05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? bir bebeğin pembecik yanağını okşayan, hem silah tutan bir organ olması ne garip değil mi? İnsanın aklı almıyor... Tarlayı eken, ameliyat eden, çivi çakan, hırsızlık eden, resim yapan, dikiş diken, işkence yapan, sevgilisinin elini tutan, çöp toplayan, halı dokuyan, para tutan, kana bulanan, şiir yazan eller, aynı eller olmamakla birlikte aynı organ. Böyle düşününce çatlayıp dağılası geliyor insanın. “Düş gören eller” imgesi Sude’nin bambaşka bir yönünü işaret etmiyor. Kendime ait bir dünyayı ona hediye ettim yalnızca. Lise yıllarımda ille de felsefe okuyacağım diye tutturmuştum. Felsefeyi bitirince kavramlarla değil, kelimelerle uğraşmak istediğimi anladım. Kavramlar sanki yaşamıyordu, ama kelimelerin insanı cezbeden bir canlılığı vardı. Benden felsefeci değil, edebiyatçı olur diye düşündüm. Tabii felsefe hayatıma sinip başka başka pencerelerden bakabilme olanağı verdi. Dil ve edebiyat ile uğraşırken de keşke güzel sanatlara girseymişim diye hayıflandığım olmuştur. İnsanın kendini çok parçaya bölmesi de doğru değil. Resim yapabilirdim, yapsaydım yazamazdım ama... Resimlere bakıp yorumlayıcı metinler yazmakla yetindim. İçimdeki resimleri de kendime saklayıp, yazdıklarıma aktardım. Belki anlatmayı, yazmayı seçtiğim için, “Benim ağzım var, düş gören ellerim var” demişimdir. Ağız anlatır, eller eyler ve eller değiştirir. Eller görülen düşleri başka başka düzlemlerde kurar, çatar, anlatan ağzın söylediklerini yazıya geçirir. “İÇİNDEN BALIKLAR GEÇEN, DİBİNDE TAŞLARI OLAN BİR IRMAK GİBİ…” Korku benim sahibim açılıp kapanan, tekrar tekrar açılıp kapanan bir roman. Yedi bölüm ve her bölümün alt bölümleri var. İç içe geçmiş olsa da iki izlek, iki ayrı söylem, iki farklı ritim söz konusu. Bunlar kimi kez sarmallar halinde kimi kez dönüşümlü olarak akıp gidiyor. Sude dedesinin izini sürerken olaylar, olgular öne geçiyor, anlatım sadeleşiyor. Kendi içine döndüğü zaman başta aşk olmak üzere pek çok kavram ve sorunsal giriyor devreye, dolayısıyla anlatım yoğunlaşıyor, yer yer kapalı hale geliyor, iyice kapandığı da oluyor. Hayaller, rüyalar, duygular, düşünceler, gündelik yaşam birbirinin içinde yürüyor. Filiz Özdem’in masa başındaki tek kişilik çoğul toplantısında, yani romanın yazım sürecinde, şairliğiyle kurmaca yazarlığı arasında çatışmalar, itişip kakışmalar olmuştur mutlaka. Elbette başka yönlerinin, birikimlerinin ve deneyimlerinin taşıyıcıları da girmiştir devreye. Bana öyle geliyor ki bu romanda her birinin hakkını ayrı ayrı teslim etmek istemişsiniz. Yanılıyor muyum? Şairlikle yazarlık arasında çok büyük bir itişip kakışma yaşamadım, ama evet şiiri düzyazıdan ayıklamak için de çaba gösterdim. Yine de yararını gördüğümü söylemeliyim. Şiir yazmak insana sözü tutumlu kullanmayı öğretiyor. Metni dolgu malzemesine boğamıyorsunuz, her yazdığınızın metnin hemen izleyen ya da daha ileride ortaya çıkan bir bölümüyle bir iç matematiği, bir bağlantısı olmasını gözetiyorsunuz. Öz, anlam, biçimi belirliyor. Bunun dışında gerçek hayatıma dayanan, Filiz olarak anlatmak istediğim şeyler vardı, bir de yazan, “uyduran”, gerçeği dilediğince, anlatmak istediği şey uyarınca eğip büken, bozan biri olarak anlatmak istediklerim vardı. Dolayısıyla Sude beni özgürleştirdi, hem kişisel olarak anlatmak istediklerimi anlattım, CUMHURİYET KİTAP SAYI hem de yazan biri olarak kurgusal bir karakter aracılığıyla istediklerimi yazdım. Kurguda açılıp kapanan bir ritmi, iç içe geçişleri, sarmalı bilerek kullandım. Masal dili, rüya dili, gerçeğin dili, şiir dili sarmal bir yapı içinde kâh birbirine ekleniyor, kâh karışıyor, kâh ayrışıyor. Nasıl ki hayat tek bir çizgisellik izlemiyorsa, nasıl ki insan dediğimiz varlık yalnızca görünürdeki çehresinden ibaret değilse, daha pek çok çehresi varsa ve katmanlardan oluşuyorsa, nasıl ki Nietzsche’nin dediği gibi hakikatin baktığımız yere göre değişen pek çok yüzü varsa metin de buna uygun bir dil tutturmalıydı. Olayları anlatırken dil sadeleşmeliydi. Metnin her yeri aynı yoğunlukta olsa çok boğucu, yorucu olabilirdi. Olayları anlatırken sadeleşen dil soluklanma noktalarını oluşturdu belki. Böylelikle kitapta tekdüze bir dil oluşmadı, inişli çıkışlı bir anlatım oldu. Ama insan ruhuna dokunduğunuz yerde, elinizin yandığı noktada da daha yoğun bir dille anlatmak gerekliydi. Duyguların, düşüncelerin, hayallerin dünyasını daha derin, yoğun bir dil duygusuyla ele almalıydı. Çünkü orası çok karanlık. O karanlık uyarınca kara ve yer yer kapalı bir dil tutturmak da çok lezzetli üstelik. Yanı başımızda kahkahalar atan birinin, kendi içinde hangi sırat köprülerinden geçtiğini bilmiyoruz. Bu hep düşündüğüm bir konu olmuştur. Ne kadar yabancıyız birbirimize ve aslında ne kadar da uzağız. İşte bunun için her şey birbiriyle iç içe, birbirinin içinden ve birbirinden ayrı ayrı yürüyüp gitmeliydi: gündelik hayat, düşler, perdeler, kapılar, geçitler... İçinden balıklar geçen, dibinde taşları olan bir ırmak gibi... “BEDENİM, ÖLÜMLÜLÜĞÜMÜ DENEYİMLEDİĞİM EN İNCE ZARF” Sude, şimdiki zamanıyla çocukluk anıları arasında gidip geliyor, ya da aynı anda bütün zamanlarda bulunuyor, bütün zamanları yaşıyor. Edebiyatın hem iç hem dış sorunu ve temel sorunsallarından biri olan zaman sizin romanınızda da ağırlıklı bir yer tutuyor. Zamanmekânmesafedoğabedeneşyavicdanahlak... Bunlar, romanınız bağlamında üzerinde durulması ve konuşulması gereken konular. Ama ben fazla uzatmamak için aklıma geldiği gibi sıralamakla yetindim. Romandaki, ayrıca sizdeki ağırlıklarına göre yeniden sıralamanızı rica etsem, atladıklarımı da katarak nasıl bir sıralama yaparsınız? Neden? Sanatın hangi dalında olursa olsun, sanatla uğraşan her kişinin takıntılı konuları vardır. Saydıklarınız çok doğru, ama bir de en önemlisi “şiddet”. Bu, sanırım benim yazdığım, yazacağım her metinde kurcalayacağım bir konu... Çünkü dünyadaki en anlamadığım şey şiddet. Anlamaya da hiç hevesim yok. Ama itirazımı dillendirmeye çok hevesliyim. Konuları sıralayabilir miyim bilmiyorum, üstelik sıralamaya kalkışsam hangisine öncelik vereceğimi bilemem. Demin de söylediğim gibi yanı başımızda duran insanların içlerini bilmiyoruz. Hem bu noktadaki duygusal mesafeler, kişinin kişiyle arasındaki mesafe, kişinin kendisiyle arasındaki mesafe beni her zaman düşündürmüştür, hem de katedip gittiğimiz gerçek uzaklıkları hiçbir zaman kavrayamamışımdır. Ne kadar yer değiştirirsem değiştireyim, hep aynı yerdeymişim gibi gelir. Bu bedenle ilgili algıma da sinmiştir. Ben, bedenimin ne kadar içindeyim? Bedenimin sınırı neresidir? Ben bu bedenin içindeki ben miyim, bundan mı ibaretim, yoksa daha uçucu ya da akışkan bir maddeden 919 mi oluşuyor varlığım, evrene nüfuz edebilir miyim, ediyor muyum gibi sorular yoklayıp durur. Sık sık da aklıma can büyük beden küçük sözü gelir. Beden bir garip hapishane, akıl deseniz bazen hapishane de olabilir, ama onun sınırının nerede bittiğini bilmemek hiçbir şeyle uzlaşmayan, yılışmayan, gevşemeyen müthiş bir özgürlük duygusu da verebilir insana. Uzaklıklar ve mesafeler üzerine düşününce işin içine ister istemez zaman giriyor. Zaman, neredeyse tanrısal bir mesafe ve zamana karşı durmak, onu gönlünce bozabilmek konusunda aklımız en büyük nimet, müthiş ve biricik müttefik. Bu anlamda yazmak ne güzel bir oyun, ne büyük bir lüks. Bütün sınırlar kalkıyor. Beden, bir tür mekân da sayılır. Tinseli taşıyan kap. Aslında ne kadar da dayanıksız, ne kadar güçsüz bir kap. Tam da bu noktada bedenim, ölümlülüğümü deneyimlediğim en ince zarf. Beden varlık için bir tür gelgeç dış mekân. Evet, zamandan ve bedenden söz edince bu sıralamaya ister istemez “ölüm”ü de eklemek gerek. Bunun dışındaki gerçek mekânlara gelince zihnimin fotoğrafını çektiği, algımın çeperini geçen yerler hep yollar, eski evler ve doğa olmuştur. Ama bu mekânlar da bir duyguya denk düşüyorsa etkilemiştir beni. Burada nostaljik bir bağ yok. Yine de modern ve şık mekânları etkileyici bulmuyorum, şiiri yok, çünkü onları yapan ustaları yok, onları seri olarak üreten uzmanları var. Fotoğraf sanatçısı arkadaşım Gülnur Sözmen, vaktiyle Çengelköy’de harap halde bir konak almıştı. Bodrumundan kırık bir bebek, bir bilezik, daha neler neler çıktı... En önemlisi de, bazı şeyler sökülüp yenilenirken keşfedilen bir şeydi: duvardaki bir ahşap parçasının arka yüzünde çizili olan konağın planı. Birinci kattaki merdivenlerin başladığı yerde duvara ters çevrilerek monte edilmişti. Orayı yapan Rum ustanın bıraktığı gizli bir mektup gibi... Hangi yeni ve modern yapı bize böyle bir gizli mektup sunar? Eşyayla kurduğumuz ilişkiyi, hayatla kurduğumuz ilişkiyi yansıttığı için seviyorum. Vicdan ve ahlak meselesine gelince... Burada sıralamaya “inanma”yı da eklememiz gerek, çünkü temel meselelerimden biri. Dinsel inançtan değil, inanmanın kendisinden söz ediyorum ve insanlığın olageldiği günden beri hiçbir şeye inanmadığını düşünüyorum. İnsan inanan bir varlık olsaydı, bugün biz dünyanın dünden bugüne, bugünden yarına gidişatına bu kadar şaşıyor olmazdık. Tabii sürekli aynı şeyleri tekrarlayan ve konuşmasına tahammül edilmeyen, artık ne dediğine bile kulak verilmeyen, yalnızca çıkardığı sesi algıladığımız bir yaşlı gibi söylemek istemem söyleyeceğimi... Ama vicdan kişisel tanrımızdır bizim. Vicdanın sızlamaz olduğu, içsel muhasebenin son bulduğu noktadan daha büyük, daha benzersiz, daha gerçek, daha geri dönüşü olmayan bir kıyamet mi var? “OLAYLAR, OLGULAR, HAYALLER, DÜŞLER” Sude, beş yaşındayken gördüğü, yatağının altından çıkan el kadar Kızılderili’yi hiç unutmuyor, onun kendisini terk etmediğini söylüyor. Çocuklukla arasına mesafe girmeyen, yetişkin olarak da zengin hayal dünyasını koruyan, çok ilginç rüyalar gören, hatta rüyalarında düşünen bir roman kahramanı Sude. Sanırım pek çok yazarın yaratıcı yanlarını tetikleyen çocuklukta tanış oldukları, simgeye dönüşmüş hayali varlıkları vardır. Sizinki nasıl bir şey? Eminim, bu romandan sonra da içinizde kıpırdanıyor, sizi yazmaya zorluyordur. Bir şeyi yazabilmek için, onun üzerine düşünmüş olmamız gerekir. Siz daha önceki bir konuşmamızda söylemiştiniz, ondan sonra fark ettim, yoksa hiç farkında değildim, kitabımda ne kadar çok kuş olduğunu belirtmiştiniz. Sude’nin Kızılderili’sinden de söz etmiştiniz ve hiç düşünmeden “Belki o da Sude’nin kuşudur,” demiştim. Farkında olarak ya da olmayarak gözlemlediğimiz, düşündüğümüz şeyler sızar yazdıklarımıza. Ve bence yazılan her şey bu anlamıyla otobiyografiktir. Yazdığımız her metne, hayatımıza bir biçimde yaslanan olaylar, olgular, hayaller, düşler girer. Elbette yazılanın gerçekliği ile yaşananın gerçekliği arasında fersahlar var. Bir anının bile bizim zihnimizde kendince bir saklanış biçimi var, kaldı ki bunu yazıya malzeme etmeye kalkışmak onu o anı olmaktan tümüyle koparır. O artık yazıya geçirilmiş, başka bir dünyanın diliyle kayıt altına alınmış, zihnimizin kaydından çok daha başka bir pratiğe geçmiştir. Başka bir algıyla bozulup yeniden yapılmış, yeniden istiflenmiştir. Artık yazana bile tanış gelmeyen biçimde hem de. Bizim anımız olmaktan hızla uzaklaşmış, kılık değiştirmiş, üstelik artık anonim bir dünyaya ait bir metin parçası olmuştur. Kuşların beynini küçümseriz, ama onların özgürlüğünü, uçabilme yeteneğini de kıskanırız. Kaldı ki onların bazı davranış alışkanlıklarını bile kıskanmalıyız aslında. Ne bileyim kargaların “akrabalık ve birlikte hareket etme” güdülerini örneğin. Ya da angutları. Kuşlarla ilgili bir kitabın editörlüğünü yaparken öğrenmiştim. Angutun, argoda neden salak, avanak, ahmak gibi sözcüklere eş bir sözcük haline geldiğini. Avcılar tarafından eşi vurulan angut, onun üstünde döner dururmuş, kendisini de vursunlar diye... Bir tür intihar. Ne kadar da etkileyici. Evet, Kızılderili Sude’ye bir daha hiç görünmüyor, ama onu asla terk etmiyor. Sude’yi, kendi seçtiği, biçimlediği, istediği şekilde, dilediği yere uçuran kuşu. Onu diğerlerinden ayıran, farklı ve biricik kılan kuşu. O Sude’nin kuşu. Benim simgeye dönüşmüş hayalî bir varlığım ya da varlıklarım var mı? Bilmiyorum. Hemen aklıma gelmediğine göre ya yok, ya da benden gizleniyor haylaz. Benim hayalî bir varlıktan çok, hayallerimi çağıran, yazmamı bekleyen, takıntılı bir ilişki kurduğum somut bir arkadaşım olmuştur: defter. Evde defterlerim vardır, çantamda ise mutlaka defterim kalemim vardır. Yazsam da yazmasam da... Ona sıra gelip içmeyeceğimi bildiğim halde yedek sigara paketim olmadığında nasıl huysuzlanırsam, çantamda defterim olmadığında da aynı biçimde huysuzlanırım. Bu romandan sonra değil, tam da bunu yazarken kafamda başka kitaplar da dolaşmaya başladı. Korktuğum gibi olmadığını, bu kitaptan başka yazacaklarım da olduğunu anladım aynı zamanda. Korku Benim Sahibim’i yazarken, bunları denetleyemez hale geleceğim ve bir kitap diğerinden rol çalacak diye çok endişelendim. Korku Benim Sahibim’i yayınevine teslim eder etmez, hemen diğerine başladım. Aslında iki kitaba birden! Lakin birden fazla kitabı bir arada yazabilecek bir beceriye ya da ruh haline sahip değilim. Biri öne geçti, bitmek üzere. ? Korku Benim Sahibim/ Filiz Özdem/ YKY/ 126 s. SAYFA 19
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle