05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Erdoğan AYDIN Laikliğin, sadece ülkemizde değil dünya çapında kan kaybettiği günümüzde, Laiklik ve Demokrasi kitabı, bir kolokyum tebliğleri olmanın ötesine geçip karşılaşılan sorunlarda çözüm üretmek açısından kıyaslamalı ve ciddi bir malzeme sunuyor. Kritik Laiklik ve Demokrasi İstanbul Barosu ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin işbirliğiyle, Fransa, Japonya ve Tunus’tan katılımcılarla gerçekleşen Laiklik ve Demokrasi Kolokyumu’nun metinlerinden oluşuyor. Laiklik ve Demokrasi, başta Türkiye ve Fransa olmak üzere değişik deney ve perspektiflerden hareketle, laiklik ve demokrasinin yaşamakta olduğu krize müdahale edebilmemizi sağlayacak bir bilgilenme sağlıyor. Özellikle laikliğin, sadece ülkemizde değil dünya çapında kan kaybettiği günümüzde kitap, bir kolokyum tebliğleri olmanın ötesine geçip, karşılaşılan sorunlarda çözüm üretmek açısından kıyaslamalı ve ciddi bir malzeme sunuyor. BELLEK TAZELEMEK Belki de gelinen noktada önemini kaybetmiş görünüyor, ama yine de, ‘yarıteokratik’ ve monarşik Osmanlı devletinden laik ve cumhuri bir standarda geçişin öykü ve kazanımlarının bilincini hatırlamamız gerek; ki bu gereksinim Türkan Saylan tarafından yapılan açış konuşmasında karşılanıyor. Bu konuşmanın da özlü bir şekilde anımsattığı gibi, bugün İslamcı hareket ve taraftarları açısından da artık vazgeçilemez standart haline gelen pek çok kazanım, İslamcı hareketin o dönem temsilcilerinin her yolu kullanarak engelleme çabalarına rağmen gerçekleşecekti. Ancak Saylan’ın da belirttiği gibi gelinen noktada bu hatırlama yetmiyor; çünkü sadece İslamcılığın kazandığı mevziler anlamında değil, bizzat laikliğin anlamı açısından da ondan epeyi sorunlu bir kurumsal yapıda yaşıyoruz. 12 Eylül düzenlemelerinden itibaren laikliği sorgulanır bir devlete dönüşen Türkiye’nin bu yeni yapısını koruyacak ve onun sayesinde Türkiye’nin egemeni olacak İslamcılarını da üretmekte gecikmeyecekti. Laiklik, gerçekte dine aitliği vurgulayan Klerikos’un karşısında, baskı ve sömürüyle özdeşleşen dinsel iktidardan kurtulan halkı vurgulamak ekseninde biçimlenmiş bir kavram. Oysa kendine yabancılaştırılmış halk ve baskıyla özdeşleşen devlet yapısının sonucu olarak şu andaki görüntü neredeyse tam tersine dönmüş durumda. Her türden hak ve özgürlük talebinde baskıyla yıldırılan, dünyevi koşullarda haklarını kazanamayacak kadar örselenen, gerçek bir demokrasi ve yurttaşlık oluşamasın diye düşük yoğunluklu bir dinselleştirme ile kontrol edilmeye çalışılan bir toplumun giderek laikliğe yabancılaşmasıyla, laikliğin itibarsızlaştırılmasıyla karşı karşıyayız. YANLIŞ İKİLEM Din politikalarının tarihsel toplumsal koşul ve birikimlerle ilişkisine işaret eden Bülent Tanör, Türkiye’de laikliğin niçin Anglosakson deneylerindeki gibi değil, Fransız örneğindeki gibi şekillendiğini anlatıyor. Bilindiği gibi sağ ve sol liberallerin ya bu maddi nedenleri anlayamadıklarından ya da bilinçli bir şekilde istismar ettiği önemli bir tartışma alanıdır bu. İslamcı münevverler ise liberallerden öğrendiklerini, taktik bir hegemonya aracı T am da 12 Eylül Anayasası’ndan kurtulmanın sevincini yaşayacakken, yapılış biçimiyle 12 Eylül Anayasası’ndan bile daha antidemokratik bir süreçte kotarılmaya çalışılan, üstelik tüm antidemokratik zihniyetlerce uygulanageldiği gibi halkoylaması ile demokratik bir kılıf giydirilmeye çalışılan bir anayasa yapılma süreci yaşıyoruz. Asıl kaygısı 12 Eylül’ün faşizan anayasasıyla değil, onun başlattığı toplumun İslamizasyonu sürecini tıkayan sorunlarla hesaplaşmak kaygıları süreci belirliyor. ‘Sivilliği’ asker olmamaktan, ‘demokratlığı’ ise liberal olmaktan ibaret bir zihniyetle karşı karşıyayız. ‘Sivillik’ kavramının içeriğine yabancılaştırıldığı bu küreselleşme çağında, muhalif ve ezilen kesimlerin gönlünü almaya yönelik bir halkla ilişkiler (PR) kampanyası ile karşı karşıyayız. Demokratlığın günümüzde mihenk taşı olan sosyal devleti dışlayan, temel özgürlüklerin kullanım güvencelerini ise sağlamayan, ama demokrasi güçlerinin 12 Eylül’e karşı tepkilerini de yedeklemeye çalışan bir söylemle kotarılan bir anayasa süreci söz konusu. Bu anayasa tartışmalarının en önemli maddelerinden biri yine laiklik olacak görünüyor. Görünen o ki, 12 Eylülcülerin mirası zorunlu din dersi gibi totaliter bir zihniyet ve Diyanet tahkimatı aynen devam ettiriliyor. 12 Eylül Anayasası’nı, Birleşmiş Milletler İkiz Sözleşmeleri dahil uluslararası hukuk belgeleri doğrultusunda değiştirerek Türkiye’nin kanayan yaralarını aşmaya yönelmeyen, ama başörtüsü kullanımını anayasal güvenceye almayı amaçlayan bir arayış sergileniyor. Özetle mevcut durumu çağdaş standartlara yükseltmek yerine, liberal özgürlüklerle cilalanmış ve İslamizasyonu daha da pekiştiren bir anayasa yapma süreciyle karşı karşıyayız. MÜDAHALE BİLGİSİ Bu süreçte sosyal devletin, demokrasinin, hukukun anlamı kadar, onların koparılamaz parçası olan laikliği de yeniden tartışmak durumundayız. 12 Eylül’den günümüze uzanan süreçte birbirleri kadar ABD’ci olan darbeci ve İslamcı güçlerin çabalarıyla toplum nezdinde ciddi olarak örselenen laikliğin anlam ve önemini kavramak ve topluma mal etmek, üst üste giydirilmiş deli gömleklerinden topyekun kurtulabilmemiz için büyük önem taşıyor. Özetle demokrasi, hukuk, sosyal devlet ve laiklik derslerini daha çok çalışmak ve bu çalışmayı siyaset ve toplumsal ilişkileri yenileme iradesine bağlamak durumundayız. Bu açıdan bir dizi referans çalışmaya gereksinimimiz var, ki bunlardan biri de, anayasa hukuku, demokrasi ve laiklikten söz edildiğinde ilk akla gelen yüz akı bilim insanlarımızdan Prof. İbrahim Kaboğlu’nun derlediği, Laiklik ve Demokrasi (İmge Yayınları) kitabıdır. Kitap, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği yanında Fransız Kültür Merkezi, laiklik” arasındaki tarihsel koşullardan kopuk kıyaslama yapmak gibi bir sorun içeriyor. Siyasal iktidarın dinden ayrılmasının güvence altında tutulması, kaçınılmaz bir şekilde dindarların din algısıyla ilgilidir. Dinin sadece bir vicdani sorun olmayıp sosyalsiyasal hayata karışmayı emrettiğine inananların belli bir çoğunlukta olması durumunda, laiklik gibi demokrasi de sorunlu olacaktır. Dolayısıyla laikliğin dine karşı nötr olması durumu için dinin reforme olması, dindarların inanç alanı ile siyasaltoplumsal alanı birbirinden ayırma bilincine sahip olması zorunlu. Aksi takdirde dinin laikliği de demokrasiyi de kuşatıp içeriksizleştirmesi kaçınılmaz. Bu aslında dindarların din özgürlüğü açısından bile tehlike olan durum, laikliğin toplumsal norm olmadığı toplumlarda, başta eğitim olmak üzere toplumu laikleştirici müdahalelerle aşılabilir. Burada biçimsel olarak ‘antidemokratik’ bir durum olduğu ortada. Ancak demokrasinin cemaatçiliği aşmış bir birey bilinciyle mümkün olduğu anımsanırsa, laik müdahale demokrasinin olmazsa olmazıdır. Bizde ise tam tersine, zorunlu din dersi, 6 bakanlıktan büyük bütçe ve kadrolu Diyanet’i ve nüfus cüzdanlarımıza din tescil iradesiyle devlet, toplumu laik ahlak ve bilinçten uzaklaştırmaktadır. Kendisi Sünni olmayan yurttaşlarına misyonerlik yapan devletin, ‘misyonerliği engellemek’ adına öteki dinlere karşı kışkırttığı ayrımcılık, farklı inançlara karşı önyargının güçlenmesini sağlayarak toplumda dinci hegemonyayı güçlendirmekte, laikliğin temellerini aşındırmaktadır. HUKUK VE LAİKLİK Dünya Felsefe Kurumları Başkanı İoanna Kuçuradi, laiklik ile “çağımızın en önemli düşüncesi olan insan hakları” arasındaki bağıntıyı, bunların olmazsa olmaz koşulu olarak çağdaşlık üzerinden gerekçelendiriyor. Laikliğin esasen “devlette hukuksal ilişkilerin düzenlenmesiyle ilgili bir ilke” olduğunun altını çizerken, aynı zamanda ‘laik olma’ durumunun ahlak ve eğitim sistemiyle olan ilişkisine değiniyor. Bu açıdan baktığımızda, yaratılan İslamizasyon ve bunun üzerinden siyaset yapan parti ve tarikatların laik olmayan bir toplumsal ve siyasal hayat oluşturmada elde ettikleri mesafeyi ve bunun laikleşme gereksinimleri karşısında ne denli ciddi bir aşındırma yaptığını çok daha net görüyoruz. “İnsan haklarının toplumsal kamusal yaşamda belirleyici olmasını istiyorsak, toplumsalkamusal işleri en genel anlamda kültürel normların belirlememesi anlamında laiklik, muhakkak sahip çıkmamız gereken bir ilkedir. Yoksa bocalayıp durmamız devam eder” diye bitiriyor Kuçuradi. İbrahim Kaboğlu ise, sorunu devlet, hukuk ve toplum ilişkilerinin laiklik ve demokrasi bağlamında anlamı ve işlevi gibi daha geniş bir perspektiften irdeliyor. Laiklik sorununa salt ‘laiklik’ olarak yaklaşamayacağımızı ve yaşanan krizin de esasen onun toplumsal, hukuksal sorunlarla olan bağlantısının es geçilmesinin sonucu olduğunu gösteriyor. Bu noktada hukukun yönetilenler ile yönetenlere eşit bir şekilde uygulanmamasının yarattığı yabancılaşma ve travmaların laiklik alanına da yabancılaşma olarak yansımasına işaret ediyor. Yurttaşlık özgüveninin yitirildiği her durumda, laik olmayan toplumsal eğilimler yükselmekte, devlet düzleminde laiklik ise salt biçimsel bir anlama bürünerek içeriğini ve kendini toplumsal olarak koruma gücünü kaybetmektedir. “Söylemde kalan hukuk, yasakçı yüzünü sadece yönetilenlere ve özellikle güçsüzlere gösterdiği oranda laikliğin sadece slogan olarak kullanılmış” olacağına işaret eden Kaboğlu, “Laiklik ve demokrasi arasındaki ayrılmaz ilişki, ancak devlet, hukuk ve toplum üçlü ilişkisi bağlamında anlamlandırılabilir” diyor. ? KİTAP SAYI 919 İbrahim Kaboğlu olarak istismar edeceklerdir. Oysa kabul edilmelidir ki bugün İslamcıların yaşadığı ciddi değişim de dahil Türkiye’nin elde ettiği mesafe, laikliğin yukarıdan zorlamayla bu topraklara yerleştirilmesinin sonucudur. Tanör, bizzat anayasal düzlemde yaşadığımız laiklik ihlallerinin, bizzat kuruluştaki Jakoben yaklaşımdan kaynaklandığı iddiasının, nedensonuç arasında yanlış bağlantı kurulmasından kaynaklandığını gösteriyor. Bu bağlamda liberal bakış, mevcut İslamizasyonun, kapitalist sömürüyü sürdürülebilir kılmak için uygulanan politikaların ürünü olduğu gerçeğini unutturmaya çalışıyor. Esasen güçlü toplumsal dinamiklerin ortaya çıkıp dinci gelenekleri geriletemediği her durumda laikliğin ya imkânsız ya da Jakoben bir zorla getirilebileceğine işaret eden Tanör; “Türkler Jakobenizm yaptılar, bence de doğrusu buydu. Jakobenizm yaptıkları içindir ki, Afganistan olmuyoruz, olmayacağız da” diyor. Devamla, İslamcılığın konumu noktasında “abartılar vardır, her yerde düşman her yerde irtica, her yerde mürteci görmek gibi paranoyalar vardır” demekte, ama diğer yandan da, “tartışmayı mantık düzleminde, işte ‘Batı böyledir, Türkiye de böyle olsun!’ şeklinde kuramayız. Hayattan gitmek zorundayız. Sosyopolitik olgulara bakacağız, koşullara bakacağız. Dinci ideoloji bir kere haddini bilmeye başlamış mıdır? Reformasyondan sonra Batı dinleri o hizaya gelmiştir” diyerek, yaşanan gerilimin İslamın reformasyonu ve laikliğin demokratikleşmesi bağlamında karşılıklı birbirini tamamlayacak bir süreç olarak çözülebileceğini anlatıyor. DEVLETİN MİSYONU Anayasa Mahkemesi emekli hâkimi Yılmaz Aliefendioğlu’nun tebliği, kitabın en ayrıntılı ve özellikle Anayasa Mahkemesi kararları ve uygulamalar bağlamında en bilgilendiricisi. Bununla birlikte yazının başı, “din ve vicdan özgürlüğüne dayalı laiklik” ile “us merkezli, neyin iyi neyin kötü olduğunu belirleyici militan SAYFA 26 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle