Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? Sovyetler Birliği, yeni çağ muhalif yazarlar ortaya çıktı. Toplumsal görevleri olan yazarlar... Burada ipin ucunun kaçtığını da kabul etmek gerek. Giderek didaktik metinler ortaya çıkmaya başladı. Edebi metinlerin estetik yanı geride kaldı. Yoksul edebiyatı gibi çok kötü örnekler de var ama çok iyi örneklerimiz de tabii var. Örneğin Nâzım’ın muhteşem şiirleri var. Bunun yanında çok kötü Bulgar romanları da görebiliyoruz. 12 Eylül’le artık bu bitti ve yazarlar bizim sorunumuz toplum değil; bizim sorunumuz savaş değil; açlık değil; ben otururum kendi iç dünyamı, duygularımı yazarım, bunu yansıtırım. Bu tür yazarlar ortaya çıktı ve bu tür yazarlar prim de görmeye başladı; çünkü toplum da depolitize oldu. Dolayısıyla artık her şey bireyselleşmeye başladı. Bu bireyselleşmenin özünde de ya tümüyle estetik oyunlara dönüştü edebiyat; yahut da aşk, kadınerkek ilişkileri, cinsellik bunlar çok fazla öne çıkmaya başladı. Sanat çok belirsiz bir şeydir ve belirli doğrusu yoktur. Bu yüzden, bana göre bir yazarı biçimlendiren şey yaşadığı toplumdur; hatta bir insanı biçimlendiren şey yaşadığı toplumdur, yaşadığı çağdır. Ve ben eğer bu toplumda, bu çağda yaşıyorsam yanlış gelen bir şeye, gördüğüm için, hayır demeliyim. Benim için etik bir sorundur bu. Öteki yazar bunu yapar, yapmaz onu bilmiyorum. “Doğrusu şudur kardeşim, bunu yap” demeyeceğim ama şu zoruma gidiyor; bencillik ve bireycilik bugün çok belirleyici. Şu anda bazı yazarlar politikleşiyorlar, politikleşmenin karşılığı da şudur: Yurtdışında ilgi görelim. Aslında böyle bir dertleri yok. Hiçbir zaman bu yazarların politik dertleri olmamıştır. İsim vermeyim, kimler olduğunu herkes biliyor. O insanlar birden, politik yazarlar olarak yurtdışında ortaya çıktılar. Hiçbir etliye sütlüye karışmamışlardır, romanları bunlardan oluşmaz; ama birdenbire anladılar ki Avrupa ya da Amerika bizi yazarlar olarak değil de politik olarak görmek istiyor. Çünkü o ülkelerin bize bakış açısında çifte standart vardır. Yurtdışı gezilerinde ben de bunu yaşadım. Avrupa’ya gittiğimde, oradaki gazetecilerle konuştuğumda, öncelikle sorulan soru ne kadar muhalif olduğumla ilgiliydi. Metinlerimin estetik değeriyle ilgili sorulardan önce bunlar gelirdi. Onları uyardım. Ben bu ülkede yaşıyorum, kendimi bildiğimden beri faşizme karşı mücadele ettim, ırkçılığa, milliyetçiliğe, sömürüye, savaşa karşı mücadele ettim. Bugün de etnik ve tam bir demokratiğim, adil bir toplumsal düzenin kurulması için, Türkiye’de yaşayan etnik grupların tüm haklarının verilmesi için mücadeleyi yine sürdürüyorum; ama bunu bu ülkede yapmadan, yurtdışında gidip birilerine şikâyet ederek varolan yazarlar bulunuyor. Yurtdışındakiler bunu kullanmış olabiliyor, bizim yazarlarımız buna çanak tutuyor. Bu doğru politiklik değil. DENEMELERDE POLİSİYE Polisiyeye ilişkin yazılarınızda bu türü tanıtmak gibi bir kaygınız var mıydı? Vardı. Şöyle bir vicdansızlık yapıldığına tanık oluyorum; polisiye romanı ikinci sınıf edebiyat olarak görüyorlar. Bunun nedeni olarak da çok kötü örneklerinin olduğunu söylüyorlar. Polisiye olmayan romanın da çok kötü örnekleri var. O nedenle polisiye romanın ikinci sınıf olmasına karşı çıkıyorum. Bana, yazdıklarımın polisiye olmadığını sıkça söylerler. Ben de onlara şunu söylerim; ‘Sizin kafanızdaki polisiye türü taCUMHURİYET KİTAP SAYI nımı bence doğru değil.’ Çünkü bu kitapta da yazdığım gibi ben polisiyenin sadece Poe’yla başlamadığını düşünüyorum ya da Agatha Christie olmadığını. Onlar da polisiye. Esas olarak polisiyenin düşünsel felsefik köklerinin Tevrat’a uzandığını, Kâbil’in kardeşi Habil’i öldürme metninin bir polisiye metni olduğunu, Sofokles’in Oidipus’unun, Shakespeare’in bazı oyunlarının, Dostoyevski’nin kimi romanlarının polisiye olduğunu söylüyorum. Çünkü bu metinler suçu anlatmaktadır. O nedenle bunun kavgasını vermeye çalıştım ama insanlardaki tabuları yıkmak çok zor. Hâlâ insanlar polisiye o değildir, polisiye bir cinayeti anlatır demeye devam ederler ve sen de polisiye yazmıyorsun derler. Ben polisiye yazıyorum ve polisiye roman iyi romandır demeyi sürdürüyorum. Romanlarınızın kurgusal yapısının sadece cinayetten oluşmadığını, bunun yanı sıra Anadolu kültür tarihini de görüyoruz. Özellikle de Hititler. Hititler’e ağırlık vermenizin amacı nedir? Sadece DoğuBatı sentezi açısından değil, bu topraklardaki değer açısından bana çok ilginç geliyor; çünkü benim için Batı, ideal bir toplum değil bugün. Tam tersine, Batı aslında ulaştığı noktada çürümüş bir toplum. Batı’da egemen olan şey sadece konfor; ama insanlar ruhlarını kaybettiler. Ruhlarını kaybettikleri için de dönüp tekrar Doğu’ya bakma gereği hissediyorlar. Bizim ruhumuz daha diri. Geri kalmış bir ülkeyiz. Bizde demokrasi sorunu var. Bizde tek parti, tek kitap, tek kurum hâlâ geçerli. İnsanlar, hâlâ orduyu kurtarıcı olarak görüyorlar; hâlâ kurtarıcıya ihtiyaç duyuyorlar, hâlâ demokrasi yeterince gelişmedi. Din hâlâ çok etkili ve laiklik yeterince oturmadı bu ülkede. Çok ciddi problemlerimiz var. Öte yandan bence hâlâ bizim yaşayan bir ruhumuz var, henüz kalıba dökülmemiş, cahil, serüvenlere kapılabilen, yanlış yapmaktan korkmayan bir ruhumuz var. Bu da bizim yaşadığımız topraklardaki tarihle ilgili bir durum. Ayrıca yaşadığımız topraklardaki tarih çok değerli. Ve biz bu değerin farkında değiliz. Neden farkında değiliz, neden değerli konusunda birkaç söz söylemek istiyorum: Yeryüzünde başka hiçbir ülkede üç büyük imparatorluk yaşamamıştır: Hititler, Doğu Roma, Osmanlı. Biz bu toprakların, bu kültürün mirasçılarıyız. O yüzden, Batı’dan bir şeyler öğrenmek tabii mümkün, ama Batı’ya öğreteceğimiz çok şey var. Hititler’i onun için yazıyorum herhalde. Kavim’de Hıristiyanlığı da onun için yazdım; çünkü Hıristiyanlık Kudüs’te doğdu ama bu topraklarda büyüdü: Antakya’da, Urfa’da, Kapadokya’da... Kitapta da değindiğiniz üzere, kapitalizmpolisiye ilişkisini açıklayabilir misiniz? Özellikle klasik polisiyede, polisiyenin ortaya çıkmasında kapitalizmin çok etkili olduğu bir gerçek. Eğer kapitalizmin o sosyolojik yapısı ortaya çıkmasaydı ya da ekonomik yapısı olmasaydı ve bunun üzerinde bir toplumsal psikoloji oluşmasaydı klasik polisiye roman olmazdı. Örnekleyecek olursak, 19. yüzyılın ortalarında kapitalizmin bir patlama gösterdiğini görüyoruz. Özellikle Paris ve Londra gibi kentlere bir iş gücü akını oluyor. İş alanı yok ve dolayısıyla suç patlaması yaşanıyor. Bulvar gazetelerinde cinayetler yayımlanıyor ve insanlar bunu büyük bir merakla okuyorlar. İşte Poe, “Morg Sokağı Cinayeti”ni o dönemde yazıyor. Bunu hazırlayan kapitalist ekonominin büyük suç patlaması. 919 Ekonomideki bu oluşum ya da olgu direkt üst yapıya, bir sanat yapıtına yansıyor ve polisiye roman dediğimiz olgu ortaya çıkıyor. Daha sonraki gelişmelerle polisiye romanın çeşitlerini de görüyoruz. Önce cinayet romanı var, sonra devletlerarası suçta birdenbire casusluk romanı ortaya çıkıyor; çünkü artık paylaşım savaşları başlamış, ülkelerin fethedilmesi gerekiyor, alan gerek, toprak gerek... O zaman soğuk savaş ve casusluklar başlıyor. Amerika’daki büyük bunalım dönemi, mafyayı, örgütlü suçu yaratıyor ve birdenbire kara roman dediğimiz tür başlıyor. Kapitalizmin tarihi aynı zamanda polisiye romanın tarihi şeklinde akmaya devam ediyor. Bugün de aynı şeyi görüyoruz. 68’den sonra polisiye roman, özüne dönmeye başladı. Fransa’da, İspanya’da, Kuzey Avrupa ülkelerinde devrimci polisiyeler ortaya çıkmaya başladı. Polisiye roman birdenbire toplumsal bir nitelik kazandı. Aslında toplumsal içerik dediğimiz şey Tevrat’taki Kâbil cinayetine dönüştür. Kâbil’in Habil’i öldürmesi şunun için anlatılır: Öldürmeyeceksin, o senin kardeşin. Polisiye roman da bir tür öğretici, eleştirel noktaya dönmüştür bugün. Devletin ilişkilerini, politikadaki kirlilikleri, ekonomideki kirlilikleri anlatmaya başlar. Aslında ben de Türkiye’de bunu yapan yazarlardan biriyim. Romanlarım son derece politik romanlardır. Derin devlet olsun, etnik ayrımcılık olsun, istihbarat örgütlerinin kirli savaşları olsun, tarih içindeki şiddet duygusu olsun; “Patasana”da, “Kavim”de olduğu gibi bunları anlatırım. Bizim başlangıç noktamız Kabil’in Habil’i öldürmesidir, kardeşin kardeşi öldürmesidir. Bu korkunç bir şeydir ve biz bugün aynı şekilde romanlarımızda kötülüğü, şiddeti ve suçu anlatarak bunlara içerden bir eleştiri getirmeye çalışıyoruz. Sizce suç nedir? Suç, son derece göreceli bir şey. Suç, toplumla birey arasındaki çatışmadan kaynaklanır. Birey dinamiktir, gelişmek ister, yeni şeyler ister, var olmak ister. Toplumsa statiktir. Aslında toplumun kendisi de dinamiktir ama yasa koyucular statik bir toplum ister; düzen, huzur. Oysa bireyin dinamizmi huzuru sürekli bozacaktır. O nedenle de birtakım tanımlar getirilir. Bu tanımların bir kısmı doğru ahlaki kriterler olabilir; ama büyük bir kısmı, bireyi denetim altında tutmak, istemedikleri birtakım etkinlikler olmasın diye onu sınırlamak için konulur ve suç icat edilir. Suç budur. Örneğin, bugün Mustafa Kemal bizim ulusal kahramanımız ama Kurtuluş Savaşı yıllarında ve padişahlık döneminin son yıllarında vatan haini olarak tanımlanmıştır. Şu an İran’da suç sayılan şeyler bizde suç değil. Bizde suç sayılan şeyler Fransa’da suç değil. Benim için suç, vicdanımı sızlatan şeylerdir. Bir çocuğun ekmek çalması benim için suç değildir. Bir sömürü benim için suçtur. Bir insanın haklarını istemesinden dolayı cezalandırılması benim için suçtur. İşkence benim için suçtur. Öldürmek benim için suçtur. Ne olursa olsun öldürmeyeceksin; çünkü ölümün telafisi yok. Terör ve şiddet kötü bir şey. Buna karşı çıkabilirim, bunu suç olarak görebilirim; ama onun dışında suç son derece göreceli bir şey. Romanlarımda da bunu anlatmaya çalışırım. Suçu da tartışarak... Bir katil var; ama bu katil gerçekten suçlu mu değil miydi tartışarak. Ceza nedir? Toplumu yönetenlerin belirlediği yaptırımlardır. Ve çoğu zaman haksızdır. Bir süre sonra ceza, işlevini yitirir. Suçu önleyeceksek; zengin ile yoksul arasındaki farkı azaltmak gerek, demokratik bir kültür yaratmak, şiddeti tümüyle dışlamak, azınlıkların bütün haklarını vermek, kadınerkek eşitliğini sağlamak, ataerkil mantaliteyi ortadan kaldırmak, Kuzey’le Güney farkını yok etmek, şiddeti toplum hayatından dışlamak gerek. O zaman suç azalır; ama bitmez. Bitmez çünkü toplumun kendisi, düzenini sağlamak için birtakım suç tanımları yapmak zorundadır. Oysa biz, özgür bireyler olarak, bu tanımları kırmak durumundayız. Kırdığımız yerde buna suç diyecekler. “ŞANSIM BU: YAŞADIM BEN” Karanlık yönünüzü yapıtlarınıza yansıttığınız için mi sakin görünümlü bir insansınız? Olabilir. Bu durumu, bu yanımı yapıtlarıma yansıtıyorum. Kitaplarımda yazdığım katiller de benim bir parçam; insanları öldürenler, kötülük yapanlar… Böylelikle belki, bu yanımı doyurabiliyorum. Sanırım şöyle bir nedeni de var; çok hareketli, çok sert bir hayatım oldu benim. Sol gelenekten gelen bir insanım, bununla da gurur duyuyorum. Beni ben yapan o sol gelenek, iyi ki öyle bir şey yaşamışım. O dönem çok sert bir dönemdi ve aynı zamanda çok yoğun yaşanan bir dönemdi; ertesi gün ölme ihtimalimiz vardı. Çok sayıda arkadaşım vardı. Yanımdaki bir arkadaşım ertesi gün ölüyordu. Ben de ölebilirdim. Dolayısıyla o zaman hayatın çok değerli olduğunu anlamaya başlıyorsunuz; arkadaşlık, aşk, annebaba sevgisi, yemeğin lezzeti, denize girmek… Şu an sıradanmış gibi gelen her şey; sıradan ve sıra dışı olan her şey çok daha anlam kazanmaya başlıyor. Dolayısıyla bir süre sonra olgunlaşmaya başlıyorsunuz. On dört yaşımdan yirmi dokuz yaşıma kadar, on beş yıl böyle bir hayat sürdüm. Bir süre sonra anlıyorsunuz ki önemli olan yaşamak, alçakgönüllü yaşamak, kimseyi incitmemek ve anlamlı bir hayat inşa edebilmek. O zaman da bütün hırslar geride kalıyor. O dönem her şeyi yaşıyorsunuz. Belki de şansım bu: Yaşadım ben. Korku, cesaret, kahramanlık, ihanet, aşk, sevgi, nefret hepsi çok yoğun yaşandı. O kadar yoğun yaşadığınızda şunu da anlıyorsunuz; ben bir yazarım, öteki kunduracı, öteki gazeteci; herkesin işi var ve herkes işini yapıyor. Bu beni ayrıcalıklı kılmıyor. Ayrıcalık kısmı şudur; yazarken pek çok karakter olabilme durumudur. Çok büyük heveslere kapılıp gitmem. Zaten yaşadım ben bunları, değmez. Birkaç hayat var o günlerimde. Şimdi daha sakin; belki onun içindir. Kitapta Ahmet Ümit kendi taslağını, izlediği yolu çıkarmış gibi. Polisiye yazmak isteyenlere akıl notları bırakmak gibi bir çabanız var mıydı? Eleştirmenlere ve benim hakkımda yazı yazacak olanlara birtakım ip uçları diyebiliriz. Ahmet Ümit’in yazarlığının ip uçları var bu kitapta. Bu kitabı biraz da onun için çıkardım. Çünkü insanlar gördükleriyle yetiniyorlar; düşünmüyorlar, araştırmıyorlar. Klişeler, ön yargılar hayatın her alanında; düşünmemek her alanda. Belki hızlı toplum olduğumuz için. Bu kitap biraz da Ahmet Ümit’in başka yönleri de var, onu tanıyın demek için çıkmıştır. İnsan Ruhunun Haritası/ Ahmet Ümit/ Doğan Kitap/ 194 s. SAYFA 21