Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? mak yazımınızda inanılmaz bir gelişime neden olabilir. Benim için de aynı şey geçerli. Kısa film ve belgesel çalışmalarında kurgunun ne olduğunu öğrendim. Aynı şey yazım için de geçerli. Sinemada "sarkma" diye bir şey vardır. Gereksiz her şeyi filmden atmanızı emreder! Bunu herkes bilir aslında ama daha iyi öğrenmek için mutlaka film çekip görmek gerekiyor ya da iyi bir sinema izleyicisi olmak! Bazen bu da işe yaramıyor. Sanırım, sinema beni gördüklerimin ardıl anlamları hakkında daha çok düşünmeye sevk etti. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, derler ya, bunu pratik yaparak öğrendim. Belki de bu yüzden yazdıklarım ya da anlatmaya çalıştıklarım, gösterdiklerimin ardındakini görmeyi zorunlu kılıyor. Sinema eğitimi almam, sözcüklerin çağrışımlarıyla, görüntünün sezgisel anlamlarını (bazen tezatmış gibi görünse de) bir arada kulanmama yardımcı oldu. SİNEMA EĞİTİMİNİN FAYDASI Yazın uğraşınızda sinematografik unsurlar barındırmasına dikkat ediyor musunuz edebi metinlerinizde? Bunun için özel bir çaba harcamanıza gerek yok. Bir şekilde yazınıza sirayet ediyor zaten. Ama bunun da bir sınırı var. Daha çok insanın iç dünyasını anlatmaya çalışıyorum, "aksiyon"a dayalı bir hikâye anlatıyorsam bile. Sahne kurmada, karakterin hal ve tavırlarını anlatmada, hikâyeyi ya da romanı bağlamada ve zaman kurgusunda sinema eğitimi almamın elbette faydasını görüyorum. Ama bunlar zaten bir yoluyla edebiyatta olan şeyler, sadece bir kısmını sinema yoluyla öğrendim. Belki eğitimimdeki eksiklerden kaynaklanıyordur bu. Ama yazdığım hikâye ya da roman şöyle sinematografik, böyle bir görselliği olsun diye bir kaygım yok. Bunu da istemem zaten, her şeye rağmen sinemayla, edebiyat arasında kullandıkları malzeme açısından önemli bir fark var. Sinema zamanı daha konsantre bir biçimde kullanabiliyor. Ama sinema hızlı eskimeye daha açık. Edebiyat, üzerinde daha uzun süre konuşulup yazılabilecek bir alan. Yani biraz soğukkanlılık gerektiriyor. Geliyoruz ürün verdiğiniz alana, öyküye! Rıza Kıraç, arada bize romanlarını sunsa da, aslen öykücüdür diyebilir miyiz? Ya da türler arası ayrıma karşı çıkan gruptan mısınız? İkincisi daha doğru. "Senin İçin Değil" bu anlamda iyi bir örnektir. Benim derdim aslında "hikâye" anlatmak. Bunun formatı kimi zaman roman olur, kimi zaman öykü, kimi zaman da hiçbir formata uymayan "başıbozuk" bir şey. Bu sizin derdinizle ilgili bir durum. Bir yoluyla o hikâyenin nasıl anlatılması gerektiğini çözer ve üstüne gidersiniz. Hâlâ nasıl anlatacağımı bilemediğim "hikâyelerim" var. Belki bunları bir gün kısa film olarak izleyebilirsiniz ya da roman olarak okuyabilirsiniz. Ama o hikâyenin nasıl anlatılması gerektiğini çözene dek sabırla deniyorum, gerekirse bekliyorum. Örneğin; "Araf’ta Bir Melek"in temeli 1994’te atılmıştı. Yani ana öyküyü neredeyse on iki yıl önce yazmıştım ama kötüydü, bu öyküyü nasıl anlatmam gerektiğini bilmiyordum. Bekledim, yazdım, bozdum, aradım ve bir gün galiba oluyor dedim! Uzun yıllardır bu ortamın içinde bir yazar olarak, o günkü öykücülüğümüzle, bugün arasında nasıl bir koşutluk kurarsınız? Yahut, böyle bir koşutluktan söz edebilir miyiz? CUMHURİYET KİTAP SAYI Her yazar kendi yapıtlarının "biricik" olduğu iddiasındadır. Yazdıklarımı ben de önemsiyorum elbette ama bir yandan da her yazdığım yeni şeyin bir öncekinden daha iyi olduğunu düşünüyorum. Ama itiraf edeyim, hep kötü bir yazar olarak gördüm kendimi. Yazmanın bir eğitim olduğunu ve bunun yazarla metin arasındaki duygusal bir bağla belirleneceğini düşünüyorum. Yazdığını kutsayan yazar takımından hiç "hazzetmem". Yazıda hep bir eksik, bir yanlış, olmamışlık olmalı, sinema filmleri için de geçerli. Belki de kusursuz olmaya çalışan insanların tavırlarını sevmediğim için böyle düşünüyorum. İnsan yanlış yapmayı göze aldıkça kendini keşfeder, eğitir. Ölene kadar da böyle olmalı. Türkiye’de öykünün içerik ve dil bakımından yirmi yıl öncesinden daha da özgürleştiğini düşünüyorum. Sadece roman yazan bir yazarın "popüler" olma kaygısı güttüğünü düşünebilirsiniz ama bugün öykü için de aynı şey geçerli. Bir yılda on bin satan öykü kitabı hatırlamıyorum. Bu yüzden öykü yazarları yavaş yavaş romana kayıyor ya da kimi zaman romancılar öykü kitabı yayımlıyor, bu bir zenginlik. Ama birçoğu öykünün havasından kurtulamıyor. Çünkü öykü her daim daha derinlikli metinler ister yazardan, roman bazen yüzeyde gezmenizi emreder, aradaki dengeyi bulmak çok zor oluyor. dersiniz? Kendisini okumuş, üflenmiş gibi sunan insanlarla gerçek anlamda konuşmaya başladığınızda, bir dolu konuda ikircikli olduklarını görürsünüz. Ama açıkçası benim babam çok sağlam bir zeminde duruyordu. Çünkü onun "entelektüel" dertleri yok. Bu yüzden, kendisi hakkında bir öykü anlatıldığında farkına bile varmıyor. Ama zaten onun ne düşündüğünü bilebilmemiz de çok zor. Ben kendimce sıradanuç gibi görünen şeylerin eylemlerin aslında ne derece birbirine benzediğini anlatmaya çalıştım. Daha derinine inmek eleştirmenlerin işi. Basitle karmaşık arasında ana sorun onu nasıl algıladığımıza bağlı. Bu insandan insana öyle farklılıklar gösteriyor ki. “Araf’ta Bir Melek”, farklı konularda arada kalmışların hikâyesi diyebiliriz. Kendilerini arayan insanların, nesnelerin hatta bazen sadece bir olgunun hikâyesi. ‘BEN KİMİM?’ Araf’ta kalmışlık derken, her anlamda bir eşik problemi çekiliyor kahraman/anlatıcı tarafından! Kimlik problemi, özgürlük sorunsalı, biçarelik; hatta öyle ki, cinsel tercih ikilemi yaşanıyor… Neden maddeleri bu kadar çoğalttınız? Bugünün sorunu "kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?" sorusunda gizli. Milliyetçiyim, Türküm, liberalim ya da devrimciyim diye tanımlayabilirsiniz. Ama bütün bu yanıtlar yalan! Bu soruyu yanıtlarken, "ben kimim?" sorusunun yanıtını vermeli insan. Kendimi yaşadığım toplumun tarihsel geçmişiyle, politik tutumuyla tanımlıyorsam orada bir sahtekârlık yapıyorum demektir. Bu yüzden politik olduğunu iddia eden yazınla aramda uçurum var. Kendinizi tanımlamadan, nasıl olur da yaşadığınız ülke ve insanlarla olan ilişkinizden yola çıkarak kendinizi bir yere koyabilirsiniz? Bir yanıyla Türkiye’deki politik iktidarların ya da iktidar adaylarının bizden istediği şey bu, kendini politik olarak bir yere koy, diyor. Üstelik bunu emredercesine yapıyor. İşte bu noktada ben, saydığınız başlıklarla ve daha fazlasıyla hesaplaş ELEŞTİRMENLERE İHTİYAÇ VAR Ankara Öykü Günleri münasebetiyle hazırladığım soruşturmada, eleştirmenlere "‘Artış hep romanda oluyor’ değerlendirmesinde, öykünün yerini nerede görüyorsunuz?" sorusunu yöneltmiştim, size ise biraz farklılaştırarak sormak istiyorum, öykücülüğümüz gün geçtikçe ivme kazanırken, neden peki öykü kitapları tek baskıda kalıyor dersiniz? Öyküye gelmeden kim "iyi roman" okuyor sorusunun yanıtını vermek gerekiyor! Yapılan araştırmaların yanıtı çok kişi değil, diyor. Kitap satışlarıyla, roman ve öykü satışlarını ayrı değerlendirmek gerekiyor. Hatta romanı kendi türleri içinde bile ayırmak gerekiyor; "edebiyat içi", "edebiyat dışı" olarak. Geçen yıl bir konferans için bir yazı yazmıştım, "kitaplarımızın ton balığı konserveleriyle ya da şnorkellerle aynı raflarda satılmasının suçlusu biz değiliz," demiştim. Aynı şey geçerli. Yazarın, ne kadar, nasıl satıyor listelerine ihtiyacı yok; yazarın, yazdıklarını gerçekten derinlemesine inceleyecek eleştirmenlere ihtiyacı var. Sağ olsun bu alanda birkaç isim var. Ama bunların artması ve daha sağlam tartışmalara yol açması gerekiyor; birçok iyi kitap yeterince tartışılmadan, üstüne gerçek anlamda bir şeyler söylenmeden unutuluyor. Gerçek bir eleştiri mekanizmasıyla karşılaşmayan yazar, yazdığı her şeyin mükemmel olduğunu sanmaya başlar, sonra da kendi kuyruğunu kovalayan köpeğe benzer. Bizler de her geçen gün biraz daha o köpeklere benziyoruz. Geçen yıl yayımladığınız, ‘Düşmüş Erkekler Masalı’ adlı romandan sonra, ilk yazdığınız türde, öyküde yeni bir eseriniz okur“Hâlâ nasıl anlatacağımı bilemediğim ‘hikâyelerim’ la buluştu geçen günlerde, var. Belki bunları bir gün kısa film olarak ‘Araf’ta Bir Melek’. Araf’taki Meizleyebilirsiniz ya da roman olarak okuyabilirsiniz” ne lek babamız olabilir mi Rıza Bey, diyor Rızı Kıraç. 851 malıyım, kendimi tanımaya çalışmalıyım ya da "Araf"ta kalmayı tercih etmeliyim. Ehveni şerden daha samimi! Ve bu yüzden daha çok politika okumamız gerekiyor, daha çok kendimizi karşımızdakinin yerine koymamız ve daha çok kendimize düşman olmamız gerekiyor. "Araf’ta Bir Melek"teki öyküleri olabildiğince böyle bir temel üstüne kurulmuş, kurulmuş diyorum çünkü ince ince hesaplar yapmadım. Bu kitaptaki öyküler hep bir başkası olmayı hayal eden, ona özenen ya da tutkusunun esiri olup kendini tanımayan, tanımlayamayan insanların, nesnelerin üstüne. Cinselliğe gelince, bu, insanın kendini tanımlamasının bir boyutu, bunu dışarıda tuttuğunuzda kendi kendinize yalan söylemiş oluyorsunuz. Her şey öylesine erkekdişi ve artık eşcinsel diye ayrılmış ki, üçünün de sınırları çok keskin. Hikâyesini anlattığım karakterler o geçiş evresindeki kararsızlıklarıyla kitapta yer alıyorlar. Aslında bedenlerindeki ve zihinlerindeki değişimi anlamlandırmaya çalışıyorlar. "Soylarının soytarılıktan geldiğini bir hatırlasalar!" diyorsunuz; işte o zaman, "o ezber etme geleneklerinden, beden dillerinden, ellerinin değdiği görünür görünmez her şeyden nefret edecekler…" Bu öfkenizin açılımlarını yapmanızı istesem? O kadın oyuncunun kendini sunum biçimiyle "şehirli" kadınların kendini sunum biçimi arasında bir benzerlik var. Yani sadece oyuncuları kastetmiyorum. Şehirli kadın profili hep aynı; özgüvenlerinin ardında müthiş bir dram var. Kendilerine bile itiraf edemiyorlar. Kırsaldakiler başka bir dram yaşıyor. Ama şehirli kadın, her şeyin üstesinden oynayarak gelebileceği gibi bir bilgiye sahip. Birbirleri arasındaki dostluk, arkadaşlık ilişkisi, erkeklere kur yapmaları ya da onları kendilerinden uzak tutmak için gösterdikleri sahte gayret hep ilgiyi üzerlerine toplamak için. Spotların hep üstlerinde olmasını istiyorlar; gösterdikleri çabanın kendi varoluşlarını ortadan kaldırdığını fark etmiyorlar. Elbette bu tür genellemeler yanlış, bunun farkındayım; ama eğilim hep bu yöne doğru. Kadının kendini olduğu gibi hissetmesi için sosyal hayatta oynamaktan vazgeçmesi gerekiyor. Aşk oyunlarını kastetmiyorum elbette; kendini bir nesne olarak ortaya koymak için gösterdiği çabadan ve buna yönelik oyundan bahsediyorum. EVE DÖNME DUYGUSU Diğerlerinin aksine, geçmiş özlemi çekilir, ama ki bu özlem, farklıdır gene diğerlerinden: "Çok yorgunum, artık bu sarhoşluğun, yorgunluğun, dinginliğin ve bu içine düştüğüm bulmacanın çağrıştırdığı bütün duygusal hezeyanların dışında, bana ait, benim olan bir hayat istiyorum". Ucu açık bırakıyor, devam ettirmenizi isteyerek söyleşideki sorulan kısmı kapatıyorum… Bunun devamı "Araf’ta Bir Melek"te var. Bana kitabı yeniden yazdırmak istemezsin herhalde. Eve dönme duygusuyla ilgili bir durum. Bu babaana evi olduğu gibi kişinin "öz"üyle de ilgili bir sorun. Durup dinlenme, bir akarsuda arınma istediği. Zaten, "Araf’ta Bir Melek" bu yüzden "eve dönen çocuklara" ithaf edilmiştir; cinsiyeti önemli değil! ? eoztop@aof.anadolu.edu.tr Araf’ta Bir Melek/ Rıza Kıraç / Doğan Kitap / 136 s. SAYFA 17