Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Özhan Eren'le ‘Sarıkamış’a Giden Yol’u konuştuk ‘Cinnet getirmekte olan bir neslin öyküsünü anlattım’ nasıl olduğu falan da beni ilgilendirmiyor. Ne olduğundan çok, nasıl ve niye olduğu hem benim hem de tarihin konusu diye düşünüyorum. Üzerinde çok ciddi düşünmeliyiz. Çünkü ortada çok trajik bir şey vardı. Ben müzisyenim ve benim için Türkiye’de anonim özellikleri taşıyan türküler yazabilen tek insan derler ve ben de buna inanıyorum. Ben bir Sarıkamış türküsü yazmaya başladım. Sarıkamış’ın ruhunda çok derin, tarifi imkânsız bir hüzün hissettim. Ve ortaya çok trajik bir hikâye çıktı. Böylesine haşin bir kış günü on binlerce insan bir mücadeleye girişmiş. Tarif edemeyeceğim bir hüzün. Peki, bunu niye yapmışlar? Bunun cevabını aradım. Yoksa Enver Paşa hakkında bir dolu şey konuşuruz. Enver Paşa sanatçı olarak ruhunu çok iyi hissedebildiğim, çok tutku dolu, romantik, sanata –özelikle resmeçok bağlı bir insan. Hayatının kısa bir döneminde de resim satarak para kazanmıştır. Böyle bir portreye baktığınız zaman gönül istiyor ki Enver Paşa askerliğin ve ordudevlet yönetmenin değil de, resmin, sanatın peşinde olsaymış. O dönemin neredeyse bütün gençlerinin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi “bu vatan batıyor, kurtarmamız lazım” baskısı vardı. Devlet yönetmekte hiçbir tecrübesi olmayan, yaş ortlaması otuz olan Jön Türkler, kendilerini devlet ve imparatorluk için bir şey yapmak zorunda hissetmişlerdir. Ve devlet yönetmeye soyunmuşlardır. Ve Sarıkamış Harbi belki de o kuşağın ne yapmak istediklerini bilerek ve isteyerek yaptıkları tek harptir. Örneğin Sarıkamış Harbi, Çanakkale Savaşı’ndan çok farklıdır. Sarıkamış o nesil için bir “kapı kırma” operasyonudur. Yaşayanların hatıralarına baktığınızda hepsinin bu hayalin peşine düştüklerini çok iyi hissediyorsunuz. Ama seneler sonra onlar dahi bu harbi kazanmanın atomu parçalamaktan dahi daha zor olduğunu itiraf ediyorlar. Tarihimizdeki hazin yaranın, ’93 harbinin öncesine gidelim: Emperyalizme boyun eğmiş bir imparatorluk, açlık, sefalet ve hepsinden yıldırıcı olanı, çaresizlik... Ve ardı sıra “o devlerin” ve onuru ezilen bir halkın intikam ateşiyle yalazlanan, dik onurlu gövdelerinin haşmetiyle dirilen bir imparatorluğun değişen tarihi... Kazım’lar, Eyüp’ler, İsmail Hakkı’lar, Mustafa Kemal’ler... Yani Jön Türkler... Enver Paşa kendisini tüm bu Jön Türklerin hayallerinin daha ötesinde bir yerlerde görmüyor muydu? Bu hayali, besleyen tüm unsurlar aslına bakarsanız başka ilimlerin konuları. Burada Enver Paşa seyfülislam denecek kadar önderleştirilmiş birisidir. Ziya Gökalp’in “Melekler bu ülkenin kurtuluşunu onun kulağına fıslıdadılar” diyebileceği kadar yüceleştirilmiş bir insandı. Tüm bunların doğrulukyanlışlık, haklılıkhaksızlık parametreler ayrı. Ama Enver Paşa’yı tüm bu Jön Türkler’den şu ayırabilirdi: Enver Paşa’nın tüm mektuplarındaözellikle birkaç tanesinde benim çok önemsediğim ve bugün dahi içimi kanatan bir yalnızlık duygusu var. Böylesine topyekun harekâta girişmiş gençlerden özellikle liderleri sayılacak birinin bunca yalnızlık çekmesi duygusal açıdan baktığınızda pek çok şeyi ifade eder. Önce nişanlısı daha sonra karısı olan Naciye Sultan’a da, Almanya’daki hanım arkadaşına yazdığı mektuplarda da inanılmaz bir yalnızlık hüznü taşıdığını görmekteyiz. Ve her şeyden vazgeçtirecek kadar ağır bir yalnızlıktır bu. Uzun yıllar yatılı okumasından tutun, etrafında fikir beraberliği yapabilecek birilerini bulamamasına, devlet yönetme anlayışlarının farklılıklarına dek, Enver Paşa’da büyük bir yalnızlık vardı. Ben bunu derinden hissettim. “ESİR TÜRKLERİ KURTARMA PROJESİ” Bir de Kafkasya’da gerçekleştirmek istediği “Esir Türkleri Kurtarma Projesi” vardı sanırım. Bu sizce salt bir hayalden mi ibaretti yoksa özünde bir devrimci dinamik taşıyor muydu? Ben o zaman İstihbarat Şube Müdür Yardımcısı olan Kazım Karabekir’i çok önemserim. Çok geçtir ve o da o heyecanı yaşamış, o kuşağın subayıdır. Onun yazdıklarından anlıyoruz ki, bu gençlerin bu rüyayı görmelerinde, diğer tüm parametrelerin dışında Almanya’nın çok fazla etkisi var. Böyle olduğu zaman bütün bir hayali, bir tek kişiye indirgemek çok da doğru değil. Diğer ülkelerde başka hayaller gördürten liderlerle karşılaştırıldığında, Enver Paşa o kadar lider miydi acaba? Benim hissettiğim şu ki; Enver Paşa tek başına bir şey yapabilecek nitelikte bir adam değildi. En az birkaç kişilik daha karar mercileri vardı. Devrin işadamlarından, basına, gençlikten, diğer sivil aydınlara halka halka yayılmış bir hayaldi. Örneğin Sarıkamış Harbine katılan çok genç bir üsteğmenin harp sırasında Ruslara esir düşüp, Sarıkamış’a Rus askerleri eşliğinde götürülüyorken, “ben sana böyle mi gelecektim?” diyecek kadar çok ama çok ağır bir hüzün taşıdığını biliyorum. Bu sadece bir harbi kazanmakla izah edilebilir duygu değil. Yani Sarıkamış aslında pek çok şeyle özdeş. Edirne’den öte sınırlarda yapacak bir şeyin kalmadığını, Balkanlar’da artık kendilerine ekmek olmadığını gördüler. Bu gençliğe belki bir rüya lazımdı. Ya da bu yolla daha kolay mı bu topraklarda emelleri olanların arzuları yerine gelebilirdi? Bilemem. Bunların hepsi sosyologların, psikologların, tarihçilerin ciddi ciddi üzerinde kafa yormaları gereken noktalar. “Sanki baştan kaybedilmiş bir harpti…” Ya Wangınhayn?1. Dünya Savaşı sırasında Alman Büyükelçisi... Almanların asıl istediği zaten Sarıkamış’ın, Kars’ın, hatta Güneydoğu’nun kaybedilmesi olamaz mıydı? Sarıkamış’a cepheyi zaten Büyükelçi Wangınhayn açmak istemedi mi? Tüm bu sorular tarihin soru işaretleri bakımından zihnimizi kurcalamalı diye düşünüyordum. Sevr gibi insanlık dışı bir planı uygulatan, Sarıkamış’a cephe açtıran bir Batılı... Bu trajik realiteler karşısında antiemperyalist bir “insanın” tarihe uzanıp, belki tuhaf bir ironiyle“Bu Batılılarda hiç mi insanlık yok” diye sorması gerekir. Gerek Sarıkamış, gerek Sevr... Farklı dinamikler içerseler de “ben insanım” diyebilen birinin ciddi şekilde insanlık onuru adına sorgulaması, utanması gereken tarihi gerçeklikler... Devrin1914 yılının başbakanı Sait Halim Paşa, yıllar sonra Birinci Dünya Harbine girme sebepleriyle ilgili şöyle bir tespitte bulunur: “Biz 1914’te ilan edilmemiş bir Sevr ile karşı karşıyaydık” der. Öyle ki, diğer birçok yazılanları bir kenara bırakıp salt Kazım Karabekir’in yazdıklarına baktığımızda, İstanbul, Boğazlar, Anadolu ve Doğu Anadolu’daki bizi Kurtuluş Savaşı’na götüren dış niyetler çok aşikârdır. Wangınhayn neticede yalnızca bir bürokrat. Wilhelm “Türklerle harbe girmeyeceğiz” deseydi eğer, Wangınhayn aksi yönde bir karar alacaktı. “Bu Batılılarda hiç mi insanlık yok” sorunuzun cevabına gelirsek de, onu Turgut Özakman’ın söylediği gibi: “Bu hakikaten alçakça bir dayatma”. Kitabı okuduysanız hissetmişsinizdir; biz itile itile harbe sokulmuşuzdur. Niyetlerinde ne kadar samimiydiler ne kadar değildiler bilemem ama gerek Cemal Paşa’nın gerekse Enver Paşa’nın Fransa ve Rusya ile yeni bir ittifak arayışı içinde oldukları çok belli. Şunu unutmamalıyız ki, biz Balkan Harbi günlerinin İstanbul’unun halini bilmiyoruz. Çatalca dediğimiz yer, İstanbul’a uzaklığı yüz kilometre dahi olmayan bir yer ve Bulgar ordusu oraya dek ilerlemeyi başarabilmiştir. Bu şehir bundan yaklaşık doksan yıl önce tarihin yazabileceği en ağır sefalet sahenleriyle dolmuştur. O günlerin subaylarının bu ruh halini asla ihmal edemeyiz. “ELDE OLAN TEK ŞEY ELDE BİR ŞEYİN OLMADIĞI GERÇEĞİ” Siz Sarıkamış’ı da gezdiniz. Sarıkamış’ta fiilen incelemelerde bulundunuz. Sizi, yüreğinizi en çok burkan manzara hangisiydi? Çocuklar olabilir mi? Pierre Loti, “Gerçek çocukların sözlerindedir” diyor... Ben Sarıkamış harekâtının yapıldığı bölgeyi tamamen dolaştım ve o coğrafyayı çok iyi biliyorum. O coğrafyada, aralık ayında, elde olan tek şey elde bir şeyin olmadığı gerçeği olduğu halde, böyle bir harekât yapılmış. Bu tarif edilemez, insanın içini kanatan, kanını donduran bir şey. Buna hazırlananlar, buna niyetlenenler, bunu gerçekleştirenler ve buna katılanlar için hayatlarında karşılaşabilecekleri daha büyük bir zorluk yoktur. Çocuklar henüz karar verebilecek konumda dahi değiller. Bu yüzden çocuklar çok trajikti. Harbin çok yoğun olduğu yıllar boyunca ve son yıllarında, sekiz yaşını bitirmiş çocukların bile erzak ve cephane nakliyesinde kullanıldığını biliyoruz. Bu bugün için bir babanın rahatça içine sinen bir şey olamaz. Hiç olmazsa bizim çocuklarımızın o günün çocuklarını unutmamaları lazım. Bu yine duygusal bir yorum ama sanki baştan kaybedilmiş bir harpti. Pek çok tarihçi de bunun bir intihar girişiminden farklı olmadığını söyler. Zaten Kurtuluş Savaşı’ndaki halimizi de Turgut Özakman “çılgınlık” diyerek harikulade bir biçimde özetlemiştir. Zaten çılgınlık halindeki bir kuşağın şapkayı önüne koyup daha sakin düşünebildiği bir dönemi ifade eder. Trablusgarp Savaşı’na katılan bir subay “Buradaki subaylar ölmek ya da yenmek duygusuna cinnet derecesinde bağlılar” der. Cinnet getirmekte olan bir nesil diye değerlendirmek çok da yanlış değil. O cinnetle kendilerini Sarıkamış dağlarına vurmuşlardır. Çünkü bir yıl önce İstanbul’da evlerini Bulgar askerlerinin yağmalama ihtimalini çok kuvvetli ve sancılı, gurur kırıcı bir ihtimal olarak yaşamışlardır. Çocuklarıyla beraber yaşadıkları bir şehrin banliyölerine vahşi Bulgar askerlerinin geldiğini bilen bir nesilden bahsediyoruz. Pek çok yerde “Haç’ın Hilal’e karşı hücumu” değerlendirmeleriyle karşılaşırız. Bu kitabınızda da karşımıza çıkıyor. Yine Pierre Loti, “Öyle anlaşılıyor ki medeniyet, Hıristiyanlık için yeni silahlarla ve son sürat adam öldürmektir” diye yazar. Tıpkı bugün Felluce’yi cesede çeviren “barış ve huzur” işKİTAP SAYI Özhan Eren, başlangıçta yalnızca bir Sarıkamış türküsü yazdığını zannetmiş. Oysa diyar diyar trajedilere, acılara varacak, sisler içinde bir yolun eşiğinde, onu bekleyen bambaşka bir Sarıkamış destanı çıkmış ortaya. Özhan Eren’in her satırında, insanın göğsüne, sımsıkı, yumruk gibi karanlık indiren bir acı saklı. 'Sarıkamış’a Giden Yol', Allahuekber Dağları’nda donarak ölen binlerce Memed’in trajik öyküsü olmasının yanı sıra, bir dönemin genç ve devrimci subaylarının ruhunu anlatan bir belgesel niteliği de taşıyor. Eren'le kitabını konuştuk. ? Denizcan KARAPINAR arıkamış’a Giden Yol”da çizdiğiniz Enver Paşa tablosundan anladığım kadarıyla Enver Paşa tüm başarısızlıklarına rağmen, samimi ve vatansever bir tarihi aktör olarak karşımıza çıkıyor. Fakat siyasi ve askeri pencereden bakarsak, “böylesine aşk, karasevda dolu bir adamın gönlündeki ateşi sanatla söndürmesi tarih açısından daha sağlıklı olurdu”diye düşünmeden edemiyorum. Bizi trajik bir tarihi yolculuğa çıkarırken, irdelemeye çağırdığınız, okurun üzerinde düşünmesini dilediğiniz şey nedir? Ben aslında dolaylı olarak bir Enver Paşa tablosu çizmiş olsam dahi, bir dönemin ruhu benim için önemliydi. Türkiye’de Jön Türklerin hâkim olduğu o süreçte, çok önemli kademelerde olan veya daha az kıdeme sahip subayları, yüreklerindeki heyecanı anlamaya çalıştım. Samimi olarak şunu itiraf etmeliyim ki, bütün bir ömür okusam yargılama hakkımın olabileceğini düşünmüyorum. Böylesine trajik bir tarihin çok ayrı bileşenleri vardır. Çünkü bunun hem siyasi hem hukuki hem ekonomik birçok parametreleri vardır. Ben tamamen ne hissettiklerini, yüreklerinde ne tür bir heyecan duyduklarını, ne yaşamaya çalıştıklarını irdeledim ve anlamaya çalıştım. Aslına bakarsanız Sarıkamış harekâtının “S ? SAYFA 22 CUMHURİYET 842