Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Güngör Tekçe ile “Zâfir Konağı’nda Bir Tuhaf Zaman” üzerine ‘Terazinin bir kefesine insanların hayatını, diğerine de kendini’ Güngör Tekçe yıllarını radyoda geçirmiş, 1950’li yıllarda başladığı şairliğini radyo yıllarından sonra geliştirmiş, şiir kitaplarıyla olumlu eleştiriler almış bir şairimiz. Bu kez bir anı kitabı ile çıktı karşımıza. Doğup büyüdüğü Zâfir Konağı’na ilişkin anılarını “Zâfir Konağı’nda Bir Tuhaf Zaman” adlı anılar kitabında topladı. Tekçe ile bu kitabını konuştuk. bilmeden de olsaküçük yalanların kıvrımlarında sıcaklığını yitirir, ya da yakıcı olabilir. Renk, ses, koku artık yitmiş insanların değil de yazarın seçtiği olabilir. Ama hangi gerçek, yazarın süzgecinden geçtiğinde su katılmamış gerçek olarak kalabilir ki? Algılama denen bir şey var değil mi? Yazarın sezgisi, kavramları, değer yargıları… Sonuçta genlerinin ve hayatın öğrettikleriyle çakışır yazdığı insanların hayatı. Yazarın böyle bir hakkı var mı? Saygıyla yaklaşmak koşuluyla, var. Bir tür yargılama değil mi bu? Evet, yargılama, ama ceza vermek değil, çünkü yazdığın, muhatabın yok ortada, kendini savunması olası değil; sadece bana öyle geliyor demek ve selam verip çekilmek… Sen terazinin bir kefesine insanların hayatını koyuyorsun, diğerine detüm birikimiylekendini. Dengeleniyorsa sorun yok, dengelenmiyorsa, son söz okurun. İlle de ceza vermek istiyorsa ben kendi payıma razıyım. Zâfir ailesine anne tarafından bağlanıyorsun. Babanı kaybettikten sonra, on dört yaşında konakta yaşamaya başlamışsın. Ama yalnız tanık olduğun dönemleri değil, yüzyıla ulaşan bir zaman dilimini ve beş kuşağı anlatıyorsun. Çok kalabalık, kozmopolit bir aile, bir yanıyla modern, bir yanıyla içe kapalı. Bu durum seni nasıl etkiledi? Bir yanıyla içe kapalı oldukları kesin. Benden önceki değil de, ondan önceki kuşak Topkapı’nın yerini bilmezdi. İstanbul’un değil, dünyanın merkeziydi Beşiktaş. “Kuşgöçüren fırtınasının kanatlarına binip gittiler” diyorum ya kitabımda, belki o zaman görmüşlerdir Topkapı”yı. Ama önemli miydi? Çok şey görmek mi, yoksa gördüğünü iyi görmek mi? Seçkin insanların arasında yaşıyorlardı ya, o da doğaldı kendileri için. Padişahın en alt katlardaki kullarını tanımamışlardı ki hiç. Haklarını yemeyeyim: Yanaşmalar, evlatlıklar, ahretlikler de vardı, ama onlar da sanırım sarayın uzantısı olarak görüyorlardı kendilerini. Sonradan çıkma, tepeden inme, özyaşamlarında hiç olmadı. Büyük bir görgüyle, sindirerek yaşamışlardı pek çok şeyi ve zaten öyle doğmuşlardı. Ama sonradan çıkma, tepeden inme, dışardan bazı kişiler zaman zaman eteklerine yapıştılar. Onu da kabul ettiler. Rum gelin, Ermeni gelin, Tavşanlı’lı gelin. Ve onları da sevdiler. İlginçtir, benden önceki kuşak değil de onların büyükleri (büyük halalar, büyük teyzeler, büyük babalar vb.) büyük bir alçakgönüllülük içinde yaşadılar da, onların çocukları (Atatürk döneminin çocukları) soyluluğa pek bir sıkı yapıştılar. Geçiş döneminin sarsıntısı mı? Hem babadan oğula geçen padişah soyuna karşı olacaksın, hem kendi soyluluğuna sarılacaksın! Tümü değil elbet, bazıları. Bana sorarsanız onların anneleri, babaları daha moderndiler, dışarıya daha açıktılar (Beşiktaş çevresiyle sınırlı kalsa da). Çocuklar ise meslekleri gereği İstanbul’un her tarafını, hatta yer yer Anadolu’yu gezdiler ama pek bir havalı… Neyse, hepsi iyiydi. Beni nasıl etkilediler? Benim bir yanım Zâfir’ler, bir yanım İzmir’in Tire’si, bir yanım Bitlis, bir yanım Dağıstan. Hesapça dörtte bir etkilemeleri gerek, ama öyle olmadı, galiba Zâfir’ler baskın çıktı. Ben hem içe kapalı, hem modern olmaya çalışıyorum. Yoksa nasıl anlaşılacak onlardan biri olduğum? Abdülhamit ve Atatürk! Zâfir ailesinin büyükleri doğal olarak Abdülhamit’e bağlı, ama Atatürk’ü coşkuyla seviyorlar. İki kardeşin anlatıldığı bölüm bu açıdan ayrıca etkileyici. Evet, Abdülhamit’e bağlıydılar. Abdülhamit’in ekmeğiyle büyümüş, şan, şeref, paye, nişan ne varsa onun kulları olarak üst düzeyde paylaşmış bir soydu… Ama gerçekten severler miydi? Kollanan kollayanı her zaman sever mi? Yöneten, üstelik kol kanat geriyorsa, bir o kadar yönetilenin kalbini kazanır mı? Bağlılık netameli, girift bir konudur; yaşamını bağladığın kişiye içten içe bir tepki, hatta nefreti de besleyebilir. Örneğin Ayşe Sultan, Abdülhamit’in kızı tıpkı daha önce babasının yaptığı gibi konakları ziyarete gelirdi; ama saygıdan da öte bir şey çevresini saran dokunulmazlık duygusunun neresindeydi sevgi, bilmiyorum, bilmiyorum. Evet, babaları şeyh efendi Abdülhamit’e çok yakındı ama çocukları da imparatorluğun dağılmaya başladığı, baskının aman vermez olduğu, İttihat ve Terakki’nin filizlendiği bir dönemin gençleriydiler. Kitapta okumuşsundur, en az birisi ihanet etmiştir. Atatürk’e gelince, söyledikleri hep şuydu, “Mustafa Kemal memleketi kurtardı” Abdülhamit velinimetimizdi ama sonunda memleketi ve tabiî bizi de o kurtardı, demek değil mi? Hiç kuşkum yok, Atatürk’ü çok severlerdi… Yine de Abdülhamit kuşağından en az birisi efendisine nasıl ihanet ettiyse, bir sonraki kuşaktan bir başkası da Atatürk’ten nefret eden birilerinin yanına sermişti postunu… İki kardeşin anlatıldığı bölümde ise, ailenin korkusunu birkaç sözcükle akıl almaz bir sevince dönüştüren incelikle karşılaşıyoruz, Atatürk’le… ÜÇ TEMEL ÖGE Zekâ, bilgiye verilen değer, ironi… Kitabın ruhunu oluşturan üç temel ögeyi saymak gerekirse böyle bir sıralama yaparım. Ne dersin? Herhalde kendimi zeki bulup bulmadığımı sormuyorsun (laf aramızda bulmuyorum). Aile bireylerine baktığımda zekâya verdiğim değeri sorguluyorsan, ne dâhi çocuklarla yaşadım, ne de dâhi yetişkinlerle. Leb demeden leblebiyi anlayan pratik bir zekâ da değildi onlarınki; ama olasılıkları gözden geçirip doğru görüşlere varan, öncelikleri kestiren, kırk yılın başında ummadıkları bir sonuç çıkarsa dönüp, nerde hata yaptık, diye düşünen, güvenilir bir zekâydı. Bilgiye verilen değerse, kendini yetiştirmenin zorunlu ve yeterli koşuluydu. Yalnız kitap bilgisi değil, yaşamdan alınmış derslerdi söz konusu olan. Yoksa bana mı öyle gelirdi? Hayır, o yaşlarda onlar ne söylüyorsa aksini savunurdum ama, şimdi anlıyorum kiaslında içime sindiremiyorum ya haklıymışlar. İroni, ince alay! Benden önceki değil de, daha önceki kuşak için el bebek gül bebek, istediği önünde istemediği ardında, sonra CUMHURİYET KİTAP SAYI ? Nursel DURUEL G üngör, seni kırk yılı aşkın bir zamandır tanırım. 1964’de TRT sınavlarına birlikte girdik, yıllarca birlikte çalıştık. Daha lise öğrencisiyken “Varlık”ta çıkan şiirlerini seni tanımadan önce okurdum. Şiire uzun bir ara verdikten sonra 90’lı yıllarda yeniden başladın. “Sabah mısın”, “Büyüklere Kuşlu Mektuplar”, “Kuşlu Mektuplarım Döndü” peşpeşe çıktı. “Seğiren”le “Cemal Süreya Şiir Ödülü”nü aldın. Yani hep şiirle uğraştın. Anı kitabın “Zâfir Konağında Bir Tuhaf Zaman” tam bir sürpriz olarak geldi. Nasıl karar verdin bu kitabı yazmaya, nasıl ortaya çıktı? 2000’li yılların başında diğer edebiyat dergilerinin yanında, “Öküz” dergisinde yazıyordum. Çoğunlukla kısa şiirlerdi. Birden, nasıl olduysa, aklıma konaklarla ilgili bir şeyler yazmak geldi. Belki de şiirde tıkandığım bir dönemdi. İlk üç bölümü gönderdim, sonra da şaşkınlık geldi, çünkü basılmamıştı. Hiç kimseye de soramıyorum, yediremiyorum kendime. Sonunda yüzümü kızartıp “galiba elinize geçmedi” deyiverdim. Sevgili Metin Üstündağ ve Hatice Meryem okumuşlar, gelişerek bir roman olacağını düşündükleri için aylık dergi “Öküz”de yer vermemişler. Şimdi kim uğraşır romanla? Kanallarım açıldı ki, yine şiire döndüm. Ama içim vık vık ediyor. Atsam atamıyorum, sürdürmesi başka dert, kısası, bu kılçığı halletmem lâzım. Oturdum, sürekli yazdım ve rahat bir soluk aldım. Evet, yalnız sana, okuyuculara değil, bana da sürpriz oldu… Ama sonradan fark ettim ki, yıllardır yaşıyormuşum konakları, kaç şiirimde işlemişim, uzun çalışmayı gözüm yemediği için kıvırtmışım hep; uzun çalışma dediğim de hepi topu bir buçuk ay, üç ay sürseydi kaçacak delik arardım. Anı, otobiyografi, biyografi, çeşitli nedenlerle edebiyatın belki de en netameli türleridir. Büyük ölçüde belleğe dayanırlar ve bellek daima oyun oynayabilir. Ayrıca yazan kişinin öncelikleri (hayata bakışı, dünya görüşü) girer devreye, gerçek çarpıtılabilir. Sen nasıl bir tutum izledin yazarken? Her ne kadar tür sayılmasa bile, bazı sorular da netamelidir, sıkıştırıverir insanı. Ben de o noktadayım şimdi. Doğrudur bellek yanıltabilir, gerçek yaşamlar “Şiirin sevdiğim bir tanımı: ‘bir şeyi söylemek, bir şeyi söylememek’. Benim şiirim de buna uyuyor galiba. Diyelim ki şiiri beceremeyince düzyazıya geçtim, düzyazıdan sıkılınca şiire. Biçemle ilgili özel bir kaygım olmadı, olaylar, insanlar nerdeyse itişe kakışa öyle bir aktılar ki önümden, kovalamak için fazla zamanım da olmadı. Göründüler, hızla geçtiler, hızla döndüler, onlar karar verdi nasıl kitaba geçeceklerine, ben yalnızca aracıydım. “ diyor Güngör Tekçe... ? SAYFA 4 919