Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ahmet Say ile yazarlık serüveni üzerine… ‘Yazarlıktaki ilk öğretmenim Orhan Kemal’ Müzik yazarı olarak yayımladığı kitaplar ve eleştiri yazılarıyla tanınan Ahmet Say, Eylül 2007’de Evrensel Basım Yayın’ın yeni basımını yaptığı roman ve hikâyeleriyle edebiyatçı kimliğini yeniden sergiledi: “Güneşin Savrulduğu Yerden”, “İpek Halıya Ters Binen Kedi” başlıklı hikâye kitapları ve “Kocakurt” adlı romanıyla dört edebiyat ödülü bulunan Ahmet Say ile onun yakın dostu, şair, denemeci, eleştirmen ve ressam Turgay Gönenç’in yaptığı söyleşiyi sunuyoruz. açılmışken, gerçekten ilginç ve şaşırtıcı bir olay geliyor usuma. “Çağdaş Eleştiri” dergisinin Aralık 1982 sayısında, Garcia Marquez’in ‘Yazın ve Yorum’unun çevirisi yayımlanmıştı. Marquez, genelde edebiyat öğretmenleri ile yapıtlarının yorumlarını eleştiriyordu. Yazıda: “Barcelonalı iki eleştirmenin de ‘Başkan Babanın Sonbaharı’ ile Bela Bartok’un 3. Piyano Konçertosu’nun aynı yapıda olduklarını keşfetmeleri beni şaşırttı. Bu buluş, Bela Bartok’a ve özellikle de onun bu konçertosuna olan hayranlığım nedeniyle beni çok sevindirdi. Ama bu iki eleştirmenin yakıştırmalarını şimdi bile anlamış değilim” diyor. Müzik ve edebiyat ilişkileri açısından üzerinde durulması gereken bir yazıydı o bence. Yazının tümünü okumak isterim. Örneklediğin alıntı gerçekten ilginç ve şaşırtıcı. Almanya’dan yurda dönünce Bingöl’de öğretmenliğe başlıyorsun. Aynı zamanda halk eğitimcisi, folklorcu olarak çalışan, türkü, ağıt, masal, destanlar derleyen bir Ahmet Say var karşımızda. Bir bakıma folklorun ve edebiyatın birlikte yoğunlaştığı yıllar. Bu aşamada “Bingöl Hikâyeleri”nin başlangıcı ya da oluşumundan söz edebilir miyiz? Bir İstanbul çocuğu olmama karşın, çok değer verdiğim etnomüzikolojik düşüncelerle Almanya’dan sıçradığım gibi Bingöl’e kondum. Bu ilimize gittiğimde 25 yaşındaydım. Yıl 1960’tı. Sonra orada üç yıl öğretmen, halk eğitimcisi, amatör folklorcu olarak çalıştım. O yıllarda Türkiye’de pilli teyp yalnız bende vardı, onunla kayıtlar yapıyor, türkü, ağıt, masal ve destanlar derliyordum. Hayatımın en mutlu yıllarıydı. Amatör bir folklorcu için Bingöl’deki dağ köylerinden daha uygun, el değmemiş, otantik yöre düşünülemezdi. Dünyanın en çarpıcı doğa güzelliklerinin içindeydim ve yoksul ama dürüst, içi dışı bir, çocuk saflığında insanların arasındaydım. İlk gençlik yıllarımdan beri yazmak için arayıp da bulamadığım etkileyici, çarpıcı olaylarla dolu bir yaşamın içindeydim artık. Bingöl beni doğasıyla, insanlarıyla, folkloruyla, görüp yaşadıklarımla derinden etkiledi. AĞAÇ GİBİ OLGUNLAŞMAK Bingöl’den sonra yine İstanbul. Nasıl bir ayrılış ve nasıl bir kavuşmaydı bu? İstanbul’a döndüğümde, Bingöl’ü önüme gelen her arkadaşa anlatıyordum. Bu anlattıklarımı hepsi de hayretle, ilgiyle dinliyordu. Şevki Akşit Ağabeyim, tuttu beni Orhan Kemal ile tanıştırdı, izlenimlerimi bir de ona anlatmamı sağladı. Orhan Kemal, anlattıklarımı ilgiyle dinledi, “Bunları yazsana” dedi. “Yazmak istiyorum, ama nasıl yazacağımı bilmiyorum” dedim. “Düpedüz yaz. Bana anlattığın gibi yaz, ama sakın edebiyat paralamaya kalkma” dedi. Yazarlıkta ilk öğretmenin Orhan Kemal oluyor böylece… Evet, ama asıl önemli olan Orhan Kemal’in beni yüreklendirmesiydi. Gereksiz, yapay süslemelerle edebiyat paralamaktan kaçınmak gerektiği, yalın ama içten gelen güçlü bir anlatımın yettiği, asıl bildirinin “içerik”ten kaynaklandığı gibi düşüncelerim pekişmişti. Öte yandan kendi stilimi de geliştirmek zorun ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 947 Ë Turgay GÖNENÇ hmet Say’ın yazarlık sürecini incelediğimizde, başlangıcı edebiyatın oluşturduğu görülüyor. Küçük yaşta özel derslerle piyanoya başlayan, 1945 yılında (on yaşında) İstanbul Belediye Konservatuvarı’na giren, ama 1950 yılında ayrılarak İstanbul Erkek Lisesi’ndeki öğrenimini sürdüren Ahmet Say ile başlayalım dilersen. Edebiyat tutkusu, yazarlık serüveni, genelde lise döneminde başlardı o yıllarda. Sanırım senin için de geçerli bu olgu. Edebiyat tutkusu açısından geçerli. Yazmaya başlama açısından ise hayır. Yazmaya oldukça geç, 30 yaşından sonra başladım diyebilirim. İlk gençlik yıllarımda yazar olmak için gerekli donanımlara yeterince sahip bulunmadığımı söylemeliyim. Benim kuşağımdaki edebiyatçıların yazarlığa soyunmaları genelde lise öğrenciliği yıllarıdır. Bana gelince, edebiyata ilgiyi, gerçek anlamda bir “okuma uğraşı” olarak gördüm ve 14 yaşında tutkuyla roman okumaya başladım. İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyan sınıf arkadaşlarımın da çoğu edebiyat tutkunuydu: Bunlar arasında Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Önay Sözer, Cengiz Bektaş vardı… Böyle bir arkadaş çevresi ile edebiyat tutkusu, okuma uğraşı giderek güçleniyor. Benim açımdan bu her zaman geçerli olmuştur. Bu denli bir edebiyat tutkusuna karşın senin yazarlığını geciktiren etken neydi? Rilke, yazarlığın önkoşullarını açık seçik belirtirken şöyle der: “Edebiyata saygı, kendine saygı, hayata saygı”… Edebiyat kültürü ve özgüven yönlerinden pek kötü değildim, ama bu yıllarda yaşadığım şeylerin beni yazmaya zorlayacak kadar güçlü olmadığı açıktı… Dilersen lise yılları sonrasına gelelim: 19541960 arasında Almanya’da basın SAYFA 8 A ve yayın öğrenimi gördüğün yıllara kısaca değinir misin? 1954 YILININ ALMANYA’SI 1954 yılında Almanya’ya gittiğimde, savaşın ve Hitler rejiminin yıkımından sıyrılmaya çalışan, yılgın, yoksul bir ülke ile karşılaştım. Bu ülke sanki Goethe’nin, Beethoven’in, Nietsche’nin, Thomas Mann’ın, Brecht’in Almanya’sı değildi. Böyle bir durağan toplumda beni yazmaya özendirecek herhangi bir kıpırtı, renk yoktu, ya da tekdüze öğrencilik yaşamımda ben o renklere rastlayamıyordum. Bir süre sonra Almanları şöyle görmeye başlamıştım: “Kızları iyidir, ötesini bilmiyorum.” Bu son tümce aşkları çağrıştırıyor bana. Üniversite yıllarının o farklı aşklarını… Gerçek anlamda aşklar mıydı acaba? Çorap değiştirir gibi kız arkadaş değiştiriyordum. Kimileriyle aşklar da yaşadım. Ama nedense hepsi geçici aşklardı. Bir keresinde bak ne oldu: Ursula adlı kız arkadaşım, akşamları benim tavan arası odama gelirken evin köpeğini de getiriyordu. Sevimli bir köpekti; ama odanın içinde nereye gitsek peşimizi bırakmıyordu. Sonunda başkaldırıp, “Ya ben, ya köpek” dedim. Kızcağız aldı köpeğini gitti. Bir daha da gelmedi… Çocukluk yıllarında özel piyano dersleri, konservatuvar öğrenciği ile yaşamına giren müzik, Almanya yıllarında yeni den, ama farklı bir boyutta ve dalda yaşamına giriyor. Bir bakıma bugünkü müzik yazarı Ahmet Say’ın başlangıcına değinir misin? Yaklaşık altı yıllık Almanya yaşantımdaki kazanımların başında, Herr Köhler’den öğrendiklerim gelir. Ben onun evinin bir odasında dört yıl pansiyoner olarak kaldım. Emekli bir müzikolog ve orkestra şefi olarak tanıdığım bu yaşlı adamla müzik üzerine yaptığımız tartışmalarda zayıf kalmamak için okuduğum müzikoloji kitapları, bana bu alanda giderek olgunlaşan bilgiler kazandırmıştı. Küçük yaşlarda üç yıl aldığım piyano dersleri ve daha sonra konservatuvarda okuduğum yıllar nedeniyle müziğe uzak birisi değildim. Ayrıca Almanya’da dinlediğim konserler, televizyonda izlediğim programlar, müziğe olan yakınlığımı pekiştirmişti… Herr Köhler ile olan söyleşilerinizin yoğunlaştığı konulara değinir misin? Herr Köhler ile müzikoloji üzerine yaptığımız söyleşilerin, giderek Hindemith ve Bartok konusunda yoğunlaştığını anımsıyorum. Salt “söyleşi” demek eksik kalır bence. Kimi zaman söyleşiden çok tartışma niteliğine dönüşüyordu konuşmalarımız. O ne kadar Hindemith’ten yana ise ben de o kadar sıkı bir Bartok hayranıydım. Macar besteci Bartok, etnomüzikolog yönüyle 1920’li, 1930’lu yıllarda Karpat Dağları’nda, Kuzey Afrika’da, hatta Türkiye’de halk müziğinin köklerine inen araştırmalar yaptığı için, bana bütün çağdaş bestecilerden daha yakın görünüyordu. Çağdaş besteciler arasında Bela Bartok’un müziğinin, üniversite yıllarından başlayarak, bende de çok farklı bir yeri olmuştur. Sanırım Hindemith ve Bartok konusunda seninle aynı düşünce ve duyarlıkları paylaşıyoruz. Söz Bartok’tan