24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

“Bir Rönesans AdamıDoğan Kuban Kitabı” üzerine… Aradığımız aydın: Doğan Kuban günler, daha çok da geceler boyunca, ya da İstanbulEskişehir yolculuklarımı saatlerin ölçeğinden koparıp neredeyse dakikalara indirgeyen 'yol sayfaları' boyunca, yaşadığım zamandan ve içinde bulunduğum mekânlardan gerçek anlamda kopuyorum. Adeta Bergson'a ve Proust'a taş çıkartırcasına, geçmiş, bugün, gelecek ayrımlarını silip, bütün zamanlarda eşzamanlı yaşamaya koyuluyorum. Bir elimle on üç ile on altıncı yüzyılların arasındaki İtalya'ya yapışırken, öteki elimle Mustafa Kemal'in Cumhuriyetinin kuruluş yıllarının, o müthiş 'Türk Aydınlanması'nın sayfalarını karıştırıyorum. Düşüncelerimin bir bölümü, Batı hümanizminin babası ve Rönesans'ın taçlandırıcısı, bütün yalnızların en yalnızı, bu yüzden de bütün özgürlerin en özgürü ve gerçek anlamıyla 'aydın' kavramının yaratıcılarından Erasmus üzerinde yoğunlaşırken, geri kalan bölümü, 19231950 arası bu ülkede başlatılmış olanları engellemeseydik, onların hepsinin değerini bilseydik, bugün nerelerde olabilirdik sorusunun olası yanıtlarıyla boğuşuyor. Sonra, Doğan Kuban'ın kendi çalışma atmosferini anlattığı satırlarda, bir kez daha Erasmus'a dönüyorum; onu son günlerinde, Basel'de, Froben'in basımevinde, 'Origenes' şerhinin dizgisi yapılırken, ciğerlerine son bir şifa niyetine matbaa mürekkebinin kokusunu çekerkenki haliyle hayal ediyor ve bu hayal ile Doğan Kuban'ın çalışma mekânı arasında özel bir akrabalığı kurguluyorum… YENİDEN DOĞUŞUN SİMGESİ Kitabın adına gelince, bütün bilinçli çabalara rağmen her zaman rastlantıların da rol oynadığının kabul edilmesi gereken bir alanda, yani bir eseri başlıklandırma alanında, 'Bir Rönesans Adamı', bir 'Doğan Kuban Kitabı' için sanki düşünülebilecek veya olası tek başlık. Çünkü bu başlıktaki 'Rönesans' sözcüğü, yalnızca kitabın konusunu oluşturan hayata uygun düşmekle kalmıyor, fakat bir aydınlanmanın, akıl ve bilim bağlamında bir yeniden doğuşun en katıksız simgesi sayılabilecek o hayat bağlamında çok önem taşıyan, daha da açık bir deyişle bu iklimde yaşayan bizlerin çok önemsememiz gereken iki kavramı, 'Rönesans' ve 'aydın' kavramlarını, resmi tarihlerin kısırlığından, kimi ideolojilerin de buyurganlığından tümüyle arınmış olarak bir kez daha gündeme getiriyor. Bu kavramların gündeme gelmesi önemli, çünkü bizler ülkemizdeki egemen eğitim sistemi doğrultusunda, örneğin Rönesans'ı içeriği her zaman özümsenmesi gereken bir kavram olarak değil; ama çoktan geçmişe karışmış bir parlak dönem diye öğrenmekte ve öğretmekteyiz. Bu arada Rönesans dediğimizde, resim, heykel ve mimarlık alanlarında o dönemde yaratılmış başyapıtların görkemli görüntülerinin öncesine ve ötesine geçemediğimizden, bu olağandışı 'yenidendoğuş'ta, Rönesans'ın hemen öncesinde İtalya'da ilk üniversitelerin açılışının, bir Dante'nin, Petrarca'nın ya da bir Boccaccio'nun yaşamış olmalarının payını aramadığımızdan, eksik bir Rönesans tasarımıyla baş başa kalmaktayız. Oysa Rönesans, ortaçağ diye adlandırılan uzun bir kuluçka döneminin ardından, her şeyden önce, kimilerini yukarıda da saymış olduğumuz çeşitli etkenlerin bir araya gelişiyle oluşan ve adına bugün 'Rönesans İnsanı' dediğimiz insanın ortaya çıkışıyla ve onun çabalarıyla gerçekleşen bir eylem ve düşüncedir. 'Rönesans İnsanı', insanoğlunun antikçağ Yunan felsefesi döneminden sonra tarih sahnesine 'aklı ve bilimi ikinci kez rehber edinen' insan kimliğiyle ortaya çıkışıdır. BİLGİYİ TEMEL ALMAK Kuramsal temelleri Erasmus'ta ifadesini bulan bu insan, artık tartışılmaz bir aydın kimliğinin de taşıyıcısıdır. Çünkü o, nereden ve hangi otoriteden gelirse gelsin, hiçbir veriye, o veriyi kendi aklının da süzgecinden geçirmeden doğru ya da yanlış diye nitelendirmeyen, başka deyişle eleştirel düşünen insandır. Bu insanın aydın olma niteliğinin ikinci çok önemli kaynağı da, eleştirel düşünceye her zaman ve koşulsuz, ödün tanımaz bir tutumla bilgiyi temel almasıdır. Yani 'Rönesans İnsanı', bilmek zorunda olan, böyle bir zorunluluğu benliğinde doğrudan sindirmiş insandır. Bunun için de, gerçek anlamda aydın'dır. “Bir Rönesans Adamı” başlıklı uzun söyleşide karşımıza çıkan Doğan Kuban, böyle bir aydının bütün niteliklerini kendinde toplamış olan bir kişiliktir. Bilgideki ve kendini sürekli bilgilendirmekteki sürekli sınırsızlığı, onu Rönesans'a bağlayan belki de en güçlü köprüdür. Gerek Erasmus'ta, gerekse o dönemin bütün hümanistlerinde saptanabilecek bir özellik olan 'bilgisizlik karşısındaki hırçınlık', Doğan Kuban'ın da belirleyici özelliklerindedir. Söyleşinin bir yerinde : “…yalnız bir adamım ben. Hep öyle oldu. Çok fazla arkadaşım olmadı” diyen Kuban, bu durumun gerekçesini şöyle verir: “Kitap okumayanlarla fazla tartışmazdım … Bir şey bilmeden tartışanlara kızardım ben. Bugün de aynı. Bizde kahvehane safsatası her yere egemen. Bu, öğretimde bilimsel düşünce, mantık disiplininin yoksulluğu ile ilgili sanıyorum. Kavramları doğru bilmek, tanımlamak, referansları bilmek gerek. Bizde diyalogların parolası, 'At martini de bre Hasan…' Millet bir şey bilmeden alim gösterisine özeniyor …Kavramsal düşünce, biraz felsefe geleneğinin varlığına bağlı. Bizde medresenin 'nakil' geleneği hâlâ egemen. Felsefe ile kavramsal düşünce yakından ilişkili. Bilim de ona bağlı…” Bir düşünce ve düşünme geleneği oluşturmuş olması, Rönesans'tan bugüne kalmış olan en değerli mirastır. Bu geleneğin bulunmadığı toplumumuzda türlü düşüncelerin ve ideolojilerin yazgısı konusunda Doğan Kuban'ın eleştirel saptamaları ise şöyle: “Solun, sosyalizmin içeriği bizim kültür seviyemizin üzerindedir. Taraftarları da çok fazla anlamamışlardır. Çünkü Marksist felsefenin Avrupa kültürünün derinliklerine inen kökleri var. Antikiteye kadar iner … Avrupa'da o düşünce bir ırmak gibi beslene beslene gelmiş. Marx sonuçta kendinden öncekiler üzerine kurmuş felsefesini. Bizde o temel hiç olmadı. Her şey gibi o da, halka hatta okumuşa düşünsel olarak inemeyen aktarma olarak kaldı. Türkiye'de maalesef düşünce akımlarının çoğunluğu aktarmadır. Bilim de öyle, ideoloji de… Hatta dini düşüncede de aynı köksüzlük var. Halka zaten inmez. 1960'tan sonra biraz daha fazla bilinçlenme oldu. Bana kalırsa, Atatürk döneminin pratik, halkçı ilkeleri kadar hiçbir şey halka inmedi. Sosyalizm köye inemedi. Kolay kolay bu millet bilinçlen miyor. Köy Enstitüleri devam etseydi, belki olabilirdi.(…) bizim dış dünya yorumumuz çok kısıtlı. Bu kadar yıl geçtikten sonra Türkiye'de bir bilim toplumu eşiğine ulaşamadık. Onca üniversitenin varlığına karşın bir bilim ortamı yaratamadık. Bilimsel jargon kullanılması sizi aldatmasın. Olmaması için de çeşitli nedenler var. Bir kez tarihi birikim yok, dolayısıyla motivasyon, dolayısıyla bilime karşı ilgi, nesnel olarak dünyaya bakış gelişmemiş. Bunlar olmadığı için de üniversite, üniversite olmakta zorlanıyor. Devlette de motivasyon yok, halkta da. Devletin bunu halka vermesi gerek. O, Atatürk zamanında olabilen bir şeydi. 1950'den sonra kalktı. Çünkü öyle bir lider bir daha gelmedi.” ZENGİN İLGİ ALANLARI... Bugünün sorunlarının nedenini dünde, en fazla evvelki günde arama alışkanlığı, tarihi birikim eksikliğinden, bir başka deyişle de tarih bilinci zaafından kaynaklanan bir durumdur. Doğan Kuban, bu bağlamda yaşadığımız toplumu, geleneklerini oluşturmuş bir Avrupa ile karşılaştırırken şu gözlemlere yer veriyor: “Avrupa 15. yüzyıl sonuna kadar 300 matbaa kurmuş ve 20 milyon kitap basmıştı. Heykel yapmamışız, resim yapmamışız… Bütün o boşluk içinde devletin varlığını sürdürmek için yapılacak tek şey,Avrupa'yı taklit etmek olmuş. Bugün de Avrupa ile eşit olmak için silahını, giyimini, otomobilini, uçağını ve onlara uygun yasaları alıyorsun. 'Şu yasanın şurasını değiştir' diyorlar. Biz de değiştiriyoruz. Bizim dönemimizde üç kitap yayınlarsan profesör oluyordun: Yeterlik, doçentlik, profesörlük. Üniversite bunları bastırıyordu. Senato sadece basılmış kitaba bakardı. Şimdi bilimsel nitelikli yabancı dergilerde biriki makale ile boy göstermek bile yeterli olur hale geldi. Türkiye'de neredeyse 100 üniversite var, ama uluslararası düzeyde bir dergi çıkaramıyoruz. Bu ne demek : 'Sen doçent mi olmak istiyorsun? Öyleyse İngiltere, Amerika veya Fransa'daki bilmem ne dergisinde bir makalen çıksın.' Bazen iki tane makale çıkarsa profesör yapıyorlar. Bunlar komik şeyler tabii. Kendi ülkesinin tarihini yazan adam bile, eğer yabancı bir dergide makale yayımlamamışsa profesör olamıyor. Bundan daha alçaltıcı bir durum olabilir mi? … Kendi tarihimizde en büyük otorite neden biz olamıyoruz?” Prof. Dr. Doğan Kuban, bir akademisyen. Türkiye'de Mimarlık Tarihi'nin kurucusu sayılıyor. Bir mimar. Ama o, yaşamı boyunca kendisini belli dallarla ve alanlarla sınırlamamış. Asıl uzmanlık dalının boyutlarını hem başkaca ilgi alanlarıyla zenginleştirmiş, okumuş, okumuş, okumuş … Tıpkı Brecht'in “Galileli'nin Yaşamı” adlı oyununda, veba çıkan kentten kaçmaları için ısrar eden öğrencisine iki gün daha kalmak zorunda olduğunu söyleyen ve öğrencisinin : “Ama neden?” sorusuna şu karşılığı veren Galilei gibi : “Çünkü bilmek zorundayım!” Bugünün Batı'sı, aşırı uzmanlaşmanın yol açtığı 'alanının uzmanı, ama dünyanın cahili' bilim adamlarının ve aydınların önünü kesmenin çarelerini yeniden Rönesans'ın mirası olan hümanist eğitime, başka deyişle bilim adamı ve aydın olabilmek için 'alanının uzmanı, ama bunun yanı sıra yaşadığı dünyanın da âşinası' olmayı koşul kılan bir eğitim sistemine dönmekte ararken, böyle bir hümanist ve aydın bilim adamı, Doğan Kuban, aramızda yaşıyor. Aslında ne kadar yazsam bitmeyecek olan bu yazıyı, yine Doğan Kuban'ın her anlayana ışık getirecek şu satırlarıyla noktalamak istiyorum: “Dünyada insanlar var, gönüller var. Bu gönüller, kalabalıkta bazı insanlarda ışıldar. Dünyayı aydınlatan onlardır. İnsan ne kadar bilgili ve akıllı olsa da, kinden uzak, alçakgönüllü, sevgi dolu bir gönlü olmazsa, huzursuzluk tohumudur. Kişisel mutluluk aklın tatminiyse, toplumsal mutluluk, ışıldayan gönüllerin varlığıdır.” Tıpkı Doğan Kuban'ın gönlü gibi! ? acem20@hotmail.com “Bir Rönesans AdamıDoğan Kuban Kitabı”, İş Bankası Kültür Yayınları'nın, Levent Cinemre'nin editörlüğünde yayımlanan 'Nehir Söyleşi' dizisinde çıkmış olan bir kitap. Yaklaşık 450 sayfalık söyleşiyi, kendisi de mimar olan, ama yayıncılık deneyimlerinden yana da zengin Müjgan Yıldırım yapmış. Uzunluğuna rağmen, söyleşi havasını, söyleşinin olmazsa olmazı olan sürükleyiciliği hiç yitirmeyen bir metin. ? Ahmet CEMAL T ÜYAP Kitap Fuarı'nın son günü. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nca düzenlenen ve “Yazsonu” romanı çerçevesinde, Adalet Ağaoğlu'nun Akdeniz yazarlığının değerlendirileceği panele konuşmacı olarak katılmak üzere fuardayım. Yayınevinin standının şirin kulesindeki kafede, Kültür Yayınları'nın yönetmeni sevgili Ahmet Salcan'la birlikteyiz. Adalet daha sonra bize katılacak. Ahmet Salcan bana kahve ya da çay ikram etmeye fırsat bulamadan, az önce, standın giriş katını gözden geçirirken göz koyduklarımı, ne zaman kitaplarla karşılaşsam tüm benliğime egemen olan arsızlığımla sıralayıveriyorum: “Ben unutmadan hemen iki kitap istiyorum: 'Bir Rönesans Adamı' ile, Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun 'Dol Karabakır Dol' başlığı altındaki bütün şiirlerini …” Çaylar gelmezden önce kitaplar geliyor. (Bu arada : 'Dol Karabakır Dol'un baskısı da nefis!) “Bir Rönesans Adamı”na hemen o akşam başlıyorum. Uzun süre 'okur' olmanın kazandırdığı sezgiler de var. O sezgilerim bana, daha kitabın kapağını açarken bu okuma serüveninin gerçekten olağandışı bir serüven olacağının sinyallerini veriyor. Güçlü sinyaller. Ne sezgilerimde yanılıyorum, ne de sinyallerin gücü yanıltıcı. Çünkü “Bir Rönesans AdamıDoğan Kuban Kitabı”nı okuduğum Bir Rönesans Adamı: Doğan Kuban/ Söyleşi: Müjgan Yıldırm, Editör: Levent Cinemre/ İş Kültür/ 436 s. KİTAP SAYI 930 SAYFA 6 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle