23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ daydım. Ne yazacağımı, nasıl yazacağımı öteden beri içten içe tasarlıyordum. Rilke’nin öğütlerine uydum ve acele etmedim: “Yazar olmak, özsuyunu dallarına yollamakta acele etmeyen bir ağaç gibi olgunlaşmaktır”. Ama öyle bir zaman geldi ki Bingöllüler düşlerime giriyor, sanki kendilerini anlatmam için beni dürtüyorlardı. 1968 yılında bir sabah, gün ışımadan uyandığımda büyük bir istekle yazı makinemin başına geçip soluk soluğa yazmaya başladım… Bu ilk hikâyem ödül de aldı. İzleyen birkaç yılda yazdığım iki hikâye ve “Kocakurt” adlı romanım da ödüller alınca edebiyat çevrelerinin ilgisi yoğunlaştı. KOCAKURT’UN SERÜVENLERİ Yazarlığa öykü ile başladın; ama ilk yayımlanan yapıtın 1975 yılında Milliyet Roman Yarışması’nda mansiyon kazanan “Kocakurt” adlı romanın oldu. Dilersen önce “Kocakurt” adlı romanından söz açalım. Öncelikle şunu belirteyim: “Kocakurt”, (ortak bir payda altında toplanıp adlandırılan) 12 Mart romanı değil. 12 Mart askeri darbesini konu alan bir roman da değil; ama askeri darbe sayesinde yazılmış bir romandır: Darbeciler, ülkenin aydınlarını topluca hapse tıkınca ben de bundan payımı aldım ve romanın kahramanı “Kocakurt”u Ankara’nın Ulucanlar semtindeki cezaevinin 2 No.’lu adi suçlular koğuşunda tanıdım. Kocakurt bir dolandırıcıydı. Bu alandaki marifetlerini bana anlatırken biraz da övünür gibiydi… Bense onun mizah yüklü üslubunu ve hiçbir zaman bilemeyeceğim, kafamda canlandıramayacağım kimi serüvenlerini ilginç buluyordum. Yazarlığın önkoşullarından “yaşantı”, bol kepçe getiriliyordu önüme. Kocakurt’la hapishane avlusunda volta atarken serüvenlerini dinliyor, koğuşa dönünce bunları not ediyordum… Bir roman hazırlığının ilk aşaması… Öyle. Kurt gibi, ya da tilki gibi bir adamdı. Yapmadığı numara, giremeyeceği boya yoktu. Seyyar satıcılıktan köylerde bit ilacı ve mayasıl ilacı satmaya, fikir bürosu açmaktan sahte emlak komisyonculuğuna, hapishanede torbacılıktan avludaki voleybol maçlarında manoculuğa, gecekondu mahallesinde ocak başkanlığından arsa spekülatörlüğüne, sahte sıçan zehri pazarlamaktan Kadıköy vapurlarında vatandaşa “susuzluk hapı” kakalamaya, Almanya’ya işçi gönderme aracılığından panayırlarda sözde pehlivanlığa, kasabalarda tapon mal çorap satmaktan köylerde davarlara aşı yapmaya, sosyete hanımlarına “cilt bakımı derneği”nin defile davetiyelerini yutturmaktan destancılığa, “kaldırımcılık”tan başlayıp “zarfçılık”, “definecilik”, “tırnakçılık”, “üç kâğıtçılık”, “manitacılık” gibi yutturmacalara kadar türlü işlere girip çıkmıştı. Bu demekti ki toplumun her kesimini tanıyor, onların zayıflıklarını, özentilerini, düşkünlüklerini, boşluklarını biliyor ve bu taraflarından yakalayarak onları tongaya düşürüyordu… Nitelikli güldürü yazınımızdaki tiplerin birçok özelliğini taşıyan, bir bakıma tanıdık bir tip diyebilir miyiz onun için? Diyebiliriz, ama benim açımdan, toplumdaki çarpıklıkları göstermek isteyen, giderek “toplum eleştirisi”ne yönelmeyi amaçlayan bir yazar için, her yere burnunu sokan, bütün sınıf ve katmanlardan çeşitli insanların boşluğundan yararlanmayı bilen Kocakurt gibi bir adamın serüvenlerinden iyisi olabilir miydi? Kocakurt serüvenlerini anlattıkça kurcalamak istediğim çarpıklıkları avcumun içinde buluyordum. Bu tür örneklerden yararCUMHURİYET KİTAP SAYI 947 lanarak yazılmış çok roman vardır. “Yaşantı” dedikleri de zaten hayatın bin bir yönünü tanıyabilmek değil midir? Ama sanırım Kocakurt’lara her dönemde, her ülkede rastlanabiliyor. Bence bu tür romanların atası, Gogol’ün “Ölü Canlar”ıdır. 19’uncu yüzyılın ortalarında yazılmış bu romanın kahramanı, “Çiçikov” adında bir dolandırıcıdır. Çiçikov, ölmüş toprak kölelerini kâğıt üzerinde sağ göstererek Rusya’daki büyük toprak sahibi beylere satıyordu. Bunun için ülkenin çeşitli yörelerine giderek değişik karakterde “türlü” derebeyi ile karşılaşan Çiçikov’un serüvenleri yoluyla Gogol, Rusya’daki toplumsal yapının en büyük çarpıklıklarından olan toprak köleliğini ayrıntılarıyla sergiliyor, bu çarpıklığın giderilmesini hazırlıyordu. Gogol’ün o benzersiz yapıtı salt edebiyatçıları değil, tüm sanat dallarını etkilemiştir. Bizim de “Çiçikov”umuz Kocakurt’tu işte! Şu farkla ki Çiçikov gibi hep aynı numarayı kullanmaz Kocakurt; yerine göre yöntem değiştirir. Bu da toplumun değişik kesimlerine giderek her defasında ayrı bir dolandırıcılık numarası kullanmak demekti. Renkler çoğalmıştı… Bence bir roman yazmak için bütün önkoşullar hazırdı. Hatta romanımın yayımlanma şansı da vardı biraz: Milliyet’in açtığı ilk roman yarışmasına bir olanak gözüyle bakıyordum. Evet, aldanmamışım… İlk romanla gelen önemli bir başarı. Kaç roman katılmıştı yarışmaya? Yarışmaya 312 romanın katıldığı açıklanmıştı. Müthiş bir birikim… “Kocakurt” bu yarışmada mansiyon kazandı ve Milliyet Yayınları tarafından 1976’da yayımlandı. Telif olarak verilen ücret de dolgundu, Fazıl’a yeni bir piyano aldım bu parayla… FETHİ NACİ’NİN YAZDIKLARI Şimdi Fethi Naci’nin Kocakurt için yazdığı yazıdan şu tümceleri anımsayalım: “Ahmet Say’ın ustalığı, Türkiye’nin ekonomiktoplumsal yapısı hakkındaki bilgisini bilgiçliğe kaçmadan vermesinde. Bunu yaparken mizah yeteneğini de ortaya koymuş oluyor. Nice önemli doğruları kısa bir cümle içinde verebiliyor; gereksiz açıklamalara girmiyor, okurun anlayışına güveniyor.” Bu tümcelerle Orhan Kemal’in öğütleri birebir örtüşüyor bence. Cemal Süreya da Kocakurt için şöyle yazıyordu: “Ahmet Say’ın yenilerde yayımlanan ilk romanı Kocakurt’la ayrı bir ilgi uyandıracağı kanısındayım. 1950 kuşağı, 1960 kuşağı öykücülerinde pek rastlanmayan bir humor’la, eğleniyle dolup taşan bir anlatımı var Ahmet Say’ın. Argoyu da çok güzel kullanıyor, öyle 2030 sözcüğün içine sıkışıp kalmıyor; şiirsel bir gerilim, içeriğe uygun bir anlatım kıvamı tutturuyor. Bu niteliğiyle Kocakurt’u bir solukta okuyup bitiriveriyorsunuz. Üstelik Ahmet Say’ın romanının gerisinde Türkiye’ye özgü tarihsel bir şema da var. Ahmet Say bir Brecht esprisiyle yaklaşıyor insanlara. Kocakurt’un serüveniyle Türkiye’nin son çeyrek yüzyılda uğradığı tarihsel değişimler arasında bağlar kuruyor.” Yapmak istediklerimi en yalın biçimde anlatan saptamalardı bunlar. Yerinde ve ustaca kullanılmayan argo, yapıtı bir çırpıda niteliksizleştirir inancındayım. Cemal Süreya’nın “Argoyu da çok güzel kullanıyor” yargısı için ne dersin? Argoya aşina isen yazarken havasına girebilirsin. Yazıya renk katar. Üstelik hapishanede tuttuğum notların da yararını gördüm… “Argo” deyip geçmeye lim, bu konuda ciltler yazılabilir… Her iki alıntıda ortak bir özellik dikkati çekiyor. “Mizah yeteneği” ya da “humor”. Bence Ahmet Say’ın edebiyatçı yönü açısından üzerinde özellikle durulması gereken bir özellik… Fethi Naci ve Cemal Süreya, yetkinliğiyle tanınmış iki edebiyat adamı konumundaydı. Kitaplarım yayımlandığında onlarla henüz tanışmıyordum. Sanıyorum onların ilk bakışta dikkatini çeken, benim kara mizaha kaçan buluşçu anlatımımdı. Cemal, “humor”un karşılığı olarak buna “eğleni” diyor, Fethi Naci ise düpedüz “mizah yeteneği”me değiniyordu. Bingöl’ün dağ köylerindeki insanların perişanlığını anlatırken “fakir fukara edebiyatı”na yönelmeden kimi yerde bir “eğleni havası” tutturmam, edebiyatımızda alışılmışın ötesindeydi. Aynı şekilde “Kocakurt” adlı romanımda hapishane yaşamının insanlığa aykırı, ağır, iğrenç koşullarını verirken neredeyse gülmece yazarlığına yakın bir kurgu ve anlatım yakalamıştım. FANTEZİLER YARATMAK... Anlattığın Kocakurt kişiliğine denk düşen bir anlatım biçimi başka türlü olamazdı gerçekte. Evet, Kocakurt” gibi bir romanda, BalzacDostoyevskiGorki çizgisinin form anlayışını uygulayacak değildim. Benim romanım bir fanteziydi, dolayısıyla klasik roman yapısından çok, özgür, uçarı bir form anlayışını gerektiriyordu. Atlamalı sıçramalı olabilirdi, ama zırva bir kurgu değil tabii... Her neyse, Cemal Süreya’nın dediği gibi “eğleni havasında” yazılan bir roman, kendisine uyan formu bulmakta zorlanmaz. Öyle oldu: Büyük ölçüde “geri dönüş” tekniğinden yararlandım ve sanırım Kocakurt gibi bir açıkgözün serüvenlerine uydu bu teknik… Yalnız Kocakurt romanı için değil, öykü anlayışımda da geçerli bu. Her iki yazı da beni oldukça yüreklendirmiştir. Tiyatro sanatındaki “acıklı güldürü” senin roman ve öykünde hümanist bir karşılığını buluyor diyebilir miyiz? Benim gözümde yazarlık, en ağır, ağdalı konularda bile fanteziler yaratmaktır. Nesnel gerçekliği herkes yazabilir. Bu yazılanlar okurları ağlatabilir de… Bence gerçekliği olduğu gibi yansıtmak pek marifet değildir. Marifet, yaşam içindeki gerçekliklerin çelişkilerini, yaşamın özündeki karşıtlıkları gösterebilmektir. Yazar, ağlanacak halimize güldürebilir… Bak dostum, “Bingöl Hikâyeleri” adlı kitabımı hemen her sınıf ve tabakadan Bingöllüler de okudu. Onlar da herkes gibi hassas insanlardır. Geleneklerine aykırı düşebilecek şeylerin, gerçek de olsa kendilerini incitecek doğruların yazılmasından hazzetmezler. Bingöllülerden bugüne değin hiçbir şikâyetle karşılaşmadım, tam tersine, beni arayarak teşekkür ettiler. Neden? Çünkü Kürt de olsalar, Nijeryalı, Çinli, Eskimo da olsalar insanlar için elimden gelen her şeyi yapmak istediğimi anlamışlardı… Senin edebiyatçı yönünde ağır basan hümanizm, nedense bana çoksesli müziğin insanlığa sağladığı hümanizmin uzantısı olarak geliyor. Kanımca bir müzik adamı olmandan kaynaklanıyor bu da. Düşünülebilir bir yargı… İşin içinde insan sevgisi varsa insanları bulunduğu ortamdan koparamazsın. Ortamıyla birlikte ele alacaksın insanoğlunu, çevresiyle birlikte değerlendireceksin. Ben Bingöl’ün yazını kışını, baharını güzünü, gününü gecesini, dağını ormanını, deresini gölünü, otunu çiçeğini, rüzgârını güneşini, ağacını yaprağını, ağıdını türküsünü, davulunu zurnasını, düğününü derneğini, dedesini bebesini yakından tanıdım ve hepsini çok sevdim. Rilke’nin dediği gibi, yaşamın bütün ayrıntılarına saygı gösterdim.… Dilersen öykücülüğüne dönelim şimdi… Peki… İlk kitabım “Kocakurt”, 1976 yılında yayımlanmasına karşın Bingöl Hikâyeleri’ni bir araya getiren kitabım ise 1980’de yine Milliyet Yayınları’ndan çıktı. Ancak ben 1970’li yıllarda dergilerde çıkan hikâyelerimle az çok tanınıyordum. Hatta bu yıllarda üç hikâye ödülü almıştım. Yani, roman yazmaya girişmeden önce dergilerde çok sayıda hikâyem yayımlanmıştı, neyleyim ki hikâye kitabım okurların eline romandan dört yıl sonra ulaştı. “İpek Halıya Ters Binen Kedi” adlı uzun bir epik hikâye olan kitabım ise 1982’de çıktı. Epik öykü kavramını, “İpek Halıya Ters Binen Kedi” adlı uzun öyküne uygulayış yöntemini açalım dilersen… Felsefi anlamıyla epik, diyalektik yöntemle yaratılmış eser demektir. Bertolt Brecht’in öncülük ettiği “epik tiyatro” kavrayışı, eseri “tez” ve “antitez” karşıtlığı üzerine kurgular, ama bununla da kalmayıp sahnede olan bitenle seyirci arasında da diyalektik ilişkiyi öngörür. Sahneseyirci karşıtlığını sağlamak için sahnede geçenlerin bir oyun olduğunu seyirciye sürekli olarak duyumsatır ve bu karşıtlık içinde seyircinin değerlendirme yapmasını sağlar. “Epik tiyatro”nun karşıtı, “dramatik tiyatro”dur. Bu ise sahnede gösterilen “tez” yoluyla seyirciyi etkilemek amacını güder. Öte yandan 20’nci yüzyılın “toplumcu gerçekçilik” denen sanat akımı, dramatik tiyatroda olduğu gibi sadece “tez” ile yetinmiştir. Bense Brecht’in “epik” kavrayışını benimsedim, hep onu savundum… Buradan “epik öykü”ye gelirsek? Şöyle düşündüm: Epik yöntem, tiyatroda olduğu gibi hikâyede de uygulanamaz mı? Bütün sorun, “tez”in karşısına bir “antitez” getirmek ve sonra da eserle okur arasında bir diyalektik bağ kurmak değil miydi? Kırk beş yaşındaydım bunu düşündüğümde, çocuk değildim. Bu tür bir yapıt belki dünyada ilkti, belki de değildi. Her neyse, Türkiye’de bir “ilk”i başarmak da önemliydi… Peki, bu diyalektik bağıntıyı öykünde nasıl kurdun? Kolay: Bu hikâyede amacım “Ticaret” olgusunun özünde ne olduğunu, nasıl olduğunu göstermekti. Bunun için hi¥ Epik yöntem, tiyatroda olduğu gibi hikâyede de uygulanamaz mı? Bütün sorun, “tez”in karşısına bir “antitez” getirmek ve sonra da eserle okur arasında bir diyalektik bağ kurmak değil miydi? Kırk beş yaşındaydım bunu düşündüğümde, çocuk değildim. Bu tür bir yapıt belki dünyada ilkti, belki de değildi. Her neyse, Türkiye’de bir “ilk”i başarmak da önemliydi… SAYFA 9
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle