Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? larken/ avucum bir deniz mi çocuk?/ Meleksi birliktelik içre, Göksel haleye çevrelenmiş/ Ölümün ve yaşamın ikircilliği…” (s.19) Öte ışıklar özlemi yakasını bırakmıyor ozanın. Güzel yıldızın kollarını, ölüm sonrasızlığında gereksinmesi ve ona tutkunluğu yansıyor dizelerine: “…Az bir sevgiyle al beni gökyüzüne, o görkemli/ mabede yönetici çemberinin içine!/ Yıldız tutkunum sana.” (s.21) Ozan, kuşkuyu, “zakkumun acı, yapışkan özsuyu ve bakışın cesedi” olarak görüyor. Gökyüzü, gökyüzünün her vakti ilgilendiriyor onu. “Ak çizgili bir çocuk tulumudur gök kimi sabah” diyor. Okyanus derinliğince ağladığı oluyor. Sevincini anlatışında, yurdunda yaşadıklarının izlerini görüyoruz: “…Uzak sevincim ey!/ Kırık dökük ülkenin seçkin çiçeği!” (s.42) “Ben çağrışımlar yurdunun yanık halkası” (s.47) derken de hangi acıları anımsatıyor kim bilir? Ozan, şiirlerindeki benzetmeleriyle, tinsel durumunu yansıtıyor: Ölgün ülke, gökçe tütsü, zakkumun iniltisi, aşk yoncası, cinnetler mağarası, yan ölümler, uysal âşık vb. Işığı denize akan bir ozan Nilgün Marmara: “…Bu aklıkta, minarem mavi benim./ Işığım denize kayıyor, bir sayıklama/ izleğiyle, bir zamanlar pay verdiğimiz insanlığa!” (s.58) Dizelerde bir kararlılık, bir çığlık seziliyor: “Dünyamsın benim, zorbam düzenim/ Bundan gözlerim göğe çevrili,/ ellerim denizde./ Hiç katılmadan sende yaşıyorum,/ dirimimsin benim, /doğarken öldüğüm.” (s.65) Sevi çanını ellerinde tutan ozan, “sevişiyorum seviyle ben” (s.70) diyerek aşkın yüceliğini vurguluyor, mavi gül tadında yazıyor şiirlerini. İlhan Berk gibi sesleniyor kimi kez: “…Ben o zaman dutlarımı yiyordum,/ susku ve güzellik için,/ dönüşüyordum bir bülbüle/ kanadından kalem sunan,/ Yazı çağırıyordum/ ve biliyordum yine/ yeğdir kapanması çiçeğin. (s.75) …Biz ince yüzlü ince gözlüleri de sevdik (s.91) … O zaman hayat bir kuşüzümü kadar ufaktı,/ Sen orada otururdun/ Görüntüler sokağında…” (s.134) ÖLÜM... Ozanın şiirlerinde, ölüm izleği önemli yer tutuyor: “Pek az zamanı kaldı bu zora koşulmuş bedenimin/ Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…// Nasıl da biçilmiş kaftan ölüm/ bu solgun yürek için…Dost, ana baba ve hiçbir umudu düşünmeden/ Doğramalıyım bu tiksinç vücudu beynimle!” (s.97) Şiirlerini, kuğuların ölüm öncesi ezgilerine benzetmesi boşuna değil. “Dirim çürüyor yanıbaşımızda” (s.100) “…belki yaşayakalan ölümdür/ bütün yanık ünlemler tekrarında!” derken, umutsuzluğunun dorukta olduğu anlaşılıyor. Çocukluğunun yitişiyle her şeyin yittiğini duyumsuyor: “…Çocukluğun kendini saf bir biçimde/ akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!..” (s.171) Nilgün Marmara, yirmi dokuz yaşında aramızdan ayrılıyor. On yıl gibi kısa bir sürede yazdığı şiirleriyle, yazınımıza katkılarda bulunuyor, ardında şiir izleri bırakıyor, “mavi gül tadı”ndaki şiirleriyle ölümsüzlüğü yakalıyor. ? Daktiloya Çekilmiş Şiirler/ Nilgün Marmara/ Everest Yayınları/ 3. Basım/ Kasım 2006/ 171 s. SAYFA 24 Yaratıcım ve Ben biçimde öğrenir. Nil, şımarık, üniversite mezunu bir kızdır. Sevgisini belli etmeyen ve sevdiğine eziyet etmekten hoşlanan bir tiptir. Taner ise yalın, samimi ve duyarlı bir Anadolu çocuğudur. Çiçekli dükkânında çalışmasının yanında Nil’e karşı büyük bir aşkla doludur. Nil ise hem onunla olmaktan memnundur, hem de ona uzak durmaya çalışır, Taner’in sıcak ilgisine soğuk durur. Nil, günün birinde, hem de Taner’in iyi bir dergide şiirlerinin yayımlandığı bir anda, en yakın arkadaşıyla uzatmalı sevgilisini aldatır. Onları yatakta gören Taner’in dünyası birden yıkılır ve Berlin’den gider adresini falan belli etmeden. Nil’in bir çocuğu olur ötekinden. Çocuğa Nil’in annesi bakar. Nil, yaptığına bin pişmandır ama iş işten geçmiştir. Annesinin babasının geldiği Anadolu’daki köye çekilir. Nil’in babası zengin olmayı kafasına koymuş ve bunu başarmış biridir. Kızı üzerinde çok etkilidir. Kızına sevgisini göstermeyen tipik bir babadır. Annesi, yumuşak, sevecen, evde pek sözü geçmeyen ama çok kitap okuyan biridir. Nil, köy evinde geçmişini yaşamaya, yazmaya başlar. Köydekiler tümüyle yobaz insanlardır. Nil’in giyim kuşamını, davranışlarını normal karşılamazlar. Hele köye atanan ilerici, aydın öğretmenle dostluğunu hiç bağışlamazlar ve bunu kötüye yorarlar. Öğretmeni köyden uzaklaştırmak için ellerinden geleni yaparlar. Nil, konuşma bozukluğu eğitimi görmüştür üniversitede. Köy evinin yanındaki çobanın oğlunun konuşma bozukluğunu gidermeye çalışır. Köylüler, Nil’le öğretmeni arabayla kaçmaya çalışırlarken yakarlar. Nil’in tuttuğu defterden bunu öğreniyor kahraman. Kahramanın bir de adı da olur: Behnan. Nil’in oğlu da annesinin ardından aynı köye, aynı köy evine gelir. Annesinin peşine takılır. Bir dedektif gibi işin üstüne giden ise Behnan’dır, yani romanın kahramanı. Köylüler ise cezalandırılmışlar, efsunlanmışlar gibi kimseyi görmezler, hiç tepki vermezler. Nil’le öğretmenin yanmaktan kurtulduğu şöyle bir sezdirilir Behnan tarafından. Bu doğru bir saptama mıdır, yoksa bir düş müdür? Pek belli olmaz. Ama bir olasılık olarak karşımıza çıkar. Taner’i İstanbul’a gittiği, orada evlendiği de bilgi olarak verilir flu bir biçimde. Bunda da kesinlik yoktur. Romanda ortaya çıkmadan kalan pek çok gizemli şey vardır, o da yazarın nüfuzunda olan şeylerdir. Romana yoğunluğu artıran bir teknik. YARATMA İLE YARATILMA Yaratma ile yaratılma arasında mekik dokuyor okur romanı okurken. Polisiye bir tat ve kurgu da işin içine girince, romanın merak unsuru da epeyce yükseliyor. Ayrıca Nil’in defteri, köydeki yaşam, yazarla kahramanı arasındaki ilişki, ? Gültekin EMRE Y azarın yazdıklarının peşine takılması bilinen bir şey; ya da yazının yazarı peşinden sürüklediği, yönlendirdiği: Yazarın yazdıklarının tutsağı olduğu. Yazarla yapıtı arasında kopmaz bir bağ vardır bilinen. Yaratıcının yarattığı kahramanlarla özdeşleştiği de olur. Bir roman kahramanının yazarına dönüşmesi de olabiliyormuş, bunu da yeni öğrendim. Kurmaca bir romanda kahramanın yaratıcısını yönlendirdiği de Yaratıcım ve Ben’de olduğu gibi. Şakir Doğan, Berlin’de yaşayan bir yazar. Yazıya şiirle başlamış ve 1977’de yayımlanan Karıncaların İntiharı’nda da ürünlerini bir araya getirmiş. Öyküleri Adam Öykü, Kitaplık, Berfin Bahar gibi dergilerde yayımlanmış. Şimdi de Yaratıcım ve Ben romanıyla okur karşısında kendini sınıyor. Polisiye tadı da olan ve yaratma ile yaratıcı arasındaki ezeli çekişmeye, yönlendirmeye o da katılıyor romanıyla. Roman, kahramanının ağzından ilerliyor. Kişililiğinin ve kimliğinin farkına varan kahraman, bir gün yüzünü merak eder. Aynada gördüğü yüz yazarın, yani kendisini yaratanın yüzüdür. “Tek yumurta ikizi gibi” birbirlerine benzerler. “Sanki bir kişinin iki özdeş” kopyası gibidirler. Yazarın geçmişini de almış bir kopyadır bu. Yazarın kardeşi olmuş bir kahraman yani! KÖY EVİNDE İNZİVA... Roman, Anadolu’da adı sanı belli olmayan küçük bir köyünde geçer daha çok. Ama Berlin’le de sıkı bağlantısı vardır. Çekildiği köy evinde, inzivada roman yazan yazarın kahramanı pek meraklıdır. Bulduğu defterde Nil ile Taner arasındaki aşkı ayrıntılı bir köylülerin artan baskısı, köy öğretmeninin yaydığı samimi, dostça ışık... Romanın iç içe geçmiş sıkı kurgusu, Yaratıcım ve Ben’i büyük bir dikkatle okutmaya yetiyor bence. Ayrıca Şakir Doğan’ın yalın, disiplinli Türkçesi de kitaba olumlu puan kazandırıyor. Bu kitap ucuzlanacak bir gurbetçi romanı değil. Artık yurtdışından da bu tür iyi kitapların çıkabileceğinin bir ön işareti bence. Üzerinde çok çalışılmış, çok emek verilmiş ve belli bir kurguyu, anlatımı da falsosuz sonuna kadar götürebilmiş bir romanla karşı karşıyayız Yaratıcım ve Ben’de. Yaratıcı ile kahraman arasında köy evinde sürüp giden ve yer yer çekişmeli günlük yaşam, bir yandan da Nil’in notları üzerinden yürüyen Berlin’deki Taner’in tutkulu aşkı. Nil’in kendini çözümlemeye çalıştığı pişmanlık dolu geçmişine eğilmesi ve ailesini masaya yatırması da romanın derinliğini oluşturuyor. Hem uzaktan, hem de yakından olaylar bir örgü gibi gelişir, birbirinden kopmaz hale gelir. Yazar, Nil’in oğlu, roman yazma sürecinde kahramanı sayesinde geliştirir romanı. Sonunda yazar köylüler gibi efsunlanır ve köyde kalır. Kahraman yaratıcısının bileti ve pasaportuna kavuşur yurtdışına çıkmak ve yeni bir hayata başlamak için. Aslında başlayacağı yeni bir hayat mı, yoksa eskinin izinde yeni bir düzen mi? Bu belirsizliği okur istediği gibi yorumlayabilir. ? Yaratıcım ve Ben/ Şakir Doğan/ Roman/ Kora Yayınları/ Temmuz 2006/ 186 sayfa. Türklerin Tarihi ? Zahide YILMAZ dları ilk defa Çin yıllıklarında telaffuz edildi, bir çağın sonunda imzaları vardı, onlarca devlet kurdular, tüm büyük dinlere inandılar tarih onlarsız yazılamazdı. “Neden Türkler” sorusuna “Çünkü, Türklerle evrensel tarihi kucaklıyorsunuz!” diye cevap veren Fransız Türkolog JeanPaul Roux Türlerin Tarihi’yle bizi bize bizden biri olarak anlatmayı yine başarıyor. Cumhuriyet kurulduğunda henüz doğmamıştı, Atatürk öldüğünde 13, İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde 14 yaşındaydı, 60 darbesinde ise o artık bir Türkologdu. Neredeyse Tür ? A Şakir Doğan CUMHURİYET KİTAP SAYI 894