22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ dum bir taraftan, bir taraftan da Orhan Kemal’vari, toplumu işleyen, gerçekçi hikâyeler yazıyordum. On beşyirmi hikâye yazdım bu şekilde. Bu nedenle, bir düzyazı geleneğim var. Şiire asıl başladığımda üniversite birinci veya ikinci sınıf öğrencisiydim. Düzyazı yazmamda dergicilikle uğraşmış olmamın da büyük payı var. Üç Çiçek dergisini çıkardık, birkaç sayı sürmüş de olsa. Sonra Şiiratı’nı çıkardık. O dergiler için editörlük yapıyordum, yazılar yazıyordum. Düzyazı yazmamın temelinde şu da var: Ben, gerek kendi kuşağımdaki şairleri, gerek bizden sonraki arkadaşları, bizden öncekileri zaten hiç saymıyorum, çok seviyorum. Tuğrul (Tanyol) bana hep, “Sen şairseversin” der. Sevmediğim çok az, biriki isim vardır. İşte bir de bu sevgiyi göstermek için yazılar yazdım. Bir dönem Cumhuriyet Kitap’ta her hafta bir yazım çıkardı neredeyse. Sonra dergilerde filan derken alışkanlık haline geldi, yazmadan duramadım. Bir arkadaşım hakkında yazmışken bir diğeri hakkında yazmamak da olmuyordu. Ancak asıl düzyazılarım, söz ettiğiniz Düzyazı: 100 Yazı kitabındadır. Ben o yazıları, şimdi aylık çıkan, o zamanlar haftalıktı, Ekspres dergisinde yazmaya başladım. Yoğun olarak reklamcılık yaptığım yıllardı. Bir ara, çok mu bunalmıştım bilmem, kış ortasında bir hafta izin aldım. Eve kapandım ve bir haftada on üç tane yazı yazdım. Nereden geldi, niye yazdım, gerçekten bilmiyorum. Hepsi de uzun yazılar. Ardından Ekspres’i çıkaran arkadaşlarla karşılaştım. Yazılardan söz ettim, yayımlar mısınız, dedim. Bakalım, dediler. Yayımladılar. Adını Düzyazı: 100 Yazı koymuştum ama, yüz tane yazacağıma dair hiç umudum yoktu. Bir maraton gibi her hafta yazdım. O bittikten sonra da, dediğim gibi bir alışkanlık oldu, gazetelerde yazmaya başladım. Bir söyleşinizde şairlerin görünme biçimlerinden biri olduğu için düzyazıya tercih ettiğini dile getirmişsiniz. Sizin tercihinizin nedeni de aynı mı? Bir konuda başkaları için sebepler bulurken, kendimi dışarda tutmam. Ben de onların içindeyimdir. Kendime şair demem ama, tırnak içinde, şair diyorsam, o zaman ben de dahilimdir. Şunu da söyledim: Düzyazı yazmanın iyi tarafı, şiir yazmayı azaltması. Fazla şiir yazmayı engellemesi. Çünkü fazla şiir yazmak da kötü, tabii kendini yeterli görmüyorsan. Ben de kendimi yeterli görmüyorum. Neden kendinizi yeterli düzeye taşımak için çabalamıyorsunuz? Bu hayatla ilgili bir tutum. Reklam yazarı olarak da kendimi yetkin görmedim, yetkinleştirmeye de çalışmadım. Biraz beyhudelik var bende. Hayatta faydasız işler yapmak isteği var. Roman yazsaydım, çok satar mıydı bilmiyorum ama, hiç olmazsa şiirin getirdiğinden daha fazla para kazanabilirdim. Daha fazla satabilirdim. Fakat ben şiir ve deneme gibi umarsız şeylerin peşinden gitmeyi seçtim. İkisi de en az okunan türler, en az satan türler. Hem zaten, şiiri çok iyi yazanlar, çok iyi şairler var, Türk şiirinde veya dünya şiirinde. Onları okumak bana çok iyi geliyor. Ben nihayetinde, onlara saygımı belirtmek için yazıyorum. Onların yanında olmak, onlarla birlikte olmak için yazıyorum. Sevdiğim şairlerin önemli bir kısmını İkinci Yeniciler oluşturur. Benim ustalarım onlardır. Onların çoğunu yakından tanımak şansına eriştim: Ece Ayhan’ı, Cemal Ağabey’i (Süreya), İlhan Berk’i... CUMHURİYET KİTAP SAYI 947 Onlarla birlikte şiir yayımlamak hoşuma gidiyor ve bana yetiyor. Eskiden Galata Köprüsü’nde, üstünde “Şiir Yazarı Şair” yazan çantasıyla şiir satan biri vardı. Köprü altında bira içerken ondan 2.5 liraya, 5 liraya şiirler alırdık. Çok hoşuma giderdi o. Ben de kendimi öyle görüyorum, şiir yazarı olarak. Şair olmak başka bir şey. Şair benim için ‘veli’dir. Epey yüksek bir mertebededir ve çok az şair vardır. Biraz daha yaş aldıkça, yazdıklarımla başkalarının yazdıklarını kıyasladıkça, onlar şairse bana şair demek haksızlık olur diye düşünüyorum. Gençliğimde de böyle düşünürdüm gerçi. Belki biriki söyleşide farklı yönde konuşmuş olabilirim. Ama genel olarak söylediklerime ve yazdıklarıma bakıldığında, böyle düşündüğüm görülür. Böyle inanıyorum, böyle yaşıyorum çünkü. SİNEMA, SERGİLER VE TAŞRA Bir sinemasever olduğunuzu, festivalleri de mümkün mertebe takip eden çok iyi bir sinema izleyicisi olduğunuzu biliyorum. Hal böyleyken sinema, ne içerik ne de teknik niteliklerinin yansımasıyla biçimsel olarak neredeyse hiç yer almıyor şiirlerinizde. Neden? Üzgün Kediler Gazeli’nde On Dakika Ara adlı bir bölüm var. Üç uzun şiirlik bir bölüm... Filmlerden yola çıkarak yazdığım şiirler onlar. O kadar çok sevdiğim film var ki, her gün bir tane şiir yazmam gerekir neredeyse. Bu nedenle devam ettirmedim o bölümü. Olabilirse bir ara, On Dakika Ara’yı sürdürüp çok sevdiğim filmlerden yola çıkarak şiirler yazmak istiyorum. Ama onun dışında sinema, sadece bir haz veriyor bana. Hiçbir şeyine karışmadan, hiçbir şeyiyle uğraşmadan koltuğa oturuyorsun ve mükemmel bir şey izliyorsun. Şiir yazarken, yazdığın şiirin çilesini çekiyorsun. Bir de genel olarak, bir şiiri çok kere yazarım: beş kere, on kere, yirmi kere... Hal böyleyken sinemadan aldığım hazzı gölgelemek istemem. Yirmi yıl boyunca belki on binlerce reklam senaryosu yazdım, reklamcılıkla uğraşırken. Bunun verdiği bir yorgunluk, bıkkınlık da olabilir. Bienalleri, sergileri ve genel olarak gezmeyi seven bir şairsiniz de aynı zamanda. Fakat şiirlerinizden bu gezilerinizden izlenimlere ve bugüne rastlamak pek mümkün değil. Daha çok geçmişi, geçmişin size duyurduklarını aktarıyorsunuz. Neden? Belki başka bir ülkede ve başka bir dönemde yaşıyor olsaydım, bugünü yazmak mümkün olabilirdi. Bizim ülkemizde kırılma çok keskin oldu. Küreselleşme, Sovyetler’in yıkılması bütün dünyayı etkiledi, ama bizde faşist ve gerici sayısı her zaman yüksek olduğu için, iyice bir sağa kayış oldu. Bırakalım solu, sosyalistleri, sosyal demokrat bile kalmadı. Sonuç olarak ister istemez biraz “muhafazakâr” olNar/ Haydar Ergülen/ Merdum. Başka anlamda bir muhafazakârlık bu. ‘80’den “Bebeğimizin cinsiyeti belli olduğunda da karım, kimse inanmıyor ilk onun kez Kitaplar/238 s Düzyazı: 100 Yazı/ Haydar önce sahip olduğum değer söylediğine, adını Nar koyalım dedi. Benim hiç aklıma gelmemişti, düşünmemiştim bile. İsim konusunda da epey çalışma yapıp ilk baştakine döndük lerde kalmayı tercih ettim. Ergülen/ Merkez Kitaplar/ yine ve kızımıza Nar dedik” diyor Haydar Ergülen kızının isim koyma öyküÇünkü oradan buraya geldi sünü anlatırken... 338 s. ğinde, zaten yazacak bir şey yok ortada. Dayanışma ruhu yok, arkadaşlık yok, yoldaşlık yok. Bendeki vefa duygusu, hep o yoldaşlığa dayanır. ‘80 şiiriyle ilgili çok söyleşi yapıldı benimle. Beni ‘80 şiirinin temsilcisi olarak gösterirler. Bazısı şefi olarak gösterir, bazısı muhtarı olarak. ‘80 şiirinin temsilcisi filan değilim. Bunu hem kabul etmem, hem de hazzetmem bundan. O söyleşilerde şunu söyledim: ‘80 şairlerinin bir kısmı gelenekçi yoldan gitti, bir kısmı da İkinci Yeni’nin izinden. Ben İkinci Yeni’nin izinden gidenlerdenim. Biz o şiire hiçbir şey katmadık. Öyle iyi bir şiir ki İkinci Yeni şiiri, uzun yıllar o kadar iyi şiir yazılabileceğini ve İkinci Yeni’nin aşılabileceğini düşünmüyorum. İşte ‘80’li yıllardan geriye hiçbir şey kalmasa bile, ne bir şair, ne bir şiir, hiçbir şey kalmasa bile; yoldaşlık duygusu var. Bunun şiirle bir ilgisi var mı yok mu, benim için hiç önemli değil. Önemli olan arkadaşlık duygusudur, vefadır. Bu yüzden, geçmişe saplanıp kaldığımı söyleyebilirsiniz. Ben, kendim için “sol muhafazakâr”ım diyebilirim. Doğrudur. Taşranın ve Eskişehir’in şiirini yazdınız, yazıyorsunuz. Bu ağırlıklı eğilimin nedeni nedir? Benim anayurdum çocukluğumdur. İnsan zamanla anlıyor, bir şehrin kendini nasıl etkilediğini. Yirmi yaşında anlayamıyorsun belki ama kırk yaşında anlıyorsun. O andan itibaren geriye dönüyorsun. Özellikle Eskişehir ve Ankara, benim için çok önemli. Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği yerler oralar ve tabii ‘80 öncesinde yaşadığım yerler. İstanbul’a gelmek bir anlamda sosyalizmden liberalizme geçmek gibi bir duygu verdi bana. Reklam ajansına geldim çünkü, reklam yazarlığı yapmaya başla dım. Şiirin hayatımdaki yeri hafifledi. Kafamda öyle olmasa bile yaşamımda öyle oldu. Reklamcılığın da baskısıyla eskiye döndüm. Eskiden yaşadığım yerlere döndüm. Bir de Eskişehir’i sakinliğin başkenti olarak gördüğüm için önemserim. Geçmişte de sakindi, şimdi de sakin.. Şiirlerinizde naif denilebilecek bir mizah kullanıyorsunuz. İroniye dikkat ettiğiniz de görülüyor. Bu özenin nedeni nedir? Bir sorunuzu yanıtlarken, “Yazmış bulunduğum için yazıyorum” demiştim ya, o durum zaten yeterince ironik, onu anlatan şiir de ironik oluyor ister istemez. Benim ilk şiirlerimde de vardır ironi. Bunda kuşkusuz, sosyoloji öğrencisi olmanın da payı vardır. Giderek sosyolojik olgulardan çıkıyor, tamamen hayatla, insanla ilişkili bir hale geliyor ve doğallaşıyor, doğaçlama bir hal alıyor, naifleşiyor ironi. Artık siz istemeseniz de, bir şey kastetmeseniz de o şekilde yazılmaya başlanıyor. Başkaları olgunlaşma der ama, ben yaşlanma, ihtiyarlama diyorum. Kızınıza isim de olan ‘nar’ın sizin için bunca önemi nedir? Bir defa nar, bizim kültürümüzde çok yer etmiş bir imgedir. Bolluktur, berekettir. Sonra biçim olarak da nar, çok güzeldir. Tasavvuf anlamında bize getirisi olmuştur. Özellikle Alevi tasavvufunda önemli bir yeri vardır. Nar, birliğin içindeki çokluk ve çokluğun içindeki birliktir. Tıpkı istediğim Türkiye gibi. Karım İdil’le evlenirken, on iki yıl önce, ikimiz de reklam yazarıydık. Epey kafa patlattık, nikâhta ne dağıtalım diye. Reklamcılıkta her zaman, ilk bulduğun fikre geri dönersin. Bizde de öyle oldu: Nar dağıtalım demiştik, sonra başka şeyler de düşünüp narda karar kıldık. Ekimin sonunda evlenmiştik. Birkaç kasa nar aldık halden. Eminönü’nden kesekâğıtları aldık. Bir de küçük kâğıt ekledik: “Biz yandık aşkın nârına”. Bir sene sonra ben 40 Şiir ve Bir...’i yazdım. Orada da bir Nar şiiri vardı. Derken öyle öyle nar imgesi gelişti. Bebeğimizin cinsiyeti belli olduğunda da karım, kimse inanmıyor ilk onun söylediğine, adını Nar koyalım dedi. Benim hiç aklıma gelmemişti, düşünmemiştim bile. İsim konusunda da epey çalışma yapıp ilk baştakine döndük yine ve kızımıza Nar dedik. Çok yaşlı bir anneannem var. 92 yaşında. Eskişehir’de yaşıyor. Epey hastaydı, şimdi biraz daha iyi. Annem de onun yanında kalıyor. Bir gün annem, televizyon kanallarının birinde beni görmüş, “Bak” demiş, “Haydar çıktı”. Anneannem de, “Biliyorum biliyorum, Nar’ın babası” demiş. Bu çok hoşuma gitti ve öbür kitaplarda gayet uzun olan biyografimi kısaltıp sadece “Nar’ın babası” yazmaya karar verdim. Şimdi sadece doğum tarihim, doğum yerim ve mezun olduğum üniversite ile “Nar’ın babası” yazıyor biyografimde. ? SAYFA 15
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle