04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? meyi bırak! Bu kadar kıskanç olma! demeye çalışırım. Başta beni dinler gibilerdir ama sonra dinlemezler ve her biri başlarına buyruk davranmaya başlarlar. İçlerinden biri, çok çok sevdiğim bir adamı öldürmem için zorlamıştı. Hayır deseydim, roman oluşmayacaktı. Tam bir ikilem. Çıplak gözle göremeyeceğiniz şeyler beni büyüler. Bu halim hem yaşayan her tür canlı, hem de çevre, binalar gibi şeyler için de geçerli. Genelde insanlar bana harap, çirkin bir ev gördüklerinde anlatırlar. “Aa mutlaka bunun hakkında yazmalısın, sana ilham verecektir” derler. Bu tür tavsiyelerden bıktım, yoruldum. Görünüş ortadadır. Ben ise yüzeydekini kazıyıp bir zaman sonra tamamen farklı bir şey keşfetmeyi severim. Bana ilham veren şeyler, duyduğum, gördüğüm bir şey olabilir. Birden öylesine, basit bir cümle gelir aklıma ve nereden gelir bilmem. Hiçbir zaman derinlemesine bir plan ve hazırlık yapmam, sadece yazmaya başlarım. Ve başlarda “bu hiçbir zaman iyi bir şey olmayacak” diye ümitsizliğe kapılırım, ancak 25 kitap yazdıktan sonra bu duygunun nedenini öğrenmiş bulunuyorum. Nedeni karakterleri tam bilmediğimdendir. Birkaç bölüm ilerleyince, onları tanımaya başlarım ve giderek işim kolaylaşır. Bazen epey araştırma yapmam gerekiyor. Karakterlerime çok çeşitli işler veririm ve bu işleri kendim denemeden tarif edebilmem imkânsızdır. Bu yüzden, çeşitli işyerleri ile temasa geçerim ve iş hakkında her şeyi öğrenebilmem için, birkaç gün ya da hafta orada kalmak isterim. Örneğin, şimdiye kadar, itfayeci, çiftçi, kütüphaneci, emlakçı olarak, gemi trafiği yönetiminde ve gemilerde kaptan olarak çalıştım. Bu çok güzel bir hayat. ? Mikael Niemi: “Kaybolan dil hakkında bir polisiye” 1 677 yılında, İsveç'in en kuzeyinde Torne Nehri ve çevresinde, doğal bir afet yaşandı. Bahardı ve uzun kıştan kalma tüm kar hızla eriyordu, her yer sel altındaydı. Buz eridikçe sular evleri paramparça etti, insanları ve sığırlarını öldürdü. İnsanlar hayatlarını kurtarmak için kaçmak zorunda kaldılar. Nehrin yanında küçük bir tepe üzerinde duran biri orada olanları izliyordu. İsmi Antti Keksi’ydi, 55 yaşlarında bir çiftçi. Afet hakkında uzun bir şiir “söylemişti”. Bu şiir bizim Torne'den kalma CUMHURİYET KİTAP SAYI azınlık topluluğumuzun korunmuş en eski yazınıdır. Fakat ve hatta anlatmak istediğim; Antti Keksi okuryazar değildi. Şiirlerini kendi yazamadı. Ama o yine de bizim bilinen en eski yazarımızdır. Edebiyat, yazılmış kelimeden çok daha fazla bir şeydir. Edebiyat seslerini kullanan, hikâyeler anlatan insanlarla başlar. Bir yazar olarak ben, metinler yazarım ancak enerjimin, yaratıcılığımın derindeki kökleri hâlâ sözlü gelenektedir. Yazarken içimdeki sesi duyarım. Okumaktan çok dinlemekten ilham alırım. Belki arkadaşlarımla mutfakta oturmuş, kahve içerken biri bir hikâye anlatmaya başlar. Bu tür hikâyeler büyük gazetelerin eleştirmenlerinden epey uzaktır. Bu hikâyelerin edebiyat ödülleri kazanmakla ilgisi yoktur, sadece dinleyicilerin dikkatini çekmeye yöneliktir. Bugün hâlâ Torne kültüründen az sayıda yazarımız var. Sebepleri tarihseldir. Bizim geleneksel dilimiz Torne'ye özgü bir Fincedir. Ancak, bu dil İsveç ulusunca tam olarak kabul görmemiştir. Milliyetçi nedenlerle devlet bizi İsveç kimliğine ve İsveç dilini kullanmaya zorladı. Okullarda öğretmenler sadece İsveççe dilini kullandılar. Babam okula başladığında İsveççe bilmezmiş. Yabancı bir dilde okuyup yazmayı öğrenmek zorunda kalmış ve ana dili Fincenin daha değersiz ve yararsız bir dil olduğu öğretilmiş ona. Baba olduğu zaman, çocukları ile hiçbir zaman Fince konuşmak istemedi. Kendi neslinin tipik bir örneğiydi ve onun gibi birçokları da aynı hatayı yaptılar. Sonuç olarak bugün az sayıda genç TorneFincesi konuşur. Belki de gelecek nesillerle, eski dilimiz tamamen yok olacak. Okulda Fince öğrenmediğimiz için, birçoğumuz ana dilimizde okur yazar değiliz. İlk kez TorneFince diliyle yazılmış bir kitapla karşılaşan bir arkadaşımın anlattıklarını anımsarım. Kitabı okuyamadığını fark etmiş! Okulda İsveççe, İngilizce ve Almanca öğrenmişti. Ama, kendi ana dilinde okur yazar değildi. Umutsuzca harfleri yüksek sesle telaffuz etmeye başlamış, böylece kendi sesini duymuş. Bu sesleri dinleyerek, okuyarak değil, sonunda kendi ana dilini anlamış ve aynı anda ağlayıp gülüyormuş, bana sonradan anlattı. ? Marie Peterson: “Suç romanı, kaosun yerini alan düzen hikâyesidir.” Y Mikael Niemi az başlangında bir sabah, adam zarif bastonu ile binadan dışarı çıkar. Adı Fridolf Hammar'dır. Yıl 1893'dür. Kendisi, ilk İsveç detektif hikâyesi “Stokholm Detektifi”nin baş karakteridir. Fridolf Hammar gayet zarif giyinir, hatta cinayet sahnelerinde bile bir züppelik vardır; ölü vücutlar zehirlendikten ya da küçük, gümüş bir hançerle kusursuzca öldürüldükten sonra dikkatlice yerleştirilmiştir. Polis detektifi titiz bir cinayet soruşturmacısıdır, ancak onun esas öne çıkan vasfı başkadır. O bir düşünce okuyucudur. Onun titizlikle cinayetleri çözüşünü görmek iyi niyetle hatta keyiflice gülümsetir. Ah evet. Ne günlerdi onlar. Onun günleri, onun zamanı ve ona ait hikâyelerde görülenler. Yüz yıl sonra, yazın başlangıcında bir sabah, adam yatağından sürünerek, bitap halde ve kırmızı gözlerle kalkar. Banyo duvarına yaslanarak, duşa girip uyanmayı becerir. Fazla kilolu, orta yaşlarda ve boşanmıştır. Giyimi baştan savmadır. İsmi Kurt Wallander'dir. Onu bekleyen cinayet sahnesi ise Fridolf Hammar'ın karşılaşabileceklerinden oldukça farklıdır. Kanalın birinde, acımasız ve usta bir tuzak kurulmuştur, sivri uçlu bambu kamışlarla şişlenmiş biri neredeyse havada asılı gibi durmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla biraz önce şişlenmiştir. İki polis arasındaki yüz yıl. Bu yüzyılda elektrik, arabalar, jet uçakları, kirlilik, TV, mobil telefonlar, bilgisayar, internet, AİDS, iki dünya savaşı, kadın hareketleri, mısır patlatma makineleri hariç neler olmuştu. Aslında, pek fazla bir şey yok. Başka bir insanı öldürme dürtüleri hâlâ; nefret, şehvet, hırs, haset yedi ölümcül işaret ve hâlâ her yerde. Hiçbir zaman sadece aylaklıktan bir başkasını öldüren birini duymadım. Her şey söylendi yapıldı, bu noktada açıkçası, suç romanı hâlâ katillerle eğlendirme sanatıdır. Bu sohbetimizin başlığı “Günümüzün bir aynası olarak suç hikâyeleri”. Kurnazca bir başlık. İlk olarak, hiçbir edebiyat türü yoktan oluşmaz, boşlukta var olamaz. Her kurgu çalışması, çeşitli yollarla dış dünya ile ilişkide, iletişimde olacak ya da onun etrafında yer alacaktır. Suç romanlarını diğer romanlardan ayıran neredeyse bir tür monopol oluşudur. Suç romanlarındaki kadar modern toplumun şartlarını, sorunlarını ve çelişkilerini genişçe kapsayan başka bir alan zor bulursunuz. Suçun kurgusu, toplumun modern bir tanımıdır demek uygun olur. Ayna tutmak ya da yansıtmak... edilgen tutumlardır. Romanda olanlar yansıtılmış olanlar, olmayanlar da yansıtılmamış ise bilmenize de imkânı yoktur. Suç romanında karşılacaklarınız seçilmiş ve zamanımızı yansıtan küçük parçalardır. Bunu aklınızda tutun. Ara sıra, bir suç romanında anlatılanlara; “yol gösterici” olabilir dendiğini duyarsınız. Olmaz. Suç hikâyesi yazarına uyar bir tür gerçeğe sadık kalır. Ancak, suç hikâyesi bir belgesel değildir. Top lum hakkında önemli şeyler söylese de, yazar olay örgüsüne kapıldıkça bir o kadar da ilgisiz kısımlar olacaktır. Suç kurguları genellikle araştırmalara dayandırılır, ancak sonuçta ortaya çıkan, kitap, gerçeklerle kurgunun tuhaf bir karışımıdır. Bununla birlikte, hikâyenin yer aldığı topluma kitabın basılış tarihinden bağımsız olarak kısa bir göz atış da tabii ki mümkündür. Fridolf Hammar cinayet soruşturması için dolaşırken, bizde kadınlara nasıl davranıldığını, insanların yasalar ve düzen hakkında ne düşündüklerini, suç ve cezayı, ortak önyargıları, hepsinin üstünde de o günlerde insanların kaçma isteklerini göreceğiz. 1893 sanayi devriminin tam hızını aldığı ve modern topluma dönüşümün eşikte olduğu dönemdir. Birçok insan için haşin bir gerçeklik yaşanmaktadır. Biraz kaçış için tatil ve lüks akla gelir, ancak büyük çoğunluk uzaklara bakar, yaban diyarlara, hayali ülkelere, ulaşılamayacak olana. Bugün de suç romanları okunmakta, kaçış ihtiyacı geçerli, ancak bugün bizler toplumdan uzaklaşma konfor ve rahatlama peşinde değiliz, tersine topluma dönüğüz. Bu bir cesaret tavrı ya da net görüşlülük değil. Suç romanlarını bizlere verebilecekleri bilgiler için okumayız. Onları okuruz çünkü, bir süre için ortamımız değişir. Sorunlar hallolur, sırlar çözülür, düzen tekrar kurulur ve bir an için güvenilir ve iyi bir zamanda yaşarız. Tekrar iki polisimize dönelim, Kurt Wallander ve Fridolf Hammar. Aralarındaki mesafe, yılların farkından daha da fazla. Wallander postmodern toplumun bir parçası, Hammar ise neredeyse modernite öncesi topluma ait. Buna rağmen her ikisi de kökleri 1900'lerin sonlarındaki romantizmin egzotik bir ortamda macera ve gizemle karıştırılması geleneğine dayanır. Paris, Londra ve Venedik gizemli ve harikadırlar, polis detektifleri bu yerlerde sanki kendi evlerindelermiş gibi rahat hareket ederler. 1930'larda İkinci Dünya Savaşı öncesi, aniden bir şey olur. Yazarlar ya da okurlar, hangisinin ilk olduğunu söylemek hiç kolay değil ama, egzotizmden bıkarlar. Yabancı olan her şeye karşı tepki gösterirler ve İsveçli suç romanı yazarları da hikâyelerini İsveç civarına yerleştirirler. “İnsanın evi gibi yer yoktur” tavrındadırlar. İnsanlar detektif hikâyeleri okudular, detektif hikâyeleri yazdılar ama yine de detektif hikâyeleri ikinci dereceden bir edebiyat türü olarak görüldü. Birinci sınıf bir edebiyat değil şanslıysanız çok popüler olabilirdiniz ancak hiçbir zaman saygı uyandırmazdınız. Meşhur olmak evet fakat zafer kazanmak asla. Bunun nedeni edebiyatta baskın olan burjuva görüşüdür ki onların da bol fikir sanatı tüketmekten kafası karışmıştır. Neye sanat denecek neye denmeyecek? Bu soru, ölümsüz olarak adlandırılan klasik eserlerin en başta, hafif okuma denen suç hikâyelerinin de en altta sıralandığı bir hiyerarşiye götürür. Tabii ki, bu çok aptalca bir ayırım. Asıl ayırımın her zaman iyi çalışma, kötü çalışma şeklinde olması gerekir. Her neyse, aynı zamanda İsveç, edebiyat sahnelerinde tercihen yer almaya başlayınca, suç romanlarında da parlak bir özel detektif yerine İsveç polis teşkilatı yer almaya başladı. 1930'lara kadar suç romanları dünyaya açık hikâyeler iken, artık kapanmıştı ve tekrar İsveç sınırlarının ötesine çıkmak için bir 60 yıl ? 930 SAYFA 17
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle