04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

B ir edebiyat ortamının oluşması yeni etkinliklerin gelişmesini sağlıyabilir Ülkemizde herkes roman, öykü, oyun yazıyor. Herkes film çekiyor, tiyatro yapıyor. Herkes harıl harıl resim çiziyor, beste yapıp şarkı söylüyor… Dünyanın tüm ülkelerinde de bu yönde bir düzlemde kayılıyor. Bu verimleme bolluğuna diyeceğim hiçbir söz olamaz, şapka çıkarırım bunca üretkenliğe. Ama sormadan edemem; öteki ülkeler kıyıda dursun hele, bizde verimleyiciler, ne ölçüde alımlayıcı acaba? Herkes harıl harıl ürün verecek, tamam, burası güzel, ama okumaya eli varmayacak, olacak iş mi bu? lkin alt başlığa değinmeliyim, öyle ya neyin nesi bu “Roman Zamanı”, ne demeye böyle bir başlığı buyur ediyorum “Kitaplar Adası”na? Okurlar beni “eleştirmen” olarak tanıyor daha çok, oysa yazar olmaya çabalayan biriyim yalnızca, roman, öykü, oyun verimlemeye gönül düşürmüş biri, denemenin Mecnunu. Eleştiriyle ilgimin olmadığı sanısına varılmasın bu sözümden… Otuz yılı aşkın süre boyunca eleştiri üzerine okumuş, düşünmüş, kendince bireşimlere varıp yazılar kaleme almış biri olarak kimi “Kitaplar Adası” yazılarımın eleştiri bağlamında alınabileceğini yadsıyacak da değilim hatta! Ne ki “eleştiri” ister “yazınsal eleştiri” bağlamında yazın türlerinden biri olarak, isterse “yazın eleştirisi” bağlamında yazınbilim ürünü biçiminde alınsın bir disiplindir ilkönce. Sıkıdüzen gerektirir o ayrı, burada disiplin derken, alanın bilimsellikle, en azından yöntem bağlamındaki ilişkisine, kol kolalığına gönderme yaptığım gözden uzak tutulmamalı. Beri yandan yalnızca birikime dayanılarak eleştiri kaleme alınabilir mi? Birikim zorunludur kuşkusuz, ancak yeterli midir; çünkü eleştiri ürünü ortaya koyabilmek için bu birikimin üzerine eleştiriye konu edilen nesnenin tüm bilgisini eklemek zorundadır eleştirmen, öyleyse yazın türleri içinde en çetrefilidir eleştiri. Zaman gerektirir, bir; bu zamanı karşılayacak para gerektirir, iki. Türkiye’de eleştirinin gelişemeyişinin ana nedeni işte burada gizleniyor: yazına düşkün insanımızın genelde zamanı yok, olsa da bunu kendisine, kendi özüne özgülemek istiyor, bir; parası yok, varsa da bunu kendi özel ilgisi için harcamak istiyor, iki… Eleştirimizin cumhuriyetle kurulup geliştiğini söylemek değerbilirlik gereği olarak alınmalı. Çünkü eleştiri, ancak cumhuriyetle gelenekselleşmiştir. Ama sonrasında ne denli zıpçıktı siyasa uygulanmışsa Türkiye’de, bu anında eleştiriye de yansımıştır denebilir. Hele ekonomik açıdan durmadan gerileyen ülkemizde eleştirinin de bu çerçevede gide gide yoksullaştığı, eleştirmeninse tükendiği söylenebilir… Bu çerçevede eleştiri, Hasan Âli Yücel’in iktidardan düşürülüşü sonrasında devlet eliyle çökertilmiştir de diyebiliriz pekâlâ! M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Roman Zamanı “Türk kodeksine uygun hidrofil pamuk” Bu çerçevede eleştiri dışında sanatla, düşünceyle, bilimle ilgili pek çok yazı kaleme alıyorum bu köşede, bunları güncel bağlarla ilişkilendirdiğim oluyor, üstelik sıklıkla… Yer yer makale, yer yer anı, günce, yer yer öykümsü aktarımlar, yer yer de deneme yine de hep kitaplar arasında gezinen… Bunları yazmazsam ne olur peki? Hadi Sait Faikçe söyleyeyim, deliririm… Öyleyse okur, böyle bir yazı coğrafyam olduğunu öncül bağlamında alabilir. Bunların bir bölümünün Cumhuriyet’in iç sayfalarına uygun türde yazılar olduğu düşünülebilir. Eğer böyle bir olanağım bulunsaydı, o zaman bu yazıları gazetedeki köşemde yayımlar, hafta kıskacına girmiş dar zamanın onca yoğun baskısına karşın “Kitaplar Adası”nı eleştiriyle daha bir kol kola kılardım… Ama, başta belirlenmiş amaç yönünde de bir yörüngesi olmalı köşenin, değil mi? Bu nedenle “Kitaplar Adası”ndaki yazılarıma beş ayrı alt başlık açma kararı aldım: “Roman Zamanı”, “Öykü Zamanı”, “Oyun Zamanı”, “Deneme Eleştiri Zamanı”, “Çocuk Yazını Zamanı”… Böylelikle sanata, düşünceye, bilime, öteki ekinsel etkinliklere özgülediğim, ama gazetede kullanılabilecek yazılarımın yanında, Cumhuriyet Kitap okurlarının ilgiyle karşılayacaklarını umduğum akış içinde romanlara, öykülere, oyunlara, deneme, eleştiri kitaplarına, çocuk yazını ürünlerine yer açacağım düzenlilikle. Tıpkı çeşitli köşelerden oluşan sayfa gibi, ama farklı haftalarda… Doğrudan eleştirel değerlendirmelerle sürecek yazılar aracılığıyla son birkaç yıldır okuduğum, ancak hiç söz edemediğim kitapları da ele almış olacağım böylece. Ne ki yazarlar, aynı yazı içinde birkaç kitaba birden yer açışıma bakarak kitaplarını hafifsediğim gibisinden toptancı genellemelere yönelmesin lütfen. Hiç kuşkunuz olmasın, yükte hafif pahada ağır yazılar olacak bunlar… Alt başlık sorununu çözümlediysek “Kitaplar Adası”ndaki yazı başlığına geçebiliriz… rum. Ya kodeks, hidrofil? “Türke uygun pamuk” demenin Frenkçesi miydi acaba bu? O günlerden bugünlere uzun bir sıçrama yapalım gelin. Dil Derneğince yayımlanan Türkçe Sözlük, “hidrofil”i “suculluk” olarak karşılamış. “Kodeks” ise “ilaçların formüllerini gösteren resmi kitap”. Demek ki “Türk yaşam biçimine uygun sucul pamuk” söz konusu. Ama kulağımda yankılanışı bağlamında çocukluğumun ilginç biriktirimleri arasına katılan “Türk kodeksine uygun hidrofil pamuk” söyleyişi, bugün de bir yerlere götürebiliyor beni… Öyle ya, bir Türk kodeksi, Türk standardı, Türk ölçütü var mı? Bunlardan söz edilebilir mi? Bir ara gazetelerde okumuştum, erkeklerin kamışları için üretilen kılıflarda bile Türk standardı bulunduğu, kılıfların buna dayanılarak yapıldığı dile getiriliyordu haberde. Diyelim Türk pamuğu var, hadi Türk kamışı da var, iyi de “Türk romanı”ndan söz edilebilir mi, olası mıdır bu? Belleğimizi kurcalayıp halkımızın on yıllar boyunca sürekli okuduğu, bağını koruduğu düşünülebilecek üç beş romanımızı anımsamaya çalışalım… Örneğin Halit Ziya’nın Aşkı Memnu’su, Reşat Nuri’nin Çalıkuşu, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u, Rıfat Ilfaz’ın Hababam Sınıfı, Orhan Kemal’in Murtaza’sı, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i anımsanabilir bunlar arasında… Bu romanlarımızın, sırasıyla halkımızın aşkla yasak aşk ikilemine yönelik değer anlayışını; saflık, ulusal yüceliş duygularını; suçun cezasız kalmaması gerektiği kavrayışını; duygu paydaşlığına dayalı sınıf anlayışını; gözlerini kapayıp vazifesini yapma inancını; direniş, yiğitlik ülküsünü karşıladığı düşünülebilir bir ölçüde. Böyle düşünülebilirse yukarıda saydıklarımın “Türk romanı”nda temel ölçüt için veri, dayanak oluşturabileceği öngörülebilir pekâlâ! Ünlü toplumbilimcimiz Doğan Ergun’un bir kitabı vardır, sıkça söz etmişimdir ondan yazılarımda, özellikle de roman verimleyicilerinin bu kitabı okumalarının zorunluluğu üzerinde durmuşumdur: Türk Bireyi Kuramına Giriş (Gerçek, 1991). Bizim romanlarımızdaki ana sorunsalın bir Türk bireyi ortaya çıkaramamakta ya da Türk bireyi/ kahramanı yaratmaya girişip bunu karakterleştirememekte düğümlendiğini düşünüyorum çünkü ben. Var elbette başka sorunlar, sorunsallar da, ben bu yanından bakarak söylüyorum yalnızca. Ölmeden çok önce Memet Fuat, kimi yazılarında dile getirmişti. Sözgelimi futbolun yaşamımızda önemli yer tuttuğunu, yaygın ağırlığa sahip olduğunu, ama romanımızda futbolun hiç mi hiç ele alınıp işlenmediğini vurgulamıştı. Sonrasında bir roman da verimledi hatta, kahramanları aracılığıyla futbol dünyasını an latmaya giriştiği: Sana Deliler Gibi (Adam, 2002). Oysa günümüz romanları, yayımlanmamış dosyaları da ekleyerek söyleyeyim, izleksel bir genişlik sunamasa bile konu, kurulan evren bağlamında olağanüstü çeşitlilik, büyük zenginlik yansıtıyor. Ne var ki gerek izleksel açıdan gerekse karakter yaratma açısından romanımızın ilk elli yılda aldığı yolu çokça genişletip geliştirdiği söylenemez sanıyorum… Nitekim günümüz romanları bu bağlamda toplumsal yapıyla bir türlü buluşup çakışamayan, cılız çakımlar olarak parlayıp sönen birer nokta halinde bir köşede öylece kalmış izlenimi bırakıyor. Ya dünyanın öteki romanları? Diyelim İngiliz, Fransız, Rus romanı var, hatta koca bir Latin Amerika romanı da var, peki bir AB romanı var mı? Kulağınıza geldi mi hiç? SAVAŞ SÜRECİ YAŞANIRKEN ROMAN... Bir AB romanı yok elbette, ne ki kuzu postu altındaki AB tilkisinin roman siyasası elbette var! Bu siyasa, temelde tüm etkinlikleri kendi çıkarları yönünde gütmeye yönelik kuşkusuz… Bunu özellikle savaş süreci sancılarının sanata yansıması bağlamında değerlendirmek olanaklı görünüyor bana. Sözgelimi ülkemizde herkes roman, öykü, oyun yazıyor. Herkes film çekiyor, tiyatro yapıyor. Herkes harıl harıl resim çiziyor, beste yapıp şarkı söylüyor… Dünyanın tüm ülkelerinde de bu yönde bir düzlemde kayılıyor. Bu verimleme bolluğuna diyeceğim hiçbir söz olamaz, şapka çıkarırım bunca üretkenliğe. Ama sormadan edemem; öteki ülkeler kıyıda dursun hele, bizde verimleyiciler, ne ölçüde alımlayıcı acaba? Herkes harıl harıl ürün verecek, tamam, burası güzel, ama okumaya eli varmayacak, olacak iş mi bu? Tarımcıların sözü hep düşündürmüştür beni: Kurak mevsimlerde ağaçlar daha çok meyve verir, kökenler daha çok sebze döker… Neden mi? Çünkü bitkiler, yaşamının artık sona ereceği bilgisini edinir, nesi var yoksa tohum olsun diye bunu atmaya, serpmeye girişirmiş… Bizdeki sanatsal verimleyişi buna benzetiyorum biraz. Ölüm öncesinde gözlenebilecek saman alevi bir parıltı. Bunun kor ateşe dönüşebilmesi için geçici değil, kalıcı közlere gereksinim var, Türk kodeksine uygun romana yani! Bu yöndeki arayışlar, savaş sancılarıyla yaşanan yıllarda gözlenen sanatsal arayış dürtülerini anımsatıyor insana. Oysa yukarıda andığım roman örnekleri yüzyıldan yarım yüzyıla dek değişen bir zamandır yaşayageliyor toplumumuzda. En önemlisi de kimi içsel yapılarını, düşünme biçimlerini ortaya çıkarıyor halkımızın. Peki siz, son yarım yüzyıldır bunlara kaç roman adını daha ekleyebilirsiniz, ekleyeceğiniz romanlarla yazar sayısını kaça çıkarabilirsiniz? Sözgelimi Sulhi Dölek’in Küçük Günahlar Sokağı (Dünya, 2005), Tahsin Yücel’in Kumru ile Kumru (Can, 2005), İnci Aral’ın Safran Sarı (Merkez, 2007) adlı romanları bağlamında yeniden yatıralım mı şu konuyu masaya? Yoksa bu savaş sürecinin yaşandığı gergin ortamda her yere saldırıp kendine malzeme çıkaran, her yere hayasızca elini uzatan, yeri geldiğinde salya sümük ağlayan, yeri geldiğinde kahraman kesilen romanla; bütün bu yaptıklarıyla roman sanatında biçemsel, kurgusal yenilikler getirdiklerini, öncü çalışmalarıyla devrim yarattıklarını, hatta bu yönde ufuk açtıklarını toplumu aydınlattıklarını sanan yazarla AB kodeksi içinde “ucuz roman” bölümü bile yaratılamaz herhalde. Türk kodeksine uygun romana gelince… Sahi Türk kodeksine uygun roman nasıl bir şeydir acaba? Herhalde suculluğu yüksek pamuk türünden bir şey olmasa gerek! ? SAYFA 29 duygusallığa kapılmadan, o döneme bakmak, gerçekleri görmeyi kolaylaştıracaktır. İ TÜRK DİL KURUMU’NUN ATAÇ’LI DÖNEMİ O zamanlar Türk Dil Kurumu, Sıhhiye’de, Cihan Sokağı No: 5’de, üç katlı küçük bir yerdeydi. “Türk Dili” dergisi, özleşme Türkçesini genç edebiyatçılara benimsetmek amacıyla yeni çıkmaya başlamı TÜRK KODEKSİNE UYGUN ROMAN... Ahmet Tüzün, Antalya’da Antalya Sanatçılar Derneği ANSAN’ın etkin üyelerinden. Arada öykü günlerinde buluşuruz Antalya’da. Günün birinde telefon: Ahmet. Çıkaracakları dergide roman dosyasına eklemlemek üzere romancılığımızı genel anlamda değerlendiren yazı istiyor benden. Hiç düşünmeden başlığı attım: “Türk Kodeksine Uygun Roman…” İyi de bu başlık nereden geliyor diyeceksiniz? Pamuk paketlerinin üzerindeki yazıyı nasıl unutabilirim, taa çocukluğumda yerleşmiş belleğime: “Türk kodeksine uygun hidrofil pamuk”. “Mabel” sakızı ya da Tommiks, Teksas gibi bir şey… “Türk”, “uygun”, “pamuk” bildiğim sözcükler elbette, ne güzel, anlayabiliyo893 “ROMAN ZAMANI”... Bunca sözün ardından “Roman Zamanı”na gelebiliriz artık… Demek ki “Kitaplar Adası”nda yayımlanan her yazıya eleştiri damgası vurmak yanlış! CUMHURİYET KİTAP SAYI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle