20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Hangi sanat dalı olursa olsun her sanatçının kendine özgü bir “kişisel stil”i vardır. Onun üzerinde bir “ulusal stil” olduğunu da düşünüyorum. Ulusal stil kapsamında en çok etkilendiğim yazarlar, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’dir. Aslında Yaşar Kemal de benim gibi folklorcudur. O da ağıtlar, destanlar derlemiştir. ¥ kâyenin kahramanı, bir malı yüzde yirmi beş kârla satmak yerine, bir malı alıp götürürken yerine fiyatının yüzde yirmi beş eksiğini bırakıyordu. Şöyle soralım: 100 akçe eden bir malı 75’ten alıp 100’e satmak nasıl yasal ise, bu malı cebe atarken yerine 75 akçe bırakmak neden yasal olmasın? Benim kahramanım işte bu ikincisini yapıyordu. Ama bir gece yakayı ele verince ortaya garip bir durum çıkar: İşini dürüstlükle yaparak kuyumcudan aldığı parçaların parasını yüzde 25 eksiğiyle bıraktığı halde, “Hırsız” olabileceği ileri sürülür. Acaba tüccar mıydı hırsız mı? Hikâye işte bu karşıtlık üzerine kurularak geliştirildi. MASALSI ANLATIM Epik kavrayışın başta gelen öğelerinden olan “yabancılaşma”, öykünde karşılığını nasıl buluyor? Okur, gelişen olayların akışına kapılıp gitmesin diye birçok yabancılaştırma öğesi kullandım. Bunların başında kahramanın herhangi bir “kedi” olması gelir. Ve hikâye boyunca gerek anlatımda gerek kurguda masal öğelerine yer verdim. “Ticaret” olgusu yaklaşık yedi bin yıllık bir “iş alanı” olduğu için, hikâyede zaman ve mekân kavramlarının adını vermedim. Ayrıca, “lira, dolar” gibi para birimi adlarını dışladım, onun yerine “akçe, altın” gibi birimler kullandım. Bütün bunları hikâyenin masalsı anlatımı içinde yedirdim. “İpek Halıya Ters Binen Kedi” sence gerçek anlamda okuruna ulaşabildi mi? Tanıdığım aydın dostlar beğendi kitabı. Anlatımın canlı ve esprili olması, yabancı bir dile çevrilmesine de yol açtı: Almanya’da üniversitede öğretim üyesi olan Armağan Ok adlı bir fizikçimiz, tatil için Türkiye’ye geldiğinde bir yığın kitap götürmüş oraya. Bunların arasında benim “Kedi” de varmış. Armağan Ok ve dilbilimci eşi Erika Greber “Kedi”yi Almanca’ya çevirmeye karar vermişler. Benden izin istediler, sevindim. Kitap 1985’te Berlin’de Express Verlag Yayınları arasında çıktı ve Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Süddeutsche Zeitung’da “Kedi”yi öven bir yazı yayımlandı… “Kedi”nin tiyatroya uyarlanarak Almanya’da sahneleneceği yolunda haberler çıkmıştı o yıllarda. Evet. Tam anlamıyla “Brechtian” olan bu eseri Brecht’in kurduğu ünlü “Berliner Ensemble” tiyatrosu sahnelemek istiyordu, ama Demokratik Alman Cumhuriyeti bu yıllarda çok yönlü bunalımlar içindeydi. Nitekim rejim yıkılıverdi, ben de “Kedi”nin sahnelenme projesini bütünüyle gözden çıkardım. Çünkü Türkiye’deki umudum Vasıf Öngören’i de yitirmiştik. Peki, bütün bu söylediklerin yanında öyküde “Form ve Kurgu” sorununa nasıl yaklaşıyorsun? Hikâyede form sorunsalı, yazarın elini kolunu bağlayacak kadar kurallara bağlı sayılamaz. Klasik roman kavrayışında belirgin, büyük bir yapı, romanın akışını kapsayan hatırı sayılır bir çatı vardır, ama hikâyedeki klasik form, plastik sanatlarda, hatta müzikte olduğu gibi bağlayıcı SAYFA 10 değildir. Kaldı ki çağdaş sanat anlayışında form sorunsalı bütün sanat dallarında aşılmış, kurallar geride bırakılmıştır. Oysa çağdaş hikâye anlayışında bile, kişilerin ve olayların örgüsüne ilişkin akla mantığa sığan bir kurgu akışı, hatta bir “final” vardır. Hikâyeci çalışırken bu akışın neresine geldiğini, hikâyenin nerede ve nasıl sona ereceğini bilir. Neyse, laf kalabalığı yapmayalım. Mozart üzerine düzenlenen bir açık oturumda Fazıl’ın söylediği gibidir bu iş: “Bunlar lafla anlatılmaz, getirin piyanoyu, çalıp örnekleyerek size açıklayayım…” “Çağdaş Sanat” derslerimi anlatırken, öğrencilerime sıkça yinelediğim bir tümce vardı: “Ne kadar usta sanatçı varsa o kadar farklı biçem vardır.” Katılıyor musun bu yargıya? Evet, şöyle söyleyeyim: Hangi sanat dalı olursa olsun her sanatçının kendine özgü bir “kişisel stil”i vardır. Onun üzerinde bir “ulusal stil” olduğunu da düşünüyorum. Ulusal stil kapsamında en çok etkilendiğim yazarlar, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’dir. Aslında Yaşar Kemal de benim gibi folklorcudur. O da ağıtlar, destanlar derlemiştir. Çukurovalı bir yazarın doğa betimlemeleri ile İstanbullu bir yazarın Bingöl doğasını anlatan betimlemeleri arasındaki fark, Çukurovalı ile İstanbullu arasındaki fark kadardır. Yanlış anlaşılmasın, Çukurovalıyı ya da İstanbulluyu küçümsemiyorum. Özellikle doğa betimlemeleri yoluyla Yaşar Kemal, edebiyatımıza bir botanikçi gibi belki yüzlerce bitki adı armağan etmiştir. İstanbul’un Burgazada’sından Sait Faik ise betimlemelerinde sıradan bir nesneyi, örneğin bir kediyi anlatırken çok incelikli bir öznel değerlendirmeye ulaşabilmiştir. Ben yukarıda belirttiğim yazarların hepsinden, hatta yabancı yazarlardan, en çok da Rus edebiyatından yararlandım. Öte yandan, betimleme çalışmalarında pek yapılmamış bir yol tutarak bazı nesneleri insanlaştırdım: Benim hikâyelerimde “Ali” adında arkadaş bir dağ vardır. Yüzündeki bıçak izi soylu bir görünüş vermiştir ona. Ali bana dünyanın “yaratılış” öyküsünü anlatır, dağların yaratılışının… Kimi zaman da kocaman dağ çiçekleriyle selamlaşırım, hal hatır sorar, onlarla dertleşirim. Menekşeler ise eğilerek sulara aşkını anlatır, ben onların dilini anlarım… Uçurumun tepesinden bakınca dere, ince belli bir gelindir… Derenin dibindeki kobalt mavisi taşlar, eğilip bükülen, dans eden yosunlara derdini döker hikâyelerimde… Ama bir sanatçı için en önemli sorun, içerik ve biçem arasındaki uyumdur. İçeriğe denk düşmeyen bir biçem, içeriği de yok eder. Bunun sonucunda bir sanat yapıtından söz edemeyiz artık. Ustalık o açmaza düşmemekle başlıyor. Hikâyelerinde halk şiirinden izler görülüyor. Gerçekte çok özen gösterilmese yazarı başarısızlığa götürebilecek bir olgu. Bu konuda söylemek istediğin neler var? Hikâyelerimde halk şiirinden alınmış dizeleri, söyleyişleri, ya da bunların benzetmeli biçimlerini yeri geldikçe kullan dım. Bu iş kolay değildir. Yerinde kullanılmazsa en parlak dize bile sırıtır; hatta daha çok sırıtır, “Ben buraya zorlanarak yapıştırıldım” diye bağırır. “Güneşin Savrulduğu Yerden” başlıklı Bingöl hikâyelerinde, saf haliyle ya da benzetmeli biçimiyle çoğunluğu doğu yöresinden yüzlerce halk şiiri öğesinden yararlandım. Ama bunları metne yedirerek kullandım. Çünkü düzyazı anlatımında öyle birdenbire şiir kullanılamaz. Düzyazı bunu kusar. Bu nedenle halk söyleyişinin monte edileceği yerin hazırlanmış olması gerekir. Bu hazırlık, dizeyi oraya zaten kendiliğinden getirir: Kendini kaptırmış yazarken aklına mesela Ercişli Emrah’tan bir dize geliverir, tam da yerine oturur… Salt halk şiirinden değil, genelde halk edebiyatından yararlanan bir Ahmet Say’dan söz edebiliriz bence. Olabilir: Kimi hikâyelerim doğrudan doğruya türkü, destan, masal konularından alınmıştır. “Cumo ile Kutey” ve “Dinleyelim Dağ Başında Figanı” başlıklı hikâyeler bu cinstendir. “Görizli Mehmet Şerif Efendi” adlı hikâyemde ise deve ve aslan figürlerini içeren bir mesel yer alır… Bingöl Hikâyeleri kitabında bütünlüğü sağlayan nedir? Kitapta yer alan hikâyelerin hem aynı yöreden kaynaklanması hem kişisel stil bakımından bütünlük sergilemesi doğaldır. Zaten onun için “Bingöl Hikâyeleri” gibi bir “şemsiye başlık” kullanıldı. Bir de şunu yaptım: Hikâyeler arasındaki bütünlüğü pekiştirmek için kitabın başına bir “Giriş” koydum. Bu “Giriş” yazısı da bir hikâyedir: Kitaptaki hikâyelerden seçtiğim alıntılardan bir kolaj (yapıştırma) çalışmasıyla oluşturdum bu hikâyeyi. Bu bir müzik parçası olsaydı “Prelüd” diyebilirdik ona… TÜRKİYE YAZILARI DERGİSİ Döneminde geniş ilgi uyandıran Türkiye Yazıları dergisinin kapanışı üzerinde duralım dilersen. Türkiye’de 1980’li yıllar benim gözümde hem acıklı hem gülünçtü. Ortalamasını alırsan imambayıldı üzerine vişne reçeli dökülmüş gibi bir şey… 12 Eylül darbesi, 6 yıldan beri yayımladığım aylık edebiyat dergisi “Türkiye Yazıları”nın yayınını durdurmaya götürmüştü beni. Evet, kapattım dergiyi… Türkiye Yazıları’nın benim için önemi, ilk sayısından başlayarak bir süre ressamlar üzerine şiirler yayımlamam… Özellikle, Nedim Günsür, Neşet Günal, Nuri İyem şiirleri bugün çağdaş sanat müzesi yanında internet ortamında karşımızda. Ama daha da önemlisi seninle başlattığı dostluk. Neden kapattın dergiyi? Söz getiremezsen bir dergiyi neden çıkaracaksın? Edebiyata getirip bir şeyler söylemeye çalışınca bu kez de itiyle mitiyle mi uğraşacaksın? En kötü sansür, otosansürdür. Kendimi sansür etmemek için kapattım dergiyi… İşte bu noktada edebiyat çalışmalarını sürdürüp sürdürmeme konusunu da çok düşündüm. Uzun sözün kısası, edebiyat sanatında ulusal çerçevede kıvranıp durmak yerine, uluslararası bir dil olan müzik sanatında oğlum Fazıl’ı desteklemeyi yerinde buldum. Yanılmamışım. Bu biraz da benim yanlış ata oynamadığımı gösterir… Ve ardından başlayan müzik yazarlığı. Bu süreci özetler misin? Müzik yazarlığında ilk geniş çalışmam, 4 ciltten oluşan ve 1987’de tamamlanan “Müzik Ansiklopedisi”ydi. Sonra müzik eğitimi üzerine bir derleme hazırladım. 1990’ların ilk yıllarında yazdığım 600 sayfalık “Müzik Tarihi”nin geniş ilgi görmesi üzerine, müzik yayıncılığına başlamış oldum. 1995’te Türkiye’nin müzik yaşamını bütün yönleriyle veren, dış tanıtım amaçlı “The Music Makers in Turkey” adlı İngilizce bir kitap yazdım, 1998’de bunun Türkçesini hazırladım… Sanırım yaklaşık on iki yıl önce başlayan müzik eleştirisi yılları… 1996’dan başlayarak üç yıl boyunca Cumhuriyet gazetesinde her hafta, sektirmeden müzik yazıları yazdım. Bu işin hakkını verebilmek için Ankara’daki hiçbir konseri, opera temsilini kaçırmadım. İşin mutfağındaydım, çok şey öğrendim. Ama müzik teorisinin yeri başkaydı. Şunu da söyleyeyim: Türkiye’de bunca konservatuvar, üniversitelerin müzik bölümü vardı, bu okullarda öğrenim gören çocukların müzik bilgisini derinleştirecek kitapları yoktu. Sıraya koyarak yazdım bu kitapları ve yayımladım: “Müzik Teorisi” (2000), “Müzik Sözlüğü” (2003) “Müzik Ansiklopedisi”, üç cilt (2005) ve “Müzik Yazıları” (2007). Altıncı basımını yapan “Müzik Tarihi” ile dört kez basılan “Müzik Öğretimi”ni de eklerseniz alın size 5000 sayfalık “ulusal” bir müzik kitaplığı! Hermann Hesse’nin Afa Yayınları’ndan, Kâmuran Şipal çevirisiyle çıkan “Kaplıcada Bir Konuk” adlı kitabında bir bölüm var. (117118 sayfalarındaki) bir kesimi okumak isterim: “Bir müzisyen olsaydım, güçlük çekmeden iki sesli bir melodiyi notaya dökebilirdim; öyle bir melodi ki iki çizgiden, iki ayrı ses ve azından dizinin her noktasında alabildiğine içtenlikli, alabildiğine canlı bir etkileşim, karşılıklı bir ilişki nota dizisinden oluşuyor ve bunlar birbirine uygunluk gösterip birbirini bütünlüyor, birbirini var ediyor, ama en içinde sürdürüyor varlığını. Ve nota okumasını bilen herkes benim bu iki sesli melodimi okuyabilir; her sesin karşıtını, her sesin kardeşini, düşmanını duyup işitebilirdi. Diyeceğim, işte bu iki sesliliği, bu sonu gelmez yürüyüş halindeki antitezi, bu ikili çizgiyi kendi malzememle, yani sözcüklerle dile getirmek istiyorum; çalışmaktan canım çıkıyor, ama yine de başaramıyorum bir türlü. Dönüp dolaşıp yeniden işe koyuluyorum. (...) Bir yolunu bulup ikililiği dile getirmek isterdim; öyle bölümler ve cümleler kaleme almak isterdim ki, melodi ve karşı melodi aynı zamanda kendilerini açığa vursunlar içlerinde, her çeşitliliğin yanı başında birlik, her şakanın yanı başında bir ciddilik sürekli yer alsın. Çünkü beni yaşatacak olan budur yalnız, iki kutup arasındaki dalgalanmadır, dünyanın her iki temel direği arasında gidip gelmelerdir. (...) Sürekli olarak şunu göstermek istiyorum ki, güzel ve çirkin, aydınlık ve karanlık, günah ve kutsallık yalnızca bir an için birbirinin karşıtı kimliğiyle açığa vurur kendini, bunun dışında her zaman iç içedir.” Hesse’nin: “Çalışmalarımı gerilimle ve baskıyla donatan bir şey varsa, olanaksız bir şeyi ele geçirmeye yönelik bu yoğun çaba, ele geçirilemeyecek şey uğruna bu çılgın savaş…” dediği, müzikteki çoksesli yazıyı yazın sanatına uyarlama çabasıdır. Hesse kadar müzik ve resimle edebiyatı kaynaştıran bir başka yazar tanımadım ben. Özellikle “Boncuk Oyunu”, “Bozkır Kurdu”. Müzik ve edebiyatın içinde bir yazar olarak sen ne dersin Hesse’nin bu sözlerine? Allah derim! Dur, kızma! Avrupa kültürünün Hesse’de de gördüğümüz o müthiş düzeyinden sonra şimdi korkuluyum: Merkel mi, Sarkozy mi koruyacak bu düzeyi? Söyler misin? Gelecek söyleşimizin yeni bir edebiyat ürünü üzerine olması dileğiyle… ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 947
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle