avrupa’da milyonlarca Müslümanın varlığı, devlet, Kiliseler ve sivil toplum ilişkileri sorununu tartışmayı canlandırmıştır. Yaşadığımız şu yıllarda, İslamcılıkta cemaatçi içe kapanış ve İslamlığın uluslararası ilişkilerdeki bu tavrı, barışçı bir geleceğe umut ışığı yakabilir mi? Sorun budur! AYDINLARIN EYLEMLERİ VE DEVRİM Evet, bu “Aydınlanma Çağı” konuya nasıl bir zenginlik getirir? 18. yüzyılda, özellikle Fransız Devrimi’nin yaklaştığı tarihlerde, Fransa’da, merkezi bir monarşide, kral Katolik Kilisesi ile el eledir. Avrupa’da “Hoşgörü” fermanlarının yayımlandığı bir çağda, Fransa’da Protestanların ve Yahudilerin üstünde baskı vardır: Katolik Kilisesi mutlak bir iktidara sahiptir: Din özgürlüğünün olduğu kadar düşünce özgürlüğünün de karşısındadır; tek başına yasaklıyor ve mahkum ediyordu ve gerektiğinde monarşi de arkasındaydı. Kral, bağımsız olsa ve Fransız Kilisesi’ni denetliyorsa da, Kilise de dev ayrıcalıkların sahibi idi; daha önemlisi eğitimi denetliyordu ve ruhban Fransa’da başta gelen bir zümre olup çıkmıştı. Laiklik, işte bu durumdaki bir Kilise’ye karşı gitgide kazanılacak bir davaydı. Aydınların bu uğurda sürdürdükleri eylem de ünlüdür. Yani “Aydınlanmacı filozoflar”ı kastediyorsunuz? Evet! Voltaire, Rousseau, d’Holbach, Morelly, La Metrie ve yığınla başkaları... bütün bu Aydınlanmacılarda, “hoşgörü”, temel ve hepsinde ortaktı; savundukları değerlerle, Katolik geleneklerine olduğu kadar siyasal mutlakiyete de karşı çıkıyorlardı: İnsanlık, hoşgörü, eşitlik, tanrısalın yerine geçiyordu. Doğuştan günah gibi dinsel bütün kavramlar tartışılır duruma gelirken, insanın doğası öne çıkıyordu: Tanrı merkezlilik, insan merkezliğe bırakıyordu yerini. Bu kültür devrimi, Katolik Kilise’nin tekelindeki eğitimi, eğitim üstüne bütün kuramları da tartışmaya açar. Yurttaşları yetiştirecek bir dersi, rahiplerin ve özellikle “dünyadan vazgeçmiş” tarikatların elinden çekip almak gerekiyordu. Önemli olan, öteki dünyaya umutların vaaz edilmesi değil, “bu dünyada” yaşayan yurttaşların ödevleri idi. Aydınlıklar ile Katolik Kilise arasındaki zıtlık, yerini 1789’da, beklenmedik bir olaya, Devrim’e bırakır. ‘YAŞAM LAİKLİĞİ DAYATIYORDU’ Türkiye’de “laik Cumhuriyet”in de bir Aydınlanma eseri olduğu söyleniyor; ama gelip durduğumuz noktada sorunlar içinde. Nerden kaynaklanıyor bu sonuç? Batı dünyasında, dinle devleti birbirinden ayırma yolunda Fransa’nın açtığı çığıra, 20. yüzyılın başlarında Meksika’nın arkasından Türkiye de katıldı. Gerçekten, 1923 Devrimi’ni yapanlar, bağımsızlığın yanı sıra, devleti “laik ve demokratik Cumhuriyet” ilkesine göre yeniden kurdular; bunu yaparken, kültüre ve topluma da yeni bir içerik kazandırdılar. Niçin bu “yenilik”, bu “farklılık”? 1923 Devrimi yapanlar, Batı dünyasında olup biteni biliyorlardı. Öte yandan, Prof. Dr. Aydın Aybay’ın belirttiği gibi, kendi ülkelerinde farklı bir dinsel ortamın da bilincindeydiler. Dahası, İslam ve İslam dünyası bir “Reform” ve “Aydınlanma Çağı” yaşamamıştı. Osmanlı yenilik hareketleri boyunca devlet yapısının dinsellikten uzaklaştırılması yolunda kimi örnekler ortaya konmuş da olsa, dinseldünyasal kurallar ikiliği sürüyordu ve buna son vermek gerekiyordu. Böylece, Cumhuriyet’i kuranlar, yeni bir devlet ve toplum yaratmaya giriştiklerinde, sosyal değişim zorunluluğu ile kendilerinden önceki yapı arasındaki çelişkiyi görmüşlerdi ve bunu çözme sorunu ile karşı karşıya idiler. Özetle, yaşam laikliği dayatıyordu. Daha baştan, egemenlik kuramı “milli egemenlik” diye adlandırıldığında, laik düzenin temeli atılmıştı, kuram bu olunca uygulama da onu izler: Laiklik temelinde “öğretim birliği“, laiklik temelinde “yargı ve hukuk birliği” kurulur. TAHT İLE MİHRAP: BİR KÜS BİR BARIŞIK Fransız Devrimi ne getirdi? Özellikle Kilise, kaynaklarından ve mallarından yoksun edilir. Kilise, insanın tanrısal düzene baş eğmesini isterken, Devrim, insanı merkeze alıyordu; Kilise ile Devrim arasında bir felsefi uzlaşma mümkün değildi. Böylece Papa, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni suçlayıp açıkça reddetti. Öte yandan, bir devrim anayasası, 1795 Anayasası, Kilise ile devleti birbirinden ayırır. O anayasanın 354. maddesi şöyle diyordu: “Kimseye, yasaların kurallarına uyarak, seçtikleri bir dinin ibadetini yerine getirme yasaklanamaz. Kimse, bir dinin giderlerine katılmaya zorlanamaz. Cumhuriyet, hiçbir dinin giderlerine yardım yapamaz.” Fransa’da, laikliğin tarihinde bir dönüm noktasıdır bu! Ne var ki, “Taht ile mihrap”ın anlaşmasına yeniden gidilir: Napoleon’un 1801’de Papa ile uzlaşmasının arkasından, 1814’te başlayarak Restorasyon’da Kilise yeniden dirilir: Karşısında, bu kez “liberal ve Cumhuriyetçi hareket” vardır ve hareket de, Kilise’nin en korkunç düşmanı olduğunu görür. Katoliklik, sadece bir din olmanın çok uzağında, bir siyasal ve sosyal rol oynamaktadır; 1789’un ilkelerinin karşısındadır ve cumhuriyetçiler de, o devrimin ilkelerine dayanan bir rejim kurmanın davası içindedirler. Başta gelen konu da, “okul ve laik eği TÜRK LAİKLİĞİ… Bu anlattıklarınızdan, Türkiye’de sıradan bir laiklik olmadığı çıkıyor değil mi? CUMHURİYET KİTAP SAYI 957 ¥
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle