05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Filiz Özdem’le ‘Korku Benim Sahibim’i konuştuk “Bu romanda, sanırım geceden bakarak gündüzü yazdım” Filiz Özdem, Korku Benim Sahibim’de iç içe geçen arayışlarla iç içe geçen korkuları anlatıyor. Özdem’le kitabını konuştuk. ? Nursel DURUEL orku Benim Sahibim bir ilk roman. Öncesindeki şiirleri (Saydam ve Seyirci’dekiler, ayrıca dergilerde çıkanlar) sanat üzerine yazıları ve diğer çalışmalarını bilen bir dostokur için Filiz Özdem’den bir roman gelmesi hem sürpriz hem değil. Sürpriz değil, çünkü somut olarak ortaya koysa da koymasa da varoluş biçimi sanat olan insan cinsindendir. Türü ne olursa olsun bilirsiniz ki yazmaktadır, yazacaktır... Arada bir dayanamayıp “hadi artık”, dersiniz, o sırada neler yazdığını ya da yazmak istediğini bilmeden. Sonra taciz mi ediyorum diye düşünür, ses etmeden beklersiniz. Bir gün pat diye önünüze geliverir kitap. Tam bir sürpriz! Evet sevgili Filiz, epeyce bir zaman önce öykü dosyanızı okumuştum. Nedense yayımlamadınız. Siz de yayımlamayanlar takımından olacaksınız diye endişeliydim. Kilidin içinde nasıl bir anahtar döndü de ortaya çıktı bu roman? Nasıl bir oluşum serüveni var? “ELİMDEKİ ANAHTARI SONSUZA KADAR KAYBETTİĞİMİ DÜŞÜNÜRKEN” Benim içimde iki yazma tarihi yürüdü hep. Biri şiire ait olan ve gün ışığına çıkan, ki ben aslında yazmaya şiirle değil, öyküyle başlamıştım. Diğeri de hep gizli kalan düzyazıya ait tarih. Sanki bir deniz altı mağarasında yaşıyordum. Bir yerden ışık sızıyordu. Orayı tıkayan kaya parçasını itebilsem, denize açılabilecektim. Ama ne kadar çabaladıysam da o kayayı yerinden oynatmaya gücüm yetmedi ve ben de karanlıkta, yarasalarla arkadaşlık ederek oturmaya rıza gösterdim diyelim... İçeride, karanlıkta kısa kısa metinler, parçalar, öyküler yazmayı sürdürüyordum. Şimdiden baktığımda, aslında bütün bu yazıp yırttıklarımın bu kitabı yazmaya bir hazırlık olduğunu görüyorum. İlle de önce ONU anlatmak istediğim ve döne döne ona bir şekil bulmaya çalıştığım bir “şey” vardı. O, orada, benim dışarı çıkmamı engelleyen kaya parçasıydı. O kaya parçası bu kitaptı. İlle de önce ONU yazmam gerek duygusuna bir yandan da şöyle bir duygu eşlik ediyordu: Ya kayayı itince sulara karışıp boğulursam, meali, ya yazarsam ve bu yazdığımdan başka bir şey yazamazsam, ya benim yazabileceğim tek şey buysa! Diğer yandan, çocukça bir duyguyla, bir gün o kayayı yerinden oynatacağımı ve denize açılacağımı da biliyordum. Bu kaçınılmazdı. Bu kitabı yazmazsam kendimi ölecekmiş gibi hissediyordum, ama gençliğin verdiği şımarıklıkla da, daha önümde uzun bir zaman var diye düşüSAYFA 18 K nüyordum. Bu duygu bir yandan oyalanmama neden oldu, bir yandan da karanlıkta oturmaya, yarasalarla arkadaşlık etmeye, yazdıklarımı yok etmeye alışmama! Tam da yazdıklarımı yayımlamaktan, hatta zamanla yazmanın kendisinden de vazgeçme hali gelip oturmuştu ki kıyıma, bir baktım, kırk yaşımı geçmişim. İlk kez telaş duydum, ya ölürsem, ya içimdekiler içimde kalırsa diye. Bu arada aile tarihiyle ilgili arayışımı da sürdürüyordum. Tam bunları araştırırken, Taşın Bellleği: Mardin kitabını hazırlıyordum. Metin Sözen’in önerisi ve aracılığıyla, Erciyes Üniversitesi’nden bir araştırmacıyla tanıştım. Kendisinin muhafazakâr biri olduğunu belirten Hüseyin Cömert, elinde ne kadar bilgi, belge varsa adına yaraşır biçimde çok cömertçe paylaştı benimle. Sonra kendi arayış hikâyemi yazdım, mühtedi dedemin izini nasıl sürdüğümü...1831, 1872 nüfus sayımından, vergi kayıtlarından, mahkeme tutanaklarına, nüfus kayıtlarına, insanlarla yapılan görüşmelere uzanan bir arayışın notlarıydı, sonuçta edebî bir metin değildi. Üstelik kimseyi de bulamamıştım. Ve ne tesadüftür ki, tam Mardin kitabını hazırlarken dedemin Mardinyan’ların oğlu olduğunu öğrendim. Müge Sökmen bu metni okudu. Ve, keşke burada, satır aralarında duranları yazsan, bu kitabın altındaki kitabı yazsan dedi. Sobelenmiştim. O saat bu saklı kitabı yazmaktan tümüyle vazgeçtim sanırım. Sonra bir yazarla evlendim. Korku Benim Sahibim’in editörü de olan Ali Alkan İnal eşim. Yazmaktan vazgeçmişliğimden vazgeçmem için bana neredeyse yalvardı. O arada, öncesi ve sonrası diye hayatı bölen o korkunç cinayet: Hrant öldü. Kendi arayışımı, rüyalarımı, duygularımı, heyecanımı bire bir paylaştığım, bazen başının etini yediğim arkadaşım, ta üniversite yıllarından arkadaşım... Hayat benim için, olağan akışında gece ve gündüz gibi iki şeyden oluşurdu. Ev ve dışarısı. Ev yuvadır. Kapısından çıktığımız zaman içine düştüğümüz ise dünya. Dünyayı her gün çıkmamız gereken bir sahne olarak algılardım hep. Dünya artık bir sahne olmaktan bile uzak düşmüştü. O zaman kuliste oyalanıp dursam ne olacaktı ki? Ne gereği vardı bundan sonra hazırlanıp, rolünün gereği neyse onu yapmaya, başına renkli tüyler takmaya, sıran geldiğinde repliğini bir papağan gibi tekrarlamaya ne gerek vardı? Ne olacaktı? Hrant’ın ölümüyle, elimde pervasızca salladığım anahtarı da karanlık suya düşürmüştüm. Ama bu acının içinden Korku Benim Sahibim çıktı. Arkadaşım Hrant’ın yazmamı çok istediği, bunun için beni dürtükleyip durduğu kitap. Çok yazık ki göremedi, ama bu kitabı yazmak ona da borcumdu. Elimdeki anahtarı sonsuza kadar kaybettiğimi düşünürken, belki aslında hiçbir şeyin kilitli olmadığını, sandığın yalnızca kapağının kapalı olduğunu, dolayısıyla bir anahtara da gerek olmadığını, bir hamleyle açılabileceğini de anlamış bulundum aynı zamanda. Bu hamle çok travmatik olsa da. Aylarca, dışarıda neredeyse kimseyle görüşmeyerek, yalnızca işe gidip geldim ve eşimin büyük desteğiyle, her akşamı, her hafta sonunu da bilgisayara yapışarak geçirdim. Böylelikle mağaranın çıkışını kapayan kaya da kendiliğinden düştü. Bu kitabı yazmak, kendi hikâyesi dışında bana pek çok hikâye hediye eden dedeme karşı da boynumun borcuydu. Romanın adı, romanın anlatıcısı Sude’nin bir cümlesinden alınmış: “Korku benim sahibim”, diyor Sude. Kitabı okurken, okuduktan sonra da, ‘eğer bir duygu sahibiyse Sude’nin, bu, korkudan çok sevgidir’ diye tekrarlayıp durdum kendi kendime. Onun, “korku benim sahibim”derken neyi işaret ettiği, neye karşı çıktığı çok iyi anlaşılıyor elbette. Başlık, romanın içeriğiyle tam bir tutarlılık içinde. Ama Sude’yi Sude yapan, yalnız kendisinin, yakınlarının acı ve korkularını değil, başka insanlardaki, toplumdaki, daha da öteye götürürsek başka canlılardaki korkuyu derinden duymasını, kavramasını sağlayan temel duygunun sevgi olduğu öylesine açık ve öylesine güçlü bir biçimde verilmiş ki, böyle bir okur özgürlüğü kullanmaktan alıkoyamadım kendimi. Elbette her okur farklı biçimde okuyacaktır, ama yazarın söylediğinden, yazılmış olandan büsbütün kopmadan. Ne dersiniz, sizce benimki metnin uzağına düşen bir okuma mı? Bilakis. Metnin özüne dokunan bir okuma. Bu kitabı yazarken, daha en başından, “korku benim sahibim” cümlesini yazmadan, kitabın adının ne olacağını bilmeden önce, bilgisayarımda bu dosyanın adı “korku” diye kayıtlıydı. “Korku” dosyasının üzerine her gün tıklanıyordu. Bazen gecenin bir yarısı uykudan kalkıp gün ağarana kadar yazıyordum. Gecem gündüzüm birbirine karışmıştı. Tık, açıl “korku”, tık, kapan “korku”. Açıl susam açıl dediğimde önümde bir kaya oyuğu beliriyordu, ama orada bulduğum hazine, haramilerin sakladığı hazineye hiç benzemiyordu. Her gece gizli bir kaya oyuğuna, bir zaman tüneline, bir korku dehlizine giriyor, orada kapkara taşlar buluyordum. Her birini parlatmam, altında duranın ışıltısına ulaşmam gerekiyordu. Ve her gece bu oyuğa giren ben ile bu oyuktan çıkan ben aynı insan olmuyordu. Bu romanda, sanırım geceden bakarak gündüzü yazdım. “BENİM AĞZIM VAR, DÜŞ GÖREN ELLERİM VAR” Romanın bir başka yerinde “Benim ağzım var, düş gören ellerim var”, diyor Sude. “Düş gören eller” şiirsel bir imge. Şiirsel imgeler roman boyunca sık sık çıkıyor karşımıza. Keşke her biri üzerinde ayrı ayrı durma olanağı olsa. Alıntıladığım imge plastik sanatlarla uğraşanları çağrıştırıyor hemen. Sude, iki kanalda akan ve iç içe geçen bir arayış öyküsüyle bir aşk öyküsü anlatıyor, ama dil yoluyla öyle tablolar çıkarıyor ki ortaya, okur, aynı zamanda bir resim galerisindeymiş gibi duyumsuyor kendini ( portreler, geçmiş zamanlara ait manzaralar, bağ evleri, bahçeler, daracık sokaklar, çocuklar, büyükler, büyük aileler... ve soyut resimler). Yer yer sinematografik anlatımla karşılaşılsa da baskın akrabalık resim sanatıyla. Sude’nin bir anlatıcı olarak öne çıkan bu yönü, kararlı bir seçim miydi, yoksa sizin birikiminizden ona sızan bir özellik mi? Belki de Sude’nin bambaşka bir yönünü işaret ediyordur “düş gören eller” imgesi. Evet, şiirsel imgeler var. Ve bu kitabı yazarken şiir yazan damarımdan kurtulmak için çok çaba harcadım, böylelikle resimsel yan öne çıktı. Şiirsel dokuyu da dozunda bırakabilmişimdir umarım. Ama ayrıca, geçmişte bazı arkadaşlarımının şiirlerimin çok resimsel olduğu yönünde tespitleri olmuştu. El, kendi başına çok yüklü... Ellerimiz bizim dünyaya dokunduğumuz uzantılarımız. Biz ellerimizle eyleriz. Elin hem KİTAP SAYI ? CUMHURİYET 919
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle