27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ patlamalar halinde gelen soru sağanağı, ancak sebebin sebebinin nihai sebebini anlamasıyla diner. Konuştuğu kişinin bir engizisyon sınavına tabi tutulduğunu hissetmemesi zordur. Latin Amerikalı bir ziyaretçi, vatandaşlarının pirinç tüketimine dair üstünkörü bir istatistik sunduğunda Fidel zihninden hesap yapıp şunu demişti: “Ne kadar ilginç, kişi başına günde iki kilo pirinç yiyorlar.” Zamanla Fidel’in en ustaca taktiğinin zaten bildiği şeyler hakkında, elindeki veriyi teyit etmek için soru sormak olduğunu öğrenirsiniz. Ve bazı durumlarda muhatabının kalibresini tartmak ve ona göre davranmak için sorar. Kendisini bilgilendirmek için hiçbir fırsatı kaçırmaz. Kolombiya Devlet Başkanı Belisario Betancur ile, hiç tanışmamış olmalarına ve iki ülke arasında diplomatik ilişki bulunmamasına rağmen sık sık telefonda konuşurlar. Fidel, Betancur bir keresinde çok da önemli olmayan bir konuda kendisini aradığında ne yaptığını şöyle anlatıyordu: “Bilgi alışverişinde bulunmak için zamanımız vardı ve ben de Kolombiya’da kahve üretiminin durumuyla ilgili televizyonlarda söylenmeyen mevzuları öğrenmek için bu fırsatı değerlendirdim.” KONUŞMA FESTİVALİ Fidel devrimden önce pek az ülkeye gitmiş ve o zamandan bu yana yaptığı resmi ziyaretlerde de dar bir protokol ortamından çıkamamıştır. Fakat ziyaret ettiği o ülkeler ve gitmediği daha birçok ülke hakkında, sanki oradaymışçasına söz eder. Angola’daki savaş sırasında düzenlenen resmi bir resepsiyonda bir çatışmayı öylesine ayrıntılı anlatmıştı ki, Avrupalı bir diplomatı Fidel’in elde silah çatışmaya katılmadığına ikna etmek epey zor olmuştu. Halka yaptığı bir konuşmada Che Guevara’nın yakalanıp öldürülmesine; Moneda Sarayı’nın bombalanması ve Salvador Allende’nin ölümüne ve Flora Hortumu’nun yarattığı yıkıma dair inanılması güç sözel resimler çizmişti. Atalarının yurdu İspanya, Fidel için bir saplantıdır. Latin Amerika’nın geleceğine dair vizyonu, Bolivar ve Marti’ninkiyle aynıdır: Dünyanın kaderine yön vermeye muktedir, birleşmiş ve özerk bir topluluk. Fakat Küba’dan sonra hakkında en fazla şey bildiği ülke ABD’dir. Amerikan halkına, bu ülkenin iktidar yapılarına, yönetimlerini güdüleyen gizli niyetlere tümüyle aşinadır ve bu, kesintisiz abluka fırtınasını bertaraf etmesine yardımcı olmuştur. ABD yönetiminin kısıtlamalarına rağmen Havana ile Miami arasında neredeyse her gün uçak seferi yapılır ve her kesimden Amerikalı ziyaretçilerin özel uçuşlar veya özel uçaklarla Küba’ya ayak basmadığı tek gün yoktur. ABD’deki her seçimin arifesinde her iki partiden siyasetçiler kesintisiz olarak Küba’ya akın eder. Fidel Castro hepsiyle görüşmeye çalışır, bekleyişleri sırasında iyi ağırlanmalarını sağlar ve onlarla teferruatlı bir bilgi alışverişine imkân verecek kadar zaman geçirebilmek için elinden geleni ardına koymaz. Tam anlamıyla birer konuşma festivaline sahne olur bu görüşmeler. Onlara Küba’ya dair pek az gerçeği anlatırken, onların anlattıklarını adeta içer gibi dinler. Düşman propagandası tarafından barbar bir kabile şefiyle karşılaşmaya hazırlanarak, Küba’ya gelmiş olanlara gerçek yüzünü göstermekten daha eğlenceli bulduğu başka SAYFA 16 bir şey olmadığı izlenimini verir. Bir keresinde Fidel, her iki partiye mensup isimlerden menkul bir ABD Kongresi heyetinin ve hatta bir Pentagon yetkilisinin karşısında, Galiçyalı atalarının ve Cizvit hocalarının kendisine öğrettiği ahlaki ilkelere ve kişiliğinin oluşmasında bu ilkelerin çok faydası dokunduğuna dair son derece gerçekçi bir resim çizmiş ve sözlerini, “Ben bir Hıristiyan’ım” diye bitirirken masaya okkalı bir yumruk indirmeyi de ihmal etmemişti. Hayatı sadece siyah ve beyazdan ibaret sayan bir kültürde yetiştirilen Amerikalılar ise, Fidel’in izahatı karşısında yerlerinden sıçramıştı. Ziyaretin sonunda, yeni günün ışıkları çoktan ortalığı aydınlatırken, Amerikalı vekillerin en muhafazakâr olanı şu sürpriz görüşünü dile getirmekteydi: Latin Amerika ile ABD arasında arabulucuk yapmak bakımından Fidel Castro’dan daha etkili bir isim bulunabileceğine inanmıyordu. Küba’ya giden herkes, hangi şartta olursa olsun, Fidel’i görme şansı bulabilmeyi umar; birçokları, özellikle yabancı gazeteciler de onunla özel bir söyleşi yapmanın hayalini kurar ve onunla bir söyleşi ganimetini yanlarında götüremeden işlerini asla bitirmiş saymazlar. Fiziken imkânsız olmasa, Fidel’in hepsiyle oturup konuşacağına inanırım: Bu satırlar yazılırken, karar verilmesini bekleyen 300 civarında resmi röportaj talebi var, bir dikkatle gezinir, zira yanlış kullanılmış tek bir sözcüğün onarılamaz hasarlar yapabileceğini bilir. Bu nadir resmi röportajlarda istenen vakti verme eğilimindedir, ne var ki genellikle bu beklenmedik esneklik, bir kez konuşmanın dinamiğiyle kamçılandığında, süreyi uzattıkça uzatır. Ancak çok özel durumlarda soruları önceden görmek ister. Bir soruyu, ne kadar provakatif olursa olsun, cevaplamayı reddettiği veya sabrının taştığı hiç görülmemiştir. Bazen iki saat diye planlanan söyleşi dört saate ve dört saat de daima neredeyse altı saate çıkıverir. Ya da Gianni Mina ile İtalyan televizyonu için yaptığı röportajda olduğu gibi 17 saate... Verdiği en uzun ve en bütünlüklü röportajlardan biridir bu. RÖPORTAJLAR... Nihayetinde pek az röportaj memnun eder onu; hele basılı röportajların hiçbirinden hoşnut olmaz, zira genellikle yer darlığından kısaltılmışlardır ve kişisel tarzına has nüanslar feda edilmiştir. Televizyon röportajlarının da kaçınılmaz kurgulamalardan dolayı doğallığını kaybettiğini düşünür ve yedi dakikalık bir program için hayatından beş saat vermek ona hiç adil gelmez. Fakat gerek Fidel Castro gerekse dinleyicileri için en üzücü olanı, en iyi gazetecilerin bile, bilhassa da Avrupalıların, sorularını gerçeğin terazisinde tartmaya zerre kadar hevesli olmamasıdır. Onlar kendi ülkelerinin siyasi saplantılarına ve kültürel önyargılarına göre yazdıkları sorularla ganimeti kapmak isterler; bugünkü Küba’nın gerçekte neye benzediğini, Küba halkının hayallerinin ve karşı karşıya olduğu gerçek sıkıntıların ne olduğunu, yani hayatın gerçeklerini kendi başlarına bulup çıkarma zahmetine girmezler. Böyle yaparak sokaktaki Kübalıyı da dünyayla konuşma fırsatından, kendilerini de bilhassa büyük kararların alındığı böyle bir dönemde Fidel Castro’yu, çok uzaklarda olan Avrupalı faraziyeleriyle değil, kendi halkının endişeleri üzerinden sorgulayıp mesleki bir başarı kazanmaktan mahrum bırakırlar. Neticede Fidel Castro’yu bu kadar çeşitli ve farklı koşullar altında dinlemiş biri olarak, kendime pek çok kez şunu sormuşumdur: Onun konuşmaya yönelik hevesi, iktidarın yanıltıcı serapları arasında, her ne pahasına olursa olsun doğrunun izinden ayrılmamasını sağlayacak organik bir ihtiyaçtan mı kaynaklanıyor? Yoksa tam tersi mi? Fidel’le herkesin arasında ve baş başa girdiğim birçok diyalog sırasında kendime sık sık işte bunu sorarım. Fakat hepsinin ötesinde en zor ve verimsiz olanı, onun yanında doğallıklarını ve itidallerini kaybedenler, onunla gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan teorik formüllerle konuşanlardır. Veya zaten bol bol duyduğu endişelerine yenilerini eklememek için gerçekleri ondan gizlemeye çalışanlar. Fidel bunu bilir. Bu şekilde davranan bir yetkiliye şunları söylemişti: “Beni üzmesin diye benden gerçekleri gizliyorsun, fakat eninde sonunda onları öğreneceğim ve bu kez bana anlatamadığın çok fazla gerçekle yüzleşmenin etkilerinden öleceğim.” Bununla birlikte ondan gizledikleri gerçeklerin en ciddi olanı eksikliklerdir, zira devrimin payandası olan muazzam (siyasi, bilimsel, sportif ve kültürel) başarıların arkasında, günlük hayatın neredeyse bütün veçhelerini, bilhassa da evlerin içindeki hayatı etkileyen devasa bir bürokratik yetersizlik varlığını sürdürmektedir. Bu da Fidel Castro’yu zaferden neredeyse 30 yıl sonra bile ekmek yapımı ve bira dağıtımı gibi olağanüstü meselelerle şahsen ilgilenmek zorunda bırakıyor. Diğer yandan sokaktaki insanlarla konuştuğunda her şey farklıdır. Sohbet, hakiki sevginin ifade ediciliğini ve kaba dürüstlüğünü yansıtır. Çok çeşitli sivil ve askeri isimlerinden geriye sadece biri kalmıştır: Fidel. İnsanlar tehlikesiz bir şekilde etrafını kuşatır, ona ‘siz’ değil ‘sen’ diye hitap ederler, onunla tartışırlar, anlaşmazlığa düşerler, ondan taleplerde bulunurlar; hemen oracıkta kurulan, gerçeklerin sel misali aktığı bir iletişim kanalıdır bu. O anda, herkesin gözü önünde, görüntüsünün parlaklığıyla yeni ve nadir bir insana dönüşür. Benim tanıdığıma inandığım Castro, üzerinde genellikle siyaset hayaletinin gezindiği saatlerce sohbetin ardından gördüğüm o insandır. Sade alışkanlıkları ve bitmek bilmez hayalleri olan, eski moda resmi eğitim almış, dikkatli kelimeler sarf eden, basit bir tarza sahip ve sıradanlığa yazılı hiçbir fikre dönüp bakmayan bir adam. Bilim insanlarının kansere çare bulacağını hayal eder ve taze suyu olmayan, başlıca düşmanı kendisinden 84 kat büyük olan bir adada dünyayı sarsan bir dış politika yaratmıştır. Özel hayatını öyle ketum bir şekilde korur ki, iç dünyası çevresinde oluşan efsanenin en nüfuz edilemez bilmecesi haline gelmiştir. İnsanlığın en büyük başarısının bilincin düzgün biçimlenmesi olduğuna ve dünyayı değiştirmeye ve tarihi ileri götürmeye muktedir olanın maddi değil, ahlaki saikler olduğuna dair neredeyse mistik bir inanç besler. Bence o çağımızın en büyük idealistlerinden biridir ve bu hem onun en büyük tehlikesi hem de en büyük erdemidir. NADİR NOSTALJİK ANLAR... Kaç kez gecenin geç bir vakti, sınırsız bir günden kalan son uğultularını hâlâ kafasından atamamış bir halde evime gelmiştir. Kim bilir kaç kez ona işlerin nasıl gittiğini sorup şu cevabı almışımdır: “Çok iyi, bütün depolarımız dolu.” Buzdolabını açıp bir dilim peynir yediğini görürüm, muhtemelen kahvaltıdan beri ağzına koyduğu ilk lokmadır bu. Günün birinde Meksika’daki bir tanıdığına telefon edip sevdiği bir yemeğin tarifini sorduğuna, söylenenleri akşam yemeğinin hâlâ yıkanmamış tabaklarıyla dolu lavaboya doğru eğilerek yazdığına tanık olmuştum; bu sırada televizyonda birileri şu eski şarkıyı söylüyordu: “Hayat Binlerce Kilometre Kat Eden Bir Ekspres Trenidir.” Çocukluğunu geçirdiği kırların pastoral tan vakitlerini, kendisini terk eden gençlik aşkını, geriye dönse farklı yapabileceği şeyleri anlattığı nadir nostalji anlarına da tanıklık ettim. Bir gece onu, küçük bir kaşıkla vanilyalı dondurma yerken o kadar çok insanın kaderlerinin ağırlığı altında öylesine ezilmiş, kendisinden öylesine uzaklaşmış gördüm ki, bir an için bana her zaman olduğundan farklı bir adammış gibi geldi. Ona bu dünyada en çok yapmak istediği şeyi sorduğumda cevabı yapıştırıverdi: “Bir sokak köşesinde öylesine başıboş dolaşmak.” ? *Çeviren: Mehmet Harmancı Castro, konuşmalarına daima neredeyse duyulmayacak kadar hafif bir sesle, biraz kararsız başlar, sisler arasında belirsiz bir yöne ilerliyordur adeta, fakat etkisini adım adım arttırmak için çakan her ışığı fırsat bilir, ta ki kocaman bir pençe misali atılıp dinleyicileri avcunun içine alıncaya dek. ki sonsuza kadar devam edebilecek bir süreç bu. Fidel’i görebilmek için her tür aracıyı devreye soktuktan sonra Havana’da otele yerleşip bekleyen bir gazeteci vardır her daim. Bazıları aylarca bekler. Sıranın ne zaman kime geleceğini bilmemenin öfkesiyle kıvranırlar, zira Fidel’e ulaşmak için atılması gereken doğru adımların ne olduğunu kimse kesin olarak bilemez. Doğrusu doğru adım diye bir şey de yoktur. Bazı şanslı gazetecilerin halk arasında gezindiği sırada Fidel’e öylesine bir soru yönelttiği ve bu vesileyle başlayan diyaloğun akla gelen her konuda saatlerce süren bir röportajla sonuçlandığı görülmemiş şey değildir. Fidel her soru üzerinde uzun uzun durur, en beklenmeyen, zorlu alanlarda büyük (1) Mineral ve besin değeri yüksek suda bitki yetiştirmekle ilgili bir bilim dalı. (ç.n.) İlk Yıllarım/ Fidel Castro/ Çev: Mehmet HarmancAgora Kitaplığı/ 238 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 957
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle